10 Haziran 2011 Cuma

Walter White: Bir Başka Tarfup Yılmaz

Bu yazıyı büyük bir mutlulukla yazıyorum; çünkü Breaking Bad'in 4. ve son sezonunun başlayacağı tarihi bugün öğrendim: 17 Temmuz 2011, Walter White'ın ekrana dönüş tarihi. Dizi 2010'da noktalanan 3. sezonun ardından 1 yıllık çok uzun bir ara vermiş ve izleyenlerini merak içerisinde bırakmıştı. Sünepe ve silik bir kimya öğretmeninden kendine güvenen ve sert karakterli bir uyuşturucu satıcısına dönüşen Walter White'ın hikayesini ağır bir tempoyla adım adım anlatan dizinin 4. sezonunun ne zaman başlayacağına dair çeşitli söylentiler vardı. Yakın zamanda internet üzerinden yayımlanan tanıtımlar bu belirsizliğe bir nokta koydu.

Breaking Bad benim için yalnızca keyif aldığım bir dizi değil; aynı zamanda bana ilham veren ve yolculuğuna içimde devam eden bir karakteri barındıran bir dizi. 2009 yılının aralık ayında kafamda oluşmaya başlayan ve 2010 yılının kasım ayında yazmaya başladığım Tarfup Yılmaz karakterini daha rahat çözümlememi sağlayan bir karakter Walter White. Ona baktığım zaman Tarfup Yılmaz'ın bir sonraki aşamasını görüyorum: Yıllardır içinde sakladığı nefret dışarı çıkmış ve artık birçok şey umrunda değil! O güne kadar söylemediği, anlatmadığı her şey bir anda etrafa saçılmış ve yıllardır gizli gizli içinde biriktirdiği nefret duygusu dört bir yanını doldurmuş. Bundan sonrası umrunda değil! Garip bir şekilde, kendini en canlı hissettiği an da bu! Yıllar önce kaçırdığı fırsatlar nedeniyle hayatın bir yerinde kaybettiği özgüveni geri gelmiş ve artık ondan vazgeçmeye de niyeti yok. Evet, belki yaptıklarından vicdan azabı duyuyor; ama yıllar sonra ilk kez biraz da kendisini düşünmenin, insanlara rest çekmenin, bağırıp çağırmanın, birilerine kızmanın tadını çıkartıyor.

Walter White karakterini canlandıran Bryan Cranston'ın bu karakterin iç dünyasıyla ilgili söylediklerine bir bakalım:

"...Bu adam 25-30 yıl önce karşısına çıkan fırsatları kaçırdığı için büyük pişmanlıklar içerisinde olan biri. Bu yüzden bunalımda, artık 50 yaşında. Bana göre sosyolojik olarak bu durumda olan insanlar iki kategoriden birisine giriyorlar: Ya kendi talihsizlikleri için bütün dünyaya öfke duyup diğerlerini suçluyorlar, herkese öfke ve şüphe ile yaklaşıyorlar; ya da her şeyi içlerine atıp silik bir tip haline geliyorlar."
Benim karakterim Tarfup Yılmaz, herkese öfke duyan; ama bu öfkeyi içinde yaşayan bir silik tipti. Benim düşünceme göre, Walter White da bu öfkeyi öyle ya da böyle içinde duyuyor; ancak bunu yıllar boyunca kimseye hissettirmiyor. O tutkulu biri, tutkuyla bağlı kimyaya; ancak kaçırdığı fırsatlar, onun bu işle ancak bir kimya öğretmeni olarak ilgilenmesine izin veriyor. Arkadaşının, White'ın fikriyle kazandığı milyonlarca dolar White'ın nefretini katmerliyor; ama o bunu kesinlikle dışa vurmuyor: Ta ki tedavi edilemeyecek kadar hasta olduğunu öğrenene kadar. Bu haber, White için bir kırılma noktası. Bu haberden sonra ailesine para bırakmak için, kalan ömrü boyunca uyuşturucu satmaya (zira anladığı tek iş kimya!) karar veriyor. O güne kadar bir trafik cezası dahi yememiş ahlak sahibi öğretmenimiz Walter White, zaman içerisinde acımasız ve sert kişilikli bir adama dönüşüyor. Yıllar boyu içinde tuttuğu hınç, şiddet eğilimi dışa vuruyor ve White kendini, hiç hissetmediği kadar canlı hissediyor.

Sanırım böyle bir haber Tarfup Yılmaz için de bir kırılma noktası olurdu. Bıyıklarını kesmek isteyip de hiçbir şey yapmadığı o adamla ilgili şiddet dolu bütün isteklerini bir bir gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Tarfup Yılmaz da tutkulu biri olsa gerek, ne olduğunu bilmesem de onun gibi düşünmeye çalıştığım zamanlarda, hep tutkulu olduğunu; ama bu tutkusunu -aynı Walter White gibi- içine atmak zorunda kaldığını hissettim. Tutkusunu dilediğince yaşayamamış her insan gibi Tarfup Yılmaz'ın da içi nefretle doluydu, aynı White gibi. Aradaki tek fark Tarfup Yılmaz'ın herhangi biri kırılma yaşamamış, aksine sonsuz bir döngüye girmiş bir hayal kahramanı olmasıydı.

