10 Temmuz 2011 Pazar

Saramago'nun "Körlük"ü üzerine...

Nobel ödüllü romancı José Saramago'nun "Körlük" isimli romanını yeni bitirdim. Ben de dahil olmak üzere pek çok kişi bu kitaptan, 2008 yılında çekilen aynı isimli filmi sayesinde haberdar oldu sanırım. Yönetmenliğini Fernando Meirelles'in yaptığı, başrolünde Julianne Moore'un oynadığı filmi çok beğenmemiş; ancak romanı merak etmiştim. İyi romanların sinema uyarlamalarının çoğu kez başarısız olduğunu bildiğim için -ki romanı okuduktan sonra bu kitabın filme uyarlanmasının hemen hemen imkansız olduğunu düşünmeye başladım- filmi izledikten bir süre sonra Saramago'nun kitabını aldım ve okumaya başladım.

Roman (aynı zamanda film) ismi belirsiz bir şehrin ana caddesinde kırmızı ışıkta duran bir arabanın şöförünün panik cümlesiyle açılıyor: "Kör oldum!" Kitap boyunca birinci kör olarak adlandırılan bu adam, kısa bir zamanda bütün kenti etkisi altına alacak ve beyaz körlük olarak adlandırılacak hastalığın ilk kurbanı, birinci körü eve götüren ve sonrasında da içindeki şeytana uyup arabayı çalan adamsa -ki Saramago roman boyunca ondan oto hırsızı diye bahsediyor- ikinci kurbanı oluyor. Körlük, birinci körü muayene eden doktora da bulaşıyor ve salgın süratli bir şekilde yayılıyor. Bir zaman sonra ilk 6-7 körden oluşan bir grup ve hasta olma olasılığı taşıyan bir başka grup hükümet tarafından, kullanılmayan bir akıl hastanesinde karantina altına alınıyor. Aslında bir anlamda ölüme terk ediliyorlar; çünkü daha ilk gün şu talimatlar okunuyor beyaz körlere:

  1. Nedeni olursa olsun bir ölüm meydana geldiğinde içerdekiler ölüyü hiçbir dinsel tören yapmadan bahçe duvarının dibine gömeceklerdir.
  2. Binadan izinsiz olarak ayrılmak kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelecektir.
  3. Tüm yemek artıklarının yakılması gerekmektedir.
  4. Sözü geçen yakma işleminden doğacak olumsuzluklardan içeridekiler sorumlu tutulacaktır.
15 maddeden oluşan bu talimatlardan alıntıladığım 4 talimat, alınan karantina kararının diğer yüzünü gösterir okura: Beyaz körler ölüme terk edilmiştir. Karantina altında olmasına rağmen gören ve tüm roman boyunca görme yetisini kaybetmeyen tek kişi ise göz doktorunun karısıdır. Beyaz körler, kendilerince bir düzen kurarlar; ancak salgının yayılması nedeniyle karantina altına alınan kişi sayısı arttıkça işler çığrından çıkmaya başlar. Bir zaman sonra, Saramago tarafından vicdansızlar olarak adlandırılan bir koğuş, yemek düzenine el koyar: Bundan böyle yemek için değerli eşyalar verilecektir. Değerli eşyalar tükenince?.. Vicdansızlar bu sefer de diğer koğuşların kadınlarını isterler. Giderek artan baskı ve şiddet, vicdansızların liderinin, doktorun karısı tarafından öldürülmesi sonucu yerini tam anlamıyla bir korku ve kaos ortamına terk eder. Bir zaman sonra karantina altındakiler, özgür olduklarını; çünkü salgının bütün bir kente yayıldıklarını fark ederler. Doktorun karısı dışında kentte salgından kurtulabilen tek bir kişi bile yoktur, insanlar sokak köpekleri gibi gruplar halinde gezmektedirler sokaklarda ve bir lokma yiyecek için birbirlerini boğazlamaktadırlar. Bazı insanlar çiğ etle beslenmeye başlamışlardır. Birkaç ay öncesine kadar modern yaşamın sembolü olan caddeler, arabalar, yüksek binalar, süpermarketler şimdi beyaz kör çeteleri tarafından yağmalanan, sığınak olarak kullanılan yerler olmuştur. Roman, birinci körün görme yetisini kazanmasıyla sona erer: Bir diğer deyişle salgın biter. Göz doktorunun şu cümlesi ise, aslında 360 sayfalık romanın bir özetidir: Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük: Gördüğü halde görmeyen körler.

