4 Eylül 2021 Cumartesi

Bir Ferhan Şensoy Öykünmesi

Ferhan Şensoy'un anısına, ona öykünerek; hadi kabul edeyim, onun dilini kopya ederek,  bundan 13 sene önce, 21 yaşımda yazdığım bir hikâyemsiyi paylaşmak istiyorum. Her tarafı patlayan; aslında hiçbir şey söylemeyen, lâf ebeliğinden ibaret bu metin, öyle ya da böyle, benim için bir kırılma noktasıdır.

Eyvallah Ferhan Şensoy! Güle gülelerden bir çelenk!

Otobüste

Aldığım şeye nefes demekte zorlanıyorum. Nefes dedikleri böyle bir şey değil ki! İki değirmentaşı tarafından sıkıştırılmışım, “Yardım edin!” dercesine sağ elimi yukarı kaldırmışım, ölmemek için oksijen demeye bin şahit isteyen gayrimeşru bir gazı ciğerlerime çekiyor, nasıl başarıyorsam o gazdan da karbondioksit üretip dışarı veriyorum. Şimdilik ölmeyecek kadar solunumumsu yapabiliyorum; ama kapalı bir ortamda olduğuma göre bu işleme sonsuza dek devam edemem; an gelir ortamda oksijen taklidi yapan o gaz da biter, o zaman ne yapacağım? Karbondioksit alıp karbondioksit veremem ya! Neyse, onu da oksijenimsi bitince düşünürüz artık, şimdilik şu solunumumsuyu yapmaya çalışalım.

Belediyenin halkın hizmetine sunduğu kibrit kutusu büyüklüğündeki diyet otobüslerden birindeyim yine. Okuldan eve ulaşmak için çile dolduruyorum. Yoğun karbondioksit ve oksijenimsi nedeniyle bilincimi yitirmeme ramak kaldığı için kendimi düşüncelerden düşüncelere gark etmeye zorluyorum. Öyle bir hal aldı ki bu kibrit kutusu boy diyet otobüsler yolculuk edenin durumu donarak ölmekte olan bir insanın durumuyla aynı. Kendini uyanık tutmaya çalışmazsan kasların, beynin yavaş yavaş çözünüyor.

“Arkalara ilerleyelim! Evet, haydi, arkalar bomboş!”

Şöför ikazlara başladı kibrit kutusu boy diyet otobüsün “Ne diye arkaya yürüyeceğim, ben her dem ileri yürümeyi kendine ilke edinmiş küçüklerini koruyan, büyüklerini sayan; yurdunu, milletini özünden çok seven bir zatım.” düşünceli olduğuna inandığı yolcularına. Arkası sonsuz bir boşluk otobüsün bütün şöförlere göre, ah şu ilerlemeyen yolcular! Bu uyarının bir boy üstü var ki ona daha eskiden, metro inşaatı başlamamış, İnönü Caddesindeki trafik insanı sinir hastası yapacak boyuta gelmemiş günlerde rastlanırdı. O zaman kibrit kutusu boy diyet otobüslerin yerine teneke peynir boy otobüsler vardı. Otobüsün boyu değişince şöförlerin ikazları da değişiyordu haliyle:

“Evet arkaya yürüyelim, bu otobüsün arkası da aynı yere gidiyor.”

Keşke teneke peynir boy bir otobüste olsaydım da nüktedan bir şöför yukarıdaki Selami Şahinvari espriyi dillendirseydi. Kibrit kutusu boy otobüsler cehennemin dünyadaki hali.

Şöförün ikazına kadar “Ben buraya kazık çaktım arkadaş!” edasıyla bulundukları yeri hasret denizi olarak gören ve yalnızlığa demir atan yolcular aniden arkaya doğru hareketlendiler. Demek ki bu sefer şöför haklı. Şöför bir yolcular sıfır! Dikiz aynasına kaçamak bir bakış atarak arkasının boşluğu hakkında bir kumar oynuyor şöför her ikazında. Önce duraktaki yolculara, sonra da dizin aynasına bakıp “Bu kadar değirmentaşı buraya sığar mı?” sorusunu anlık bir hızla yanıtlamaya çalışıyor kafasında. Çoğu zaman “Evet.” olarak yanıtladığından olsa gerek, tercihini “Arkalar bomboş, yüreğimde bir sızı.” şarkısını  dillendirmekten yana kullanıyor. Bizim şöförün arkası yarın mantaliteli biri olup olmadığını önümüzdeki duraklardaki performansına bakarak anlayacağız. Bakalım şöförümüz gerçekçi bir şöför mü yoksa arkada sonsuz bir boşluk var düşüncesine mi sahip.

