1 Nisan 2015 Çarşamba

Miztopik Öyküler ve Kerem Işık Üzerine

Aslında bu yazıyı yaklaşık 3 yıl kadar önce, Kerem Işık'ın Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazandığı kitabı Toplum Böceği çıktığı zaman yazmalıydım; ama, nedendir bilinmez, bir türlü bilgisayarın başına oturamadım; zaman ilerledi, öykü ödülü geldi; derken Kerem Bey yeni bir öykü dosyası üzerine çalışmaya başladı ve o yazı bir sızı olarak içimde kaldı. Bu nedenle bu yazı, bir anlamda, geç kalmış bir özürdür.

Kerem Işık'la Toplum Böceği isimli ikinci kitabında tanıştım. Edebi zevkine çok güvendiğim arkadaşım Hakan'ın tavsiyesiyle kitaba önce şöyle bir göz gezdirmiş, ardından alıp okumaya karar vermiştim. Mizahi bir dille kaleme alınmış distopik öyküler ilk başta şaşırtmış; o dünyaya alışınca çok keyif vermişti.

3 yıl sonra çıkan Iskalı Karnaval, bu mizahi distopik ya da daha kısa bir tanım yapmak gerekirse miztopik dünyada geçen 8 öyküden müteşekkil bir kitap; ancak açılış öyküsü, bu dünyaya biraz uzak, kısa bir öykü: Kalbi Büyüyen Adam. Bu yazıda, 8 öykünün üzerinde tek tek durarak analizler yapmak istemiyorum; çünkü bir öykü kitabının değerinin öykülerin bileşiminden aldığı kanaatindeyim. Yine de hemen her öykü kitabında bir parça daha öne çıkan ve o kitabın anlatmak istediği birçok şeyi ihtiva eden bir öykü olduğunu da düşünüyorum. Yazarın ikinci kitabı Toplum Böceği'ndeki Bir İsyanın Anatomisi, bu düşünceme güzel bir örnek teşkil ediyor. Iskalı Karnaval'ın açılış öyküsü Kalbi Büyüyen Adam da böyle bir öykü.

Bu düşüncem ilk başta tuhaf gelebilir; çünkü miztopik dünyasını övdüğüm yazarın miztopik olmayan bir öyküsünün kitabı özetlediğini ve onu oluşturan bileşenlerin özünü ihtiva ettiğini söylüyorum. İlk başta çelişkili gibi görünen bu düşüncemi, yazarın miztopik dünyasını anlatarak açıklamaya çalışacağım. Önce şu mizahi distopik (miztopik) kavramı ile ne anlatmak istediğimi açıklayayım.

Kerem Işık'ın öykülerindeki distopik dünya, karikatürizasyon ile oluşturulur. Burada karikatürizasyon kelimesini Whiplash yazımda da açıkladığım anlamda kullanıyorum, burada bir kez daha tekrar edeyim: Karikatür sanatı, çizginin kasten bozulmasıdır. Karakterler abartılı çizgilerde hayat bulurlar, normalden büyük burunludurlar, aşırı zayıftırlar, kocaman kafaları vardır ya da olmayacak tepkiler verirler vs... Işık'ın distopik öykülerinin karakterleri de böyledir. Yaşadıkları dünyaya yabancılaşmışlardır; ama her şeye kararlılıkla karşı çıkan lider karakterli insanlar da değildirler; ne yapacaklarını bil(e)meden, telaş içinde hem ayak uydurmaya çalışırlar hem de yakınırlar. Kitapta yer alan O En Güzel Klişe başlıklı öykünün ana karakterini düşünün: Bir zamanların yıldız oyuncusudur; ama artık gözden düşmüştür ve ne yapacağını bilememektedir. Yazar, bize bu distopik dünyayı bir filtre ile göstermekte gibidir: Mizahın çok temel bir unsuru devreye girer, yabancılaştırma. Cem Yılmaz'ın, yanlış hatırlamıyorsam, Bir Tat Bir Doku isimli gösterisinde bunu şöyle ifade ediyordu: Adamın birinin düştüğünü görürsünüz ve "Ben o değilim ki!" der, gülersiniz. Charlie Chaplin'in mizah anlayışını gözünüzde canlandırın: Şarlo karakterinin başına gelenlerin veya onun sakarlıkları nedeniyle çevresindekilerin başına gelenlerin sizin başınızdan geçtiğini düşünün. İster istemez gerilmeye ve sinirlenmeye başlarsınız; çünkü artık yabancı değil, taraf olmuşsunuzdur ve size yönelmiş doğrudan bir etki vardır. Artık hiçbir şey komik değildir; gerçektir.