Tarfup Yılmaz'ın akrabası Walter White 17 Temmuz 2011'de hikayesini anlatmaya devam edecek. Darısı Tarfup Yılmaz'ın başına...

5 Haziran 2011 Pazar

Yedi Ölümcül Günah

Michael Haneke'yle ilgili yazımın girişinde film kültürümün zayıf olduğunu belirtmiş ve yazdığım yazıyla haddimi aştığımı kabul etmiştim. Herhangi bir filmle ilgili bir yazı yazmayı da düşünmüyordum aslında; ta ki 1995 yapımı bir David Fincher filmi olan "Se7en"ı uzun bir süre sonra tekrar izleyene kadar. Yaklaşık 1 ay kadar sonra tekrar haddimi aşıyor ve bir filmle ilgili yazı yazıyorum. Yoğun miktarda spoiler içeren bir yazı olabilir, filmi izlemeyenlere duyrulur.
Film, Hristiyan inancında var olan 7 ölümcül günahla ilgili: Oburluk, açgözlülük, tembellik, kibir, şehvet, öfke ve kıskançlık. Toplum tarafından masum kabul edilen; ama John Doe tarafından, sadece yozlaşmış bir toplumda masum kabul edilebilecek insanlar olan kişilerin cesetleri birer birer ortaya çıkar. Somerset, daha ilk cinayette (oburluk) katilin durmayacağını fark eder ve davadan çekilmek ister; ancak sonunda kendini davanın tam göbeğinde bulur. Filmin birinci katmanı, davanın, Somerset ve Mills tarafından adım adım çözülmesini anlatır.

"Se7en"da beni cezbeden unsur, birinci planda sergilenen bu seri katil hikayesinden çok, bir alt katmanda yer alan, birbiriyle kontrast oluşturan iki dedektifin kişilikleridir: Adını film boyunca öğrenemediğimiz küçük, karanlık, her dem yağışlı, kasvetli bir şehre atanan yeni ve hırslı, öfkeli, işi kısa yoldan bitirmeye bakan, duygularının kontrolündeki dedektif David Mills ve yaptığı işten bezmiş, emeklilik için gün sayan, yaptığı her hareketi mantık süzgecinden geçirmeyi refleks haline getirmiş deneyimli dedektif William Somerset. Bu kontrast film boyunca küçük detaylarla sürekli olarak izleyiciye hatırlatılır. Kanımca bu filmi ucuz polisiye filmlerden ayıran da bu ikinci katmandır. Dedektiflerin kişiliklerine olan merak film boyunca canlı tutulur ve seyirciden bir taraf seçmesi beklenir: Somerset mi Mills mi?

Bülent Ortaçgil'in "Kediler" şarkısını bilenler bilir. Birbiriyle kontrast oluşturan iki grup kediden bahseden Ortaçgil, şarkının sonunda dinleyicisine sorar:

"Siz kardeşler hangi kediler seversiniz?
Hangi kediler gibi olmak istersiniz?
Sevimli uslu? Sesli hırslı?
Hangi kedilerdensiniz?"

Se7en da izleyicisinden bir tercih yapmasını ister: Hangi dedektifsiniz? Duygularıyla hareket eden, öfkeli, hırslı, çabuk sıkılan, bencil; kısacası çocuk ruhlu Mills mi yoksa mantıklı, sakin, hayattan sıkılmış, emeklilik için gün sayan, entellektüel Somerset mi? Seyirciyi böyle bir ikileme düşüren ve onu tercih yapmaya zorlayan bu ikinci katman, Se7en'ı diğer polisiye-gerilim filmlerinden ayırır. İşlenen cinayetlerin çözümlenmesi ve katilin kim olduğu elbette önemlidir; ancak ondan da önemli olan başka bir soru vardır: Seyirci olarak siz hangi dedektife yakınsınız?