Aldığım oksijenimsinin de azaldığını hissediyorum. İşte şimdi tasalanabilirim; çünkü cam kenarı yolcularından –ki onlar bu otobüsün burjuvası oluyor- biri kafasını koridordan yana çevirip camı açmazsa bayılacağım sanırım. Bırakın ulan şu arabaları ve diğer hareketli ve hareketsiz nesneyi Vgözlemeyi ey burjuvazinin otobüsteki temsilcisi cam kenarı yolcuları. Bırakın ve kafanızı bizden yana çevirip açın şu camı!

Kibrit kutusu boy diyet otobüslerde cam kenarında oturmak ağzında gümüş kaşıkla doğmak gibi bir şey. Otobüs hınca hınç dolmuş, ön taraf günden gelen “Ay bi yer verin evladım, bugün çok yedim!” teyzeleriyle iğne atsan yere düşmez duruma gelmiş, içeride oksijenimsi kalmamış... Hiçbirini umursamıyor cam kenarı burjuvazisi. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diye düşünüp kafa cama dayalı etrafı Vgözlüyor. Biraz şanslıysam o burjuvalardan biri birazdan kim bilir hangi rengi almış olan suratıma bakacak ve camı açıp otobüste bir hava rönesansı başlatacak. Yok mu içinizde ortaçağdan fırlamış sanata ve sanatçıya dost bir burjuva?

 “Hanımefendi, rica etsem camı biraz aralayabilir misiniz? Otobüs çok havasız da...”

Hah, işte otobüste biri isyan bayrağını çekti sonunda bu hava muhalefetine karşı. İşte bu adam halkın hava istencini haykırıyor dünyaya; oksijenimsiden bıkan ve oksijen isteyen halkın burjuvaya karşı başkaldırmasına sözcülük ediyor. Hava devrimini yasal yollardan gerçekleştirmek isteyen bir lider hatta bir guru, bir mor inek!

“Ay valla hiç açamam beyefendi. Sonra rüzgar kırıyor dalımı, hastalanıyorum. Gün gün gezemiyorum, mahalledeki dedikodulardan bihaber kalıyorum.”

diye yanıtladı onu Günsever Teyze. İşte bu kavga nedenidir. Bu “Oksijenimsi bulamıyorsanız oksijen soluyun.” demektir. Haydi bakalım otobüsün hava devrimcisi, gurusu, mor ineği, yap şu Fransız İhtilali’ni.

“Hanımefendi istirham ediyorum, soluyacak hava kalmadı otobüste.”

“Ay açamam dedim ya beyefendi, üşütürüm sonra.”

“Eeee, sıktın ama artık! Aç lan şu camı! Senin iğrenç ikinci sınıf parfümünü mü soluyalım hava yerine kokona!”

dese ne güzel olur diye düşündüm. İzmir’de ne gerek var İstanbul beyefendiliğine? İstanbul beyefendisi mor inek Devrimci Bey Amca’ysa “Hey Allah’ım sen bana sabır ihsan eyle.” demekle yetindi Hannibal Lecter tarafından kabalık yaptığı için kaba etinin yenmesi son derece caiz ve hatta farz Günsever Teyze’ye. Peki bu iş burada mı kalacak? Kalmasa iyi olur zira bu mor inek amcanın yaktığı fakat  sadece yakmakla kaldığı hava devrimi meşalesini bir başka kişi devralmazsa hiç kaçarı yok, bayılacağım!

“Evet beyler, sağlı sollu ilerleyelim. Bakın arkalar bomboş!”