Toplum Böceği'nde tanıştığımız ve Iskalı Karnaval ile devam eden distopik dünyada Kerem Işık, bizi bu yabancılaştırma filtresiyle bir gezintiye çıkarır. Gerçek hayatta başımıza geldiğinde fevkalade öfkeleneceğimiz şeyler, bu filtre sayesinde artık bize komik gelmeye başlar. Cem Yılmaz'ın da dediği gibi "Ben o değilim ki!" der ve gülmeye başlarız. Haldun Taner'in, daha önce de alıntıladığım şu sözünü tekrar etmekte fayda var: "Tiyatro bir aynadır, kabare ise dev aynasıdır." Kerem Işık, öykülerini bu dev aynasından bize gösterir. Metin Akpınar, 2007'nin sonunda katıldığı Aykırı Sorular programında bu etkiyi şöyle açıklar: "Sahnede bir kahramanlık oyunu sergileniyorsa, izleyici kendini o kahraman yerine koyar ve 'İşte ben oyum!' der, rahatlar. Öte yandan komedi oynanıyorsa 'Ben o değilim ki!' der ve topu başkasına atarak rahatlar; ancak zehir bir kez vücuda girmiştir ve bir kez daha düşünme noktasına davet edilmiştir." Kerem Işık'ın miztopik dünyasındaki karakterlerle tanışınca bunu hissederiz. Bir distopyada hissedeceğimiz bunalımın aksine, bu mizahi dil, abartılmış olaylar ve tepkiler sayesinde metnin dünyasına yabancılaşır ve araya bir duvar çekeriz. Artık bu dünya bize komik gelmeye başlar; ama zehir içimize girmiştir.

Miztopik dünya ile kastettiğim budur. Gerçek hayatta karşımıza çıksa veya başka bir dille anlatılsa bizi bunaltacak olan öyküler, Kerem Işık'ın mizahi dili sayesinde başka türlü bir etki göstermeye başlarlar. Karikatürizasyon ile yabancılaştığımız dünya, alışageldiğimiz distopik dünyadan çok farklı etki uyandırır; ancak yazarın ne demek istediğini de anlarız. Gündelik hayatta bizi bunaltan koşuşturmanın, hırslarımızın; günümüzde yegâne başarı ölçütü kabul edilen oysa gerçekte insanı boğan iş yaşantısının yukarıdan bakıldığında ne kadar komik ve hatta saçma olduğunu gösterir.

Iskalı Karnaval'ı özetlediğini iddia ettiğim Kalbi Büyüyen Adam, böyle bir öykü değil. O dünyaya ait değil ve böyle bir filtrenin de olmadığı bir öykü. Yine de, yazarın iki kitaptır bize anlatmaya çalıştığı dünyanın gerçek hayattaki sonuçlarını fantastik bir dille özetleyen bir öykü. Bu öyküde yazar, diğer öykülerinden farklı olarak mizahi dili bir kenara koyar; dolayısıyla artık yabancılaştırma etkisi yoktur: Artık 'Ben o değilim ki!' diyemeyiz; aksine 'Ben oyum!' deme zamanı gelmiştir. Herkesi sevmek, kucaklamak, mutlu olmak isteyen bir adamın içinden taşan duygular, tam da çocukluğuna yani saf olduğu döneme ait bir şey aklından geçerken kalbini büyütmeye başlar; ancak hiçbir karşılık bulmaz. Kimse onu anlamaz. Bu duygular hem rahatlatır hem de içinden taşıp karşılık bulamadığı için ızdırap verir. Duygular büyüdükçe, adamın algı biçimi değişmeye, her şey daha anlamlı gözükmeye başlar; ancak az sonra kitapta okuyacağımız diğer karakterler bunun farkında değildirler. Onlar distopik bir dünyada yitip gitmişlerdir; nitekim adamın ölümü de hiçbir şeyi değiştirmez. Toplum Böceği'nde tasvir edilen dünya aynen devam eder. Sadece küçük bir kız, o adamın öldüğü odada yaşamaya ve olağanüstü güzellikte bir melodi duyarak uyumaya devam eder. Yazar, ufak da olsa bir umut bırakır bize. Bu öykü, kitabın diğer öykülerinin aksine gerçeği son hızla suratımıza çarpar. Gerek Toplum Böceği'nde, gerekse Iskalı Karnaval'da tanıştığımız karakterlerin aslında ne denli boş şeyler uğruna kavga ettiklerini ve bu kavga sırasında da neleri ıskaladıklarını görmüş oluruz. Hayat aslında bir karnavaldır; ancak miztopik dünyanın insanları çeşitli nedenlerle bunu ıskalarlar.