Ben tercihimi Somerset'ten yana kullanıyorum. Onu Petros Papachristos ve Tarfup Yılmaz'ın bileşkesi gibi görüyorum: Bir yanıyla yıllardır tanık olduğu cinayetlerin verdiği yılgınlık, inançsızlık, hırstan arınmışlık vardır; diğer yandan öfkeklidir (Bıçakla dart oynadığı sahne. Buna daha sonra değineceğim); ama bu öfke aynı Petros'un öfkesi gibi derinlerdedir ve aynı Petros'un öfkesi gibi henüz heyecanını kaybetmemiş biriyle konuşunca ortaya çıkar. Diğer yanda, kütüphaneye gittiği sahnede de bir Tarfup Yılmaz görürüm onda: Kütüphane çalışanlarının ellerindeki binlerce kitapla ilgilenmeyerek poker oynamasına şaşar Somerset. Belki de bir ömür boyu öyle yaşamak istemiş; ama o karanlık ve yağışlı şehir onu polis olmak zorunda bırakmıştır. Yine de Petros yönü daha ağır basar Somerset'te. Çözdüğü davaların bir şeyi değiştirmemesi, onu küskün gözlerle emeklilik günlerini bekleyen bir polis yapmıştır. Bazı diyaloglar ve jestler/mimikler yardımıyla bu farklılıkları somutlaştırmaya çalışayım. Filmi izleyenler iki dedektifin, FBI'dan elde ettikleri işaretli kitaplara ilişkin gizli kayıtları Somerset'in arabasında inceledikleri sahneyi hatırlayacaklardır. O sahnede geçen bir diyaloğu ele alalım:

Mills: Marquis de Sharday
Somerset: Marquis de Sade
Mills: Her neyse... Aziz Thomas Aqua... bir şeyin yazıları
Somerset: Aziz Thomas Aquinas. Yedi ölümcül günahla ilgili yazmış. Hepsi bu mu?
Mills: Evet.
Somerset: Bir bakalım.
Mills: Jonathan Doe?
Somerset: Her neyse...
Dikkatli okuyucular bizim için önemli sözün ne olduğunu fark etmişlerdir: Her neyse... İki karekterin her neyse diyerek geçiştirdiklerine bir büyüteçle bakalım: Genç ve hırslı dedektifimiz Mills, incelediği kitapları yazan kişilerin adlarını önemsiz saymaktadır; çünkü onun için önemli olan yegane şey sonuçtur. Öyle ya da böyle, olası suçlunun okuduğu kitabın yazarına ilişkin bir bilgi vermiştir, gerisi önemsizdir onun için. Oysa entellektüel ve hırstan arınmış dedektigimiz Somerset, yazarın adını yanlış söyleyen Mills'i düzeltir; O, hayata daha farklı bir pencereden bakmaktadır ve Mills'in önemsiz sayarak geçiştirdiği bu detay, onun için düzeltilmesi gerekecek kadar önemlidir. Diğer yandan Somerset için de suçlunun adı önemsizdir. Jonathan Doe, John Doe veya Mr. and Mrs. Brown; bir farklı yoktur Somerset için. Önemli olan o kişinin suçlu olması ihtimalidir -diğer bir deyişle davayı sonuçlandırma ihtimali-.

Bir başka sahne: Mills, evde çalıştıkları Somerset'e bira mı yoksa şarap mı içeceğini sorar. "Şarap lütfen." der Somerset. Bunun üzerine Mills, büyükçe bir bardağa şarabı boca eder. Somerset bu garipliği, ancak metro nedeniyle sallanan bardağı ele aldığında fark eder. Sonuç önemli Mills için şarap bardağa boşaltılmıştır. Oysa süreç odaklı Somerset için şarap böyle bir bardağa mı "boşaltılmalıdır"?

Başka bir sahneyi ele alalım: Mills'in, John Doe'nun kapısını kırdığı sahne... Burada Somerset, olası katil tarafından kaşı gözü yarılmış Mills'i sakinleştirmeye çabalar. "Bu kapıyı çalmak için bir sebebimiz olmalı, kimseye FBI'dan bahsedemem." der, Mills'i düşünmeye davet eder. Oysa hırslı Mills küçük bir oyun oynar ve Somerset'i sakinleştiğine inandırarak kapıyı kırar. Amaç öyle ya da böyle onun canını yakan kişiden sorgu sırasında öç almaktır. Oysa Somerset'in nedenlere ihtiyacı vardır. Bir diğer deyişle Somerset analitik düşüncenin bir simgesidir: Neden-sonuç ilişkileri onun için önemlidir. Bunun dışında sonuç odaklı değil süreç odaklı yaşar. Diğer yandan, bu onu mutsuz etmiştir: Sürece bakarak çocuk sahibi olmak istememiştir; ama bu kararının sonucunda mutsuz olmuştur ve aradan yıllar geçmesine rağmen bu kararın pişmanlığını duymaktadır. Kısacası Somerset bir yandan Mills'i eleştirirken diğer yandan ona imrenir ki bunu barda yaptıkları konuşma sonrasında sinir içerisinde darta bıçak attığı sahnede net olarak görürüz.


Filmi izleyerek bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Benim bu filmde kendimle özdeşleştirdiğim karakter yaşlı Somerset'tir. Dediğim gibi, bu filmi süresiz kılan unsur anlattığı seri katil hikayesinin felsefi boyutundan çok, seyirciden bir karakterle kendini özdeşleştirmesini istemesidir.

Siz kardeşler, hangi dedektifi seçersiniz?