Bu defa faka bastın işte şöför bey! Arkalar bomboş falan değil, arkalarda oksijenimsi bille kendine yer bulmakta zorlanıyor. Gazlara bile yer bulamazken vücudu esneklikten son derece uzak bu katı insanlara nereden yer bulalım? Ön taraftan bir kaç “gün dönüşü teyzesi” aşağı atacağına hala otobüsün arkası hakkında kumar oynuyorsun.

“Ne bomboşu, adım atacak yer kalmadı arkada!”

Bu “arkalar bomboş” tartışması bir aşık atışmasına dönüşecek böyle giderse. Arka tarafta gaz misali sıkıştırılmaya çalışılan halktan biri çekti isyan bayrağını işte, dalgaları başında hür!

“Aşık şöför der ki arkalar bomboş

Duraktakiler bana bağırıyor, size göre hava hoş

Bir de şikayet ediyorlar durakta durmaz isem

Beni daha fazla sinirlendirmeden bir adım ilerle bre godoş!”

şeklinde bir yanıt bekledim şöförden arka taraftaki gaz halkları isyancısı adama karşı; ama şöför bunun yerine dikiz aynasına detaylı bakmayı tercih etti. Gaz halkın isyancısı adama hak vermiş olacak, şok bir kararla kapadı ön kapıyı.

Durakta durmak ve kapıyı açıp kapatmak az da olsa oksijen soktu içeri; ama bu kadar oksijen kime yeter? Acilen şu camlardan birini veya bir kaçını açmalıyız. Bu hava devrimini gerçekleştirmeli, orta çağı kapatıp yeni çağı başlatmalıyız artık. Ey burjuvazi gör halkın bitmeyen çilesini de aç şu camlardan birini! Pencere açılsın Bilal oğlan!

“Biraz ilerleyelim lütfen, bakın durakta onca insan var.”

İşte şimdi sağlam kavga çıkacak. Ön taraftan ne idüğü belirsiz biri söyledi bu lafı şöförden son derece bağımsız. Buna mutlaka arkadan sert bir yanıt gelecek. Otobüste hiçbir ünvana sahip olmayan biri bütün otobüsün karşı olduğu şöförün yanında yer alma cesaretini göstererek otobüsün en dibinde bulunan insanlara daha da dibe gitmelerini söyledi. Otobüste de böyle garip bir sınıf var, öne ne kadar yakın olursan o kadar şöförcü oluyorsun. Şöförün sorunlarına ortak oluyorsun.

“Ben de söylüyorum; ama anlamıyorlar işte. Beyler sağlı sollu yürüyelim lütfen! Bakın arkalar bomboş.”

Bir destekçisi olmayagörsün, hemen azıtıyor bu şöförler. İki dakika önce süklüm püklüm susan şöför kendisine bir yandaş bulunca böyle azıtıyor işte. Ah öndeki vatandaş, arkadakilerden hiç unutamayacağın bir azar yiyeceksin sanırım biraz sonra.

“Nereye yürüyelim be kardeşim, birbirimizin üstüne mi çıkalım? Zaten balık istifi gibi gidiyoruz, daha nereye gidelim?” Allah Allah ya...”

Hah, çok güzel oldu. Şimdi tam bir sınıf savaşına dönecek bu ağız dalaşı. Şöför ve yanındaki adam VS otobüsün arkası.

“Arkadaşım durakta bir ton adam var.”

“Olabilir; ama burada bir ton gidecek yer kalmadı işte.

“Tamam kardeşim tamam.”

Neyse, beklediğimden kısa sürdü. Durakların dipdibe olması içeriye oksijen girmesini sağlıyor; ancak bu oksijen otobüsün tüm ihtiyacını karşılayacak düzeyde değil. Zaten oksijen içeri girer girmez ter korkusu, ayak kokusu, kokonaların ağır parfüm kokusu, ağız kokusu, evden duş yapıp çıkanların saçlarının kokusu gibi kokularla birleşip oksijenimsiye dönüşüyor. Yok arkadaş, bugüne kadar çok nadir yaptığım bir şeyi yapıp pencereyi illegal yollardan açıp pencere yanı burjuvazisini alt edeceğim. Etmek zorundayım; yoksa gerçekten bayılacağım. Şöyle biraz uzansam, biraz şurdan...