Kerem Işık, Toplum Böceği ile çıktığı ve bizi de ortak ettiği bu miztopik yolculuğu Iskalı Karnaval'da da sürdürüyor. Dilerim 3 yıl sonra gelen bu yeni kitap, bu yılın ıskalanmayan kitapları arasında yerini alır.

16 Mart 2015 Pazartesi

Haldun Taner 100 Yaşında!

Hanidir yazmak istediğim bir yazıydı bu; ne büyük şans ki Haldun Taner'in 100. yaşını bu yazıyla kutlama mutluluğunu yaşıyorum. Ferhan Şensoy'un "tiyatro peygamberi" dediği Haldun Taner, bugün tam 100 yaşında!

Taner'le tanışmam çok eskilere dayanıyor. Kurucusu olduğu Devekuşu Kabare'nin oyunlarıyla büyüyen son neslin mensubuyum. Yanlış hatırlamıyorsam 7 ya da 8 yaşındayken tanışmıştım Devekuşu Kabare ile. İki oyunlarının evdeki VHS kasetlerini sıkılmadan, tekrar tekrar izler ve her izleyişte de aynı keyfi alırdım. Bugün bile bu oyunların kimi skeçlerini izlerken gülmeye başlıyorum. Bu oyunlardan biri (Deliler) onun kaleminden çıkma değil; ancak ikincisinin (Aşk Olsun) yazarlarından biri de Haldun Taner. Mübalağa etmeyeyim; ama Zeki Alasya'nın veya Metin Akpınar'ın canlandırdığı herhangi bir karakteri bugün sahneye çıkıp eksiksiz oynayacak kadar ezberimdedir bu iki oyun.

Haldun Taner üzerine bir şeyler söyleyen tek tiyatrocu Ferhan Şensoy değil elbette. Katıldığı bir programda Metin Akpınar'ın anlattığına göre, modern Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul da şöyle tanımlar Haldun Taner'i: "Türk tiyatrosu ne zaman tıknefes olsa, Haldun ona can nefesi verir." Devekuşu Kabare, Taner'in verdiği bu can nefeslerinden biri. 1000 kişilik salonları silme doldurduğu günleri hatırlayanlar vardır hâlâ; ne büyük üzüntüdür ki ben bu efsane tiyatronun aktif olduğu döneme yetişemedim. Onları takip etmeye başladığımda, tiyatroyu kapatmalarının üzerinden 4 ya da 5 sene geçmişti. (Aziz Nesin, Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim kitabındaki Haldun Taner yazısında, Devekuşu Kabare'nin aslında tam olarak Taner'in kafasındaki şey olmadığını yazar. Aziz Nesin "Sen en azından istediğin şeyi yapıyorsun." dediğinde Taner "Allah aşkına, istediğim bu mu?" diyerek yanıt verir. Belki de bu anektod, Türkiye'de tiyatro sanatının zannedildiğinin aksine dünyayla aşık atabilecek bir düzeyde olmadığını da göstermektedir.)