Saramago neyin peşindedir bu romanda? Neden hiçbir karakterin adı yoktur? Neden şehrin dahi adını bilmeyiz?

Bu roman Saramago'nun evrensel bir sorunu işlediği bir romandır. Bu nedenle yerel özelliklerden itinayla uzak durur Saramago: Olay, herhangi bir zamanda herhangi bir şehirde geçmiş olabilir. Hastalığa yakalananların milliyeti önemli değildir. Evrensel bir paydada buluşturur onları Saramago: Hiyerarşik yapının egemen olduğu bir toplum. Körlük salgını işte bu hiyerarşik yapıyı alt üst eder; ya da biz öyle olduğunu zannederiz. Oysa romanın sonunda doktorun cümlesinden öğreniyoruz ki yazar zaten bir kaos ortamında yaşadığımızı düşünmektedir: İnsanlar zaten kördür, sadece bunu bilmezler. İçlerindeki bu ilkel hayvanı ortaya çıkartmak için onları körleştirir. Saramago bu salgını doğal körlükten ayırmak için ona farklı bir ad takar: Beyaz körlük. Salgına yakalananların gözüne bembeyaz bir perde iner, sanki bir süt denizinde yüzüyor gibidirler. Karantina altına alınanları izlerken, bozulan hiyerarşik yapının mikro düzeyde tekrar kuruluşuna tanık oluruz. İnsanların içindeki şiddet eğilimini, güce tapınmayı, hayvani cinsel açlığı gözler önüne serer Saramago. Hastanedeki bu görüntüler, salgının bütün kente yayılması durumunda olacakların bir özeti gibidir. Nitekim tüm şehre yayılan hastalık aynı görüntülerin şehrin her tarafında görülmesine neden olur. Köpek çeteleri gibi gezen beyaz kör çeteleri bir lokma yemek için birbirlerini linç ederler, kim nerede yer bulursa orada yaşamaya başlar. Karantinadaki belirsizlik, korku ve kaos bütün kente yayılmıştır artık. Romanın sonunda Saramago, modern yaşantı dediğimizin de bundan bir farkı olmadığını romanın sonunda doktora söylettiği cümlelerle belirtir.

Konusu kadar anlatım tarzıyla da çarpıcı ve yoğun bir roman Körlük. Dikkatimi çeken ilk şey Saramago'nun virgül ve nokta dışında hemen hemen hiç noktalama işareti kullanmaması ve paragrafların sayısının oldukça düşük olması; öyleki roman çok büyük bir iç konuşma olarak düşünülebilir. Dikkatimi çeken diğer bir unsursa anlatıcının Tanrısal vasıflarla donatılmış olması. 3. kişi ağzından anlatılan romanda her ne kadar baş karakter doktorun karısı gibi görünse de, anlatıcı rahat bir şekilde istediği herhangi bir kişinin bilincinin içine girebiliyor ve biz okurlara da bunu gösterebiliyor. Dahası zaman çizelgesi üzerinde istediği gibi ilerleyebiliyor anlatıcı. Bazen büyük anlatıdan ayrılıp küçük hikayeleri anlatıyor ve elbette böyle zamanlarda bu küçük hikayeleri hızlı bir şekilde bize aktarıyor. Bir diğer deyişle anlatıcı bir anayolda ilerlerken arada yan yollara sapıyor, bize oradaki manzaraları gösteriyor; ama buralarda hızını biraz arttırıyor ve çabucak geri dönüyor ana yola. Roman boyunca şöyle bir hava var sanki: Biz, anlatıcının rehberliğinde kentte bir gezintiye çıkıyoruz. Eline mikrofonu alan anlatıcı da bize kentteki kaosu anlatıyor. Biz otobüsün koruması altındayız ve körlük salgınından etkilenmiyoruz. Merkezimiz ise elbetteki doktorun karısı; çünkü görebilen tek kişi o.

Şimdi, yine Saramago'dan "Görmek"i okuyorum. Beyaz körlük salgınından kurtulan ismi belirsiz kentte meydana gelen büyük çaplı esrarengiz olayın ikinci perdesiyle ilgili neler yazacağım bakalım...