“Aaaa, üstüme çıksaydın be oğlum!” diyor Günsever Teyze.

“Teyzecim camı açalım biraz, bayılacağım havasızlıktan.”

“Ay valla üşütürüm hiiiiiiiç açamam o camı, kusura bakma.”

“Eeeeee, sıktın artık teyze ha. Açılacak o cam, bayılalım mı burada be! Sen kıçı kırık bir gözü toprağa bakan arkadaşlarına yediğin pasta börekten keyfin gıcır bir halde oturuyorsun, biz ne edelim? Okuldan dönüyorum, kırk türlü hoca gelmiş, her biri ayrı ayrı beynimi sikmiş, yorgunluktan geberiyorum, benim oturmam gereken yere oturmakla kalmıyorsun bir de camı açmamak için direniyorsun. Aç şu camı be!”

gözlerim çakmak çakmak oldu tüm bunları söylerken. Son cümleyi söyledikten sonra durdum ve neler söylediğimi, şu son 10 saniyeyi kafamda tekrar canlandırdım. Ne yaptım ben? En yapmamam gereken şeydi bu; kalabalık bir otobüste kokona da olsa, günden dönüyor da olsa, her bir tarafı takıdan görünmüyor da olsa yaşlı bir kadına laf ettim! Daha da kötüsü kibrit kutusu boy diyet bir otobüste yaptım tüm bunları. Aman Allah’ım...

“Saygısız saygısız... Nenesi yaşında kadına dediklerine bak.”

“Gençsin sen be genç! İki dakika nefes almayıver nolcak?”

“Hiç işte, geleceğimizi emanet ettiğimiz şu gençlere bir bakın işte...”

“Sallandıracaksın şöyle iki taneyi Konak Meydanı’nda, bak bir daha yapıyorlar mı?”

“Okuldan dönmüş de bilmemneymiş... Şu kadının haline bir bak!”

“Ayıp ulan ayıp... Bu gençler için mi yapıldı Çanakkaler Savaşı, Kurtuluş Savaşı?..”

“Vallahi haklısınız beyefendi. Saygısız bunlar saygısız... Hiç saygı kalmadı şu gençlerde... Bizim zamanımızda böyle miydi? Teyzeler karar verirdi otobüsün rotasına bile.”

“Tabii efendim, otobüsün en yaşlısı nasıl isterse öyle giderdi otobüs. Yeni çıktı bu adetler.”

“Neymiş, halka hizmet! Bak, teyzebüsleri kaldırdılar bu gençlere yaranmak için şu geldiğimiz hale bak!”

“Siyasi amaçlar uğruna harcıyorlar işte.. Şu tipe bak şu tipe! Saygısız, terbiyesiz serseri... Oy uğruna kaldırdılar şu teyzebüsleri”

“Vardır zenginlerin de bir rantı elbet...”

“Vardır tabii canım vardır... O holding sahipleri nasıl oralara geliyor sanıyorunuz?”

“Tabii canım. Söz gelimi...”

“Çok şükür.” dedim içimden. Konu şu andan itibaren benden çıktı, varsın birilerinin nasıl zengin olduğu üzerine konuşsunlar. Ucuz atlattık. Bu olayı ucuz atlattık ya, ben hala oksijenimsinin eksikliğini çekiyorum. İçeride hiç oksijenimsi kalmadı neredeyse, nasıl oluyor da sadece ben rahatsız oluyorum? Bunlar oksijensiz solunum yapan çok büyük tek hücreli canlılar mı? “Ferman padişahımızındır.” deyip fermantasyon mu yapıyorlar? Bu kadar sıkış tepiş bir otobüste, üstelik hava yokken bilmemkimin nasıl zengin olduğunu üzerine konuşacak enerjiyi nereden buluyor bu güruh? Gözlerim bulanıklaşıyor. Sağ elimin yavaş yavaş çözüldüğünü hissediyorum.

Limon kolonyası kokusuyla kendime geldim. Başımda az önce Kurtuluş Savaşı’yla Çanakkale Savaşı’nın benim gibiler için yapılmadığını söyleyen amca var.