Yine de ben bu yazıda Haldun Taner'in tiyatro adamlığından ziyade görmezden gelinmiş bir yanından, öykücülüğünden bahsetmek istiyorum. Bu cümle ilk başta tuhaf gelebilir, öyle ya adına öykü ödülü verilen bir yazarın öykücülüğü nasıl görmezden gelinir? Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı ile birlikte Türk edebiyatının en önemli iki ödülünden biriyken benim söylediğime inanmak pek de doğru gelmiyor; ancak yine de, ne zaman bir öykü yazarlarından liste görsem gözlerim boş yere onun adını arıyor. Taner, sanki kayda değer işler ortaya koyduğu tek dal dramaturglukmuş gibi adeta yok sayılıyor.

Ben Haldun Taner'in yazar kimliği ile Ferhan Şensoy sayesinde tanıştım. Şensoy, 2007'nin sonunda katıldığı Aykırı Sorular programında üretken olmasını genç yaşında Haldun Taner'den aldığı çalışma disiplinine bağlıyordu:
Haldun Taner: "Ben her sabah erkenden kalkarım, daktiloyu balkona atarım; 20 sayfa yazarım." 
Ferhan Şensoy: "Nasıl hocam? 20 sayfa çok ciddi, aklınıza bir şey gelmezse ne yapıyorsunuz, öyle bir durum olmuyor mu?" 
Haldun Taner: "Aklıma bir şey gelmeyebilir, gördüklerimi yazarım: 6.30 vapuru 5 dakika geç geçti. Martılar uçtu. Çocukları almaya okul minibüsü geldi. Manzarayı yazarım. Bu 20 sayfayı kullanmak zorunda değilim. Atabilirim, belki bir gün bir parçasını bir yerde kullanırım. Ama nasıl bir marangoz sabah dükkanın kepengini kaldırıp çalışmaya başlıyor, bir yazar olarak sen de kepengi kaldırım çalışacaksın."

Ferhan Şensoy'un, yanlış hatırlamıyorsam Falınızda Rönesans Var isimli kitabındaki bir denemesinde, babam diye bahsettiği Haldun Taner'in öykücülüğü ile 20 ya da 21 yaşında iken, Kızıl Saçlı Amazon ile tanıştım ve kısa bir süre içerisinde diğer öykü kitaplarını da okudum. Bütün bir külliyatını okuma isteğini bu denli güçlü duyduğum ikinci bir öykü yazarı hatırlamıyorum. Yukarıda alıntıladığım anektod ile Taner'den, bir yazarın çalışma disiplininin nasıl olması gerektiğine dair ilk öğüdümü de aldım.

Bu yazıdaki amacım Taner'in öykü yazarlığının detaylı bir analizini yapmak değil, bu belki başka bir yazının konusunu oluşturabilir. Bunu yapabilmem için, 5-6 sene önce okuduğum kitapları raftan indirip bir kez daha gözden geçirmem gerekiyor; ancak kitaplığım İstanbul ve İzmir olmak üzere iki ayağa bölündüğü için yakın zamanda bunu yapabilmem pek mümkün değil. Bu yazıda sadece, Taner'in bana göre neden büyük bir öykücü olduğunu anlatmaya çalışacağım. Kızıl Saçlı Amazon kitabında yer alan Geçmiş Zaman Olur Ki öyküsü üzerine biraz laflamak istiyorum.

Öykü özetle, bir adamın gençlik aşkıyla yıllar sonra karşılaşmasını anlatır. Gençlik aşkı Mahinur'un yaşadığı köşkün kiralık olduğunu görür ve bir anda geçmişe dalar. Avucundan kayıp giden aşkının hatırasıyla bir yaz geçirmek üzere konağı kiralamaya karar verir. Konağa gider, kapıyı çalar; şişman kırmızı saçlı bir kadın açar. O Mahinur'u tanıyamaz; ama Mahinur onu tanır. Beraber biraz sohbet ederler; Mahinur, geçmişe dair hiçbir şey hatırlamadığını düşünür yazarın: "İtiraf edin o zamanlar bana karşı büyük bir zaafınız vardı. Bilmez miyim hiç? Vardı işte... Açık konuşmak icap ederse ben de bu hususta size hayli cesaret vermiştim..." Adamın her şeyi hatırladığından bihaber Mahinur bir müddet daha konuşur. Kahve biter, adam evden çıkar, Mahinur'un kocası ile de az sonra karşılaşır; ama kocası onu tanımaz. Adam, ona sarılıp teşekkür etmemek için kendini zor tutarak bir kuş hafifliğiyle yokuştan aşağı iner. Farklı şekillerde pek çoğumuzun başından geçmiş bir öyküdür bu, illa bir gençlik aşkı ile ilgili olması gerekmez; değişik sebeplerle, geçmişteki bir yaşan(a)mamışlığın bedbinliğinden, keşkesinden çıktığımız, Aman iyi ki öyle olmuş yahu, dediğimiz olaylar olmuştur. Taner'in öyküsü, bu hissi merkezine taşır. Gelelim benim ilgimi çeken noktalarına:

"Neden daha ilk görüşte onu sanki asırlardan beri tanıdığım hissine kapılmıştım, bunu izah edemeyeceğim. Niçin bana her bakışında boğazıma bir eziklik, süzme balın boğazda bıraktığı gıcığa benzer tatlı bir baygınlık yapışırdı, o da meçhulüm."

Şimdi burada duralım ve Meltem Gürle'nin Altyazı Dergisi ekibi ile yaptığı "İzliyorum" söyleşisinden bir alıntı yapalım:

"Nuri Bilge Ceylan'ın atmosfer kurma becerisine ulaşan başka bir yönetmen tanımıyorum ben. Atmosfer kurmak çok önemli bir şey, edebiyatta da çok önemli bir şey. Onu yapmadan, hiçbir şekilde metne yön veremezsiniz ve etki bırakamazsınız. Çehov'un becerisi de o: Çok kısa zamanda o atmosferi kurabiliyor olmak."

Bu bakış açısıyla yukarıdaki iki cümleyi bir daha inceleyelim: Daha baştan, karakterimizin ince ruhunu ortaya koyan bir metin yaratmıyor mu Haldun Taner? Usta bir ressam gibi, birkaç fırça darbesiyle onun silüetini çiziveriyor: Öykünün baş karakteri, hayatın her ânını şiirle sarmalayabilen bir İstanbul beyefendisidir. Bu dikkati sayesinde öykü kendi gerçekliğini yaratır ve bizi sarıp sarmalar. İlerleyen kısımda Mahinur, Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirini bir yerden sonra hatırlayamayınca baş karakterin içinden "isabet oldu, yoksa şiire de Faruk Nafiz'e de yazık olacaktı" diye geçirmesini çok tabii bulmamız, Taner'in kısa bir sürede ne denli güçlü bir karakter çizebilme yetisi olduğunun bir kanıtıdır: Sadece birkaç paragraf önce tanışmış olduğumuz bir adamın tepkilerini tahmin edebilir hale gelmişizdir. Mahinur'un yaşlanmış halini öyle bir tasvir eder ki, baş karakterle birlikte biz de hayal kırıklığına uğrarız: "Bu haliyle Mısır filmlerindeki geçkin trajedi artistlerine benziyordu. Dilini dudakları üzerinde gezdirip yapışmış kalmış bir tütün parçasını, tüh diye hafifçe tükürdükten sonra, gözleri süzgün, devam etti." Bir benzetme ve küçük bir jestle çizilen bir resim... Aslında Taner, Mahinur'un gençliğindeki fiziksel özelliklerinden bahsetmez bize, bildiğimiz yegâne özelliği "sarı ayva tüyleriyle kaplı incecik kollarının biraz sıkılsa kelebek gibi ezileceğidir"; ama yazar, adamın yıllar sonra Mahinur'la karşılaşmasını o denli ince seçilmiş detaylarla anlatır ki, biz de onunla birlikte şaşırır kalır ve hayal kırıklığına uğrarız. Gürle, atmosfer yaratabilme becerisi ile ilgili röportajın ilerleyen bölümünde "Çok müthiş bir özellik, bende olsun çok isterdim." diyor. Ben biraz daha ileri gideyim: Bu yetenek, bir öykücünün kumaşını gösteren en temel özelliktir. Öykücü, birkaç cümlede kafanızda kendi dünyasını yaratabilen yazardır.