“İyi misin yavrum noldu? Ah canım, beti benzi atmış yavrucağın. Şu camları açın bakayım dibine kadar, biraz hava dolsun içerisi. İyi misin?”

“İyiyim amca sağolasın...”

Etrafıma bakıyorum, Günsever Teyze’nin yanına oturmuşum. Cam ardına kadar açık. Günsever Teyze hasta olma tehlikesini göz ardı edip camı açmış ha! Hem de benim gibi haylaz biri için... Gözlerim dolu dolu oluyor, Günsever Teyze’yle göz göze geliyoruz. İkimiz de hüngür şakırt ağlamaya başlıyoruz. Otobüsteki amcalarım, ablalarım, abilerim, teyzelerim ve şöför de duygulanıyor. Bütün otobüs büyük bir aile misali gözyaşlarına boğuluyourz fonda “Neşeli Günler” çalarken...

6 Haziran 2021 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Hesap Lütfen! (Veya Vedat Milor'un Bir Entelektüel Olarak Portresi)

Geçtiğimiz hafta Vedat Milor'un çıkan nehir söyleşisi "Hesap Lütfen!"i okudum. Bu kitabın benim için şöyle güzel bir yanı var: Milor 05 Eylül 2019'da "Sizce Türkiye'nin en saygı duyulur yayınevleri hangileri?" sorusuna kendimce verdiğim yanıtta "İş Kültür nehir söyleşi serisini devam ettirse de sizin de bu kapsamda bir kitabınız olsa, keşke!" demiştim.  Aradan neredeyse 1,5 yıl geçti ve beklediğim nehir söyleşi; İş Bankası Yayınları'ndan olmasa da Kronik Kitap'tan çıktı.

Vedat Milor'u ilk andan itibaren bir entelektüel olarak çok önemsedim; farklı alanlardan beslenen; gastronomiyi sosyolojik bir bakış açısı ile irdeleyen derinlikli yorumlarını büyük bir merakla takip ettim. Hatırlıyorum, Milor'un "CV'si", NTV'de "Tadı Damağımda"yı yapmaya başladığında, kendisine para ve/veya statü kazandıracak şeyler haricinde hiçbir şeye odaklanmayan; hiçbir konuda derinlik kazanmaya çalışmayan monolitik bir güruh tarafından fevkalade dikkat çekici bulunmuştu. Bizde maalesef böyledir; bir şey hayatta somut bir işe yaramıyorsa; hadi adını da koyalım, iş hayatında bizi yükseltmiyorsa veya cebimize mebzul miktarda para koymuyorsa behemehal boş iş yaftasını yer! Kimse kusura bakmasın; Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin üst basamaklarında yer alan nice insanın durumunun da farklı olduğunu düşünmüyorum.

Birkaç sene önce sosyo-ekonomik açıdan üst basamaklarda yer alan bir çiftle oynadığımız basit bir genel kültür oyununda "Ben Sana Mecburum Bilemezsin... dizelerinin sahibi ünlü şairimiz kimdir?" sorusu karşısında, ikisinin de ışık görmüş tavşan gibi kaldığını hatırlıyorum. Yaşadığımız pek çok problemin maddi kaygılardan değil kültürümüzden kaynaklandığını o gün çok sarih görmüştüm: Evet, çiftin yabancı dilleri müthişti, parlak bir kariyer onları bekliyordu; yurt dışında gezmedikleri yer kalmamıştı, yurt dışı yüksek lisansları ile şanlı eğitim hayatları taçlandırılmıştı. Ne var ki, ileride toplumun sosyo-ekonomik açıdan üst basamaklarında yer alacak bu çift, artık handiyse slogan kıvamına gelmiş bu dizelerin sahibi sorulduğunda boş gözlerle bakıyorlardı.