Bu öykü, aynı zamanda geçmişi algılama biçimimizi de güzelce özetler. Bazı olaylara o denli saplanıp kalırız ki tüm bunlar sanki bir iki gün önce cereyan etmiş gibi gelir bize. Zaman o olayın üzerine bir koza örmüştür ve olaya müdahil olan herkes o kozanın içinde yaşlanmadan durmakta gibidir; oysa gerçek hayat böyle değildir, zaman akıp gitmeye devam eder, insanlar yaşlanır, öfkeler silinir... Yıllar sonra geçmişimizden fırlayıp gelen birini gördüğümüzde, Einstein'ın ikizler deneyinin aksine, zamanın herkes için akıp gittiğini fark ederiz. Şaşkınlığımız, kafamızdaki imajla gördüğümüzün uyuşmuyor olmasından gelir, koza dağılır; her şey yeniden inşa edilmeye başlar. Taner, oldukça sade bir dille bunu anlatmaya çalışır bize; esas adamımız geçmişin kozasının yırtılmasıyla muazzam bir ferahlık hisseder.

Öykü türleri arasında, lise yıllarından beri öğrenegeldiğimiz, meşhur bir ayrım vardır: Olay öyküsü ve durum öyküsü. Olay öyküsünün edebiyatımızdaki en kuvvetli temsilcisi Ömer Seyfettin iken durum öyküsünün en önemli örneklerini Sait Faik Abasıyanık vermiştir. Kategorizasyonu çok sevdiğimiz belli; peki Taner'in bu öyküsünü hangi tür içinde değerlendirmek gerekir? Bir yanıyla bir durum öyküsüdür, diğer yandan bir olay da anlatılmaktadır. Geçmişiyle yaşayan bir adamın bir ilanı okuyup yıllar öncesine gidişini görürüz, diğer yandan bu adamın geçmişindeki keşkesiyle yüzleşmesine de bizzat tanık oluruz. Belki de şöyle tanımlamak gerekir: Birkaç olaydan müteşekkil bir durum öyküsü.

Bence, Haldun Taner'in bir öykücü olarak bu denli görmezden gelinmesinin en önemli sebebi, basitlik ve sadelik kavramlarının bayağılık ile karıştırılıyor olması. Bayağılıktan uzak durmaya çalışan yazarlar -bence yanlış bir önsezi ile- karmaşık ve anlamca gömülü metinlere yönelmeye başlıyorlar. Burada belki şu tartışmayı yapmakta fayda var: "Bir sanat eserinin düzeyi, ifade ettiği fikir ne kadar derinlere gömülmüşse ve ne kadar iyi saklanmışsa o kadar iyidir." Tarkovski'ye ait olan bu söz, yukarıda söylediklerime bir tezat oluşturuyor. En azından ilk başta yarattığı intiba bu; ancak bu söz, ister istemez şu soruyu da akla getiriyor: "Bir sanat eserinin ana düşüncesini derinlere gömmenin yegâne yolu anlam kapalılığı ve kendi içine gömülmüş bir dil anlayışı mıdır?" Bir metnin bayağılığı, karmaşıklığından bağımsızdır; kaldı ki metnin özensizliğini gizlemek adına karmaşık bir yapı kurmaya çalışmak da bir bayağılıktır. Bir öykücünün hızlıca atmosfer yaratıp (hem dil hem kurgu açısından) sade ve basit bir metin ortaya koyabilmesi için metnin gerekliliklerini sezebilmesi ve buna dayanarak neyi atıp neyi atmayacağına hızlıca karar verebilmesi gerekir. Haldun Taner, hepimizin bu gözle bir kez daha okuması gereken bir öykücü.