Bu anı ne zaman zihnime düşse, müthiş bir öfkeye kapılıyorum. Sebebi üzerine çok düşündüm, kendimce pek çok yanıt buldum; ancak en yalın cevap, sanırım yukarıda verdiğim: Bizim insanımız, kendisine somut olarak fayda sağlamayan bir şeyle ilgilenmiyor, ilgilenme gereği duymuyor. İlber Ortaylı'nın müthiş bir entelektüel tanımı vardır: Entelektüel, üzerine vazife olmayan işlerde derinleşen insandır. Hafızalarının derinliklerinden Attila İlhan adını çıkartmayı beceremeyen bu çifti düşündüğüm zaman, onların galibiyetlerle dolu geçmişlerinin aslında sadece para odaklı bir yaklaşımın sonucu olduğunu, üzerine vazife olmayan konularla ilgili bir sorumluluk almadıklarını; dahası, böyle bir algılarının dahi olmadığını öfkeyle fark ediyorum. Kimse kusura bakmasın; biz kültüre değil, statüye yatırım yapıyoruz: İngilizce "iş hayatında öne çıkmak" için öğreniliyor; "yeter seviyeye" gelen kimse Charles Dickens'ı, Virginia Woolf'u, John Fowles'u, George Orwell'ı (liste uzar gider) asıllarından okumak gibi bir algıya sahip değil. Yurt dışı gezileri/ öğrenimleri farklı kültürlerle konuşmak veya entelektüel meraklar ile değil; bir hava atma gayesiyle yapılıyor. Bir şekilde yurt dışına yerleşenlerin veya sıklıkla yurt dışına gidebilenlerin tavırlarına behemehal bir görgüsüzlük yerleşiyor. Tüm bunların yarattığı tatminsizlik, kişiler farkına bile varmadan dillerine de yansıyor. "Attila İlhan özürlü" çiftin "Para yetmiyor." dedikleri sene içerisinde kerelerce yurt dışına tatile gittiklerini hatırlarım. Parası olana da para yetmiyor; çünkü neye para harcanarak tatmin sağlanacağı bilinmiyor; zira rafine bir hayat yaşamayı mümkün kılacak entelektüel donanım, maalesef parayla satın alınamıyor.

Kitabı büyük bir keyifle; "Keşke Vedat Milor arkadaşım olsaydı!" çocukluğu ile okudum. Yaşamaktan keyif alan; hayatını rafine zevkleriyle zenginleştiren ve derinleştiren bu adamla ne çok şey paylaşabilirdik diye aklımdan geçirdim. Ortaylı'nın dediği gibi, üzerine vazife olmayan işlerle ciddiyetle ilgilenen; tutkuyla bağlı olduğu konularda derinleşmek için kendine yatırım yapmaktan imtina etmeyen bir adamın konuşmaları arasında dolanıyor; kitabı okudukça, bu rafine zevklerin nasıl yıllara yayılarak, referans noktaları oluşturarak, defalarca üzerine düşünülerek edinildiğini görüyorsunuz. Nurhak Kaya, nefis sorularla Milor'un düşüncelerini açmış ve gastronomi dışındaki alanlarda onu daha iyi tanımamıza fırsat tanımış. Milor, kitap boyunca, çilesini çektiğimiz pek çok sorunun kaynağında kişilerin kültüre yatırım yapmamalarının olduğunu farklı şekillerde anlatıyor: "Ülkemiz damak zevkinin arzulanan düzeye ulaşmadığı bir ülke. Gelir ile damak zevki arasında bir ilişki yok. Damak zevki olan insanların genellikle zevksizler kadar rahat yaşayabilecekleri ekonomik imkânları yok. Zevk sahibi insanlar görgüsüzlere kıyasla kendilerini dışarı çıkıp gösteremiyorlar; çünkü aslında böyle dertleri de olmuyor. (...) Çünkü ülkemiz çoğu zaman emek vermeden, uzmanlaşmadan, kök salmadan, dönemsel olarak zenginleşenlerin ülkesi." Bahsettiğim çiftten yola çıkarak, ben de benzer düşünceleri paylaştığımı söyleyebilirim. Bu yalnızca gastronomi alanında değil, maalesef her alanda böyle; zira, belirttiğim üzere, bizde kültüre değil statüye yatırım yapılıyor. Para, parası olanlar için bile çoğu kez bir araç haline gelemiyor; zira kişiler, o araçla ne yapacaklarını bilemiyorlar.

"Hesap Lütfen!", rafineleşmek ve üzerine vazife olmayan işlerde derinleşmek isteyenleri cesaretlendirecek güzel bir başlangıç noktası. Dilerim Vedat Milor, farklı alanlardaki derinliğini (bilhassa sinema) paylaştığı başkaca kitaplarla da karşımıza çıkmaya devam eder.

23 Mayıs 2021 Pazar

Rastgele Kadraj: "Nasipse Adayız" Üzerine Bir Sohbet (Ercan Kesal'ın katılımıyla)

Rastgele Kadraj'ın odağında, Ercan Kesal'ın yönetmen koltuğuna oturduğu ilk filmi "Nasipse Adayız" var. Ercan Kesal'ın da katıldığı sohbetin tamamını okumak için lütfen tıklayın.

2 Mayıs 2021 Pazar

Rastgele Kadraj: "9" Üzerine Bir Sohbet (Ümit Ünal'ın katılımıyla)

Rastgele Kadraj serisi Ümit Ünal'dan "9" ile devam ediyor. Sevgili Gizem'le sohbetimize bu kez filmin yönetmeni Ümit Ünal da konuk oluyor. Okumak için lütfen tıklayın.

4 Nisan 2021 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: The Father

Bugün, sevgili Gizem sayesinde iki harika film izledim. Bir tanesini, Parşömen Fanzin'de başlattığımız Rastgele Kadraj sohbetlerine konu etmeyi planladığımız için adına şimdilik yer vermiyorum; diğeri Anthony Hopkins'in başrolünde oynadığı ve bir demans hastasını canlandırdığı The Father.

Filmi hayranlıkla izledim. Yönetmen koltuğunda Florian Zeller oturuyor. Doğrusu adını daha önce duymamıştım. IMDB'den araştırdığım kadarıyla bugüne kadar 8 filmin senaryosunda imzası var. The Father, Zeller'in sinemadaki ilk yönetmenliği; hakkını verdiğini de söylemek lâzım. Peki hakkını vermek ile neyi kastediyorum?

Öncelikle şunu belirteyim: Herkesin bir kumaşı vardır. Ben de, ne üzerine yazarsam yazayım bir edebiyatçının bakış açısıyla yaklaşıyorum metnimin konusuna. Dolayısıyla sinema üzerine konuşurken bile bir sinemacı gibi değil, edebiyatçı gibi konuştuğumu belirtmekte fayda var. Yaptığım değerlendirmeleri de bu şekilde değerlendirmek gerekiyor; dolayısıyla az sonra söyleyeceklerim yönetmenliğin değil de senaristliğin hakkını verdiği şeklinde de yorumlanabilir.

Gerek anneannem, gerekse baba tarafından dedem demans hastasıydı. Özellikle dedemin kafasının içinde nasıl bir dünya olduğunu hep merak etmişimdir; yıllarca yalnız yaşamanın paranoya ve demans ile birleştiğinde nasıl sonuçlar doğurduğuna yakından şahit oldum; ancak çoğu zaman, onun ağzından çıkan şeyleri ya mütebessim karşıladım ya da aynı şeyleri kerelerce dinlemenin öfkesini hissettim. Filmin ustalığının da burada yattığını düşünüyorum; zira bu kez, bir demans hastasının hayatına şahitlik etmiyoruz; aksine, bizzat onun zihninin kıvrımları içerisinde dolanıyoruz. Gerçek ile hayalin birbirine dolaştığı; neyin hakikat neyin düş olduğunun anlaşılamadığı bir dünyaya bizzat tanıklık ediyoruz. Bu dünya, bizi o denli içine alıyor ki; Anthony'nin yaşadıklarını bizzat deneyimliyoruz: Sahi, hangisi gerçek? Fransa'ya gidişi gerçek mi? Peki ya o tokatlar? Atıldı mı sahiden; yoksa tamamen bir düş müydü? Bu açıdan film, oldukça ilginç bir deneyim sunuyor seyircisine: Her zaman dışarıdan tanık olduğumuz bir hastalığı, güvenli koltuklarımızda bizzat yaşadığımızı hissediyoruz. İlk defa bir demans hastasının neler yaşadığını gördüm ve onun tekinsiz dünyasının insanı nasıl paramparça ettiğini deneyimledim. Öte yandan, bir demans hastasının yakını olmayı bizzat bildiğim için filmi izleyen pek çoklarınca kalpsizlikle suçlanabilecek Anne'ın neler hissettiğini de anlıyorum; en azından anladığımı zannediyorum.

Beni esas etkileyen de buydu sanırım: İyi filmler, bizi güvenli koltuklarımızdan mutlu mesut kaldırmazlar. Bitirdiğimizde tüy gibi hafiflemiş hissetmeyiz; bilakis, bizi yorar, belki canımızı sıkar; çelişkiye düşürürler. Kimisi bunu seyircisini zorlayan bir estetik dili tercih ederek yapar; kimi ise The Father'da olduğu gibi, insanın boğazında yumru bırakan akıcı bir hikâye ile...

3 Nisan 2021 Cumartesi

20 Mart 2021 Cumartesi

Rastgele Kadraj: Uzak Üzerine Uzun Bir Sohbet

Sevgili Öykü Gizem Gökgül ile birlikte Nuri Bilge Ceylan'ın "Uzak"ı üzerine uzunca bir sohbet ettik. "Rastgele Kadraj" adını verdiğimiz serinin ilk sohbeti Parşömen Fanzin'de. Ulaşmak için lütfen tıklayın.

21 Şubat 2021 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Only Lovers Left Alive

Jim Jarmusch izlemeye devam. Paterson'dan hemen sonra Coffees And Cigarettes'ı izlemiştim aslında; ancak bende herhangi bir iz bırakmadığı için hakkında bir şeyler yazmak gelmedi içimden. Bugün Only Lovers Left Alive'ı izledim. Bu film, aslında ilk izlediğim Jarmusch filmi olabilirdi. 2013'te, İstanbul'a taşındığım seneki Filmekimi'nde gösterilen filmlerden biriydi diye hatırlıyorum. Vampir filmi, olarak damgaladığım için içimden izlemek gelmemişti doğrusu. Neden bilmiyorum, küçüklüğümden beri bilimkurgu ve fantastik türünde değerlendirilen filmlere ve kitaplara karşı bir önyargım oldu; doğrusu, bugün de devam ediyor.

Jarmusch yine keyifli zaman geçirtti bana: Yüzyıllardır yaşayan iki vampirin sade hikâyesi. En yalın tanımıyla, yüzyıllardır müzik yapan bir erkek vampir ile onun karısını izliyoruz kadrajda. Jarmusch'un evreninin farkı şu: O vampirler tam da şimdi, burada; gerçek mekanlarda yaşıyorlar. Beri yandan onların geçmişlerini dinledikçe Newton, Shakespeare, Chet Atkins, Galileo gibi bir sürü ünlü "zombiyi" de anıyoruz. Başka bir deyişle onun evreninde insanlar da artık birer zombi. Tuhaf ve komik bir gerçeklik kuruyor Jarmusch ve bu gerçeklik üzerinden sade bir hikâye anlatıyor. Benim asıl ilgimi çeken kısmı bu: İzlediğim üç filminde de Jarmusch "pek de bir şey anlatmıyor" aslında; ama yine de bir şekilde izlettiriyor derdini.

Nuri Bilge Ceylan bir röportajında şöyle diyordu: Kötü gözüken mekânlardan güzel görüntüler çıkartma fikri beni daha çok heyecanlandırır. Jarmusch'un filmlerinde sanırım bunu buldum ben biraz da: Hiçbir şey anlatmıyor gibi görünen; fakat akıp giden, tatlı filmler. Bu tarifi kolay; ama yapması oldukça zor bir tarif. Denilir ki, Osmanlı döneminde saraya aşçı seçileceği zaman soğanlı yumurtayı en iyi yapan alınırmış. Jarmusch, basit yemekleri ağızda bir tat bırakacak şekilde yapmayı başaran, biraz enteresan; fakat, Sezar'ın hakkı Sezar'a, usta bir aşçı.