Bugün, hem anlamca hem de dil anlayışıyla kendi içine çökmüş, kapalı öyküler yazmak pek moda. Hatta neredeyse bu kapalı anlam bir kalite göstergesi haline geldi; ancak Haldun Taner bu öyküsüyle olağanüstü bir bileşim sunuyor bize: Sade ve akıcı bir dil; akıp giden olay veya olaylar ve insanı sarmalayıveren bir atmosfer içinde karakterin dünyasını ortaya koyan bir metin. Yanlış hatırlamıyorsam Murathan Mungan'ın bir sözüydü: "Bir öykü, her şeyden önce bir öykü anlatmalıdır." Bu tespite sonuna kadar katılıyor ve günümüz öyküsünün kendi içine çöken anlam kargaşası, öyküsüzlüğü, dil cambazlığı yerine Haldun Taner'in bu anlayışını modern öyküye uyarlayıp uyarlayamayacağımızı ölçüp tartmamız gerektiğini düşünüyorum.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, bugün Türk edebiyatının en prestijli ödüllerinden biri de Haldun Taner Öykü Ödülü; ne var ki o, bugün öyküyle ilgilenen kişilerin objektifinin oldukça dışında. Umarım bu yıl, 100 yaşındayken bu yanı tekrar keşfedilir.

Nice yıllara Haldun Taner!

13 Mart 2015 Cuma

The Great Dictator

Bu, beş yazılık bir serinin ilk yazısı. Chaplin'in The Great Dictator'ı ile birlikte, beni çok etkilemiş beş filmle ilgili görüşlerimi paylaşacağım. Aslında bu filmlerin bir kısmına blogda daha önce değinmiştim; ancak bu seride her bir filmi olabildiğince detaylı bir şekilde incelemeye gayret edeceğim. Seriyi takip etmek isteyenler, ikinci baskı olabilecek yazılara hazırlıklı olsunlar.

Kerem Işık'ın benden istediği "En sevdiğin 10 kitap" listesinde bir durağanlık sağlayamadığımı fark etmiş ve bu nedenle "5 Kırılma Noktası" başlıklı bir yazı yazarak edebi görüşlerimin değişmesinde önemli rol oynayan beş yazarla ilgili görüşlerimi yazmıştım. Bu anlamda bu listenin de çok kesin bir liste olmadığını belirtmekte fayda var. Günümüzde sinema, anlatım gücü en yüksek olan sanat dalı. Evet, belki bir roman çok daha derinlere nüfuz edebiliyor; ancak Nuri Bilge Ceylan'ın da dediği gibi, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i gibi bir romanı bitirmek iyi bir okur için dahi 4-5 gün sürerken, bir film ne denli ağır ve uzun olursa olsun (Bela Tarr'ın Satantango'su gibi uç örnekleri hariç tutarsak) 2 ile 3 saat arasında bittiği için bir romana göre çok daha fazla kişiye ulaşabiliyor. Bu anlamda sinema, modern yaşamın hızlı temposuna, bir romanla kıyaslandığında çok daha hızlı uyum sağlayabiliyor. Sinema; edebiyat, müzik, resim, heykel, dans, mimari ve tiyatro ile kıyaslandığında çok daha yeni bir sanat dalı olduğu için, hepimizin gözü önünde çok hızlı bir değişim geçiriyor. Buna rağmen sinemada da uçlara gelindiğini iddia eden yönetmenler var elbette; yine de bu listenin, bir kitap listesine oranla daha hızlı değişmesi çok muhtemel. Buna rağmen ben, listemin şu anki haliyle ilgili küçük bir yazı dizisi başlatmak istiyorum.

Listemin diğer filmleri ile kıyaslandığında The Great Dictator biraz farklı bir film. Chaplin söz konusu olduğunda hep bir çelişkiye düşerim: Modern Times'ın mı üzerimde tesiri daha fazla olmuştur yoksa The Great Dictator'ın mı. Bu soruya yanıt olarak tarafımı belli edip The Great Dictator dediğimde hep bir eksiklik hissediyorum. Modern Times gibi bir filme haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Yine de, Hitler'in yerden yere vurulduğu bu filmi izlerken bir yerde gülmekten krize girdiğimi ve filmi durdurduğumu hatırlayınca The Great Dictator'ın benim için bir adım önde olduğunu fark ediyorum.
Aslında Modern Times, Chaplin'in zamanını aşan, belki de en evrensel filmi. Bayağılığa düşmeden makineleşen ve fakirleşen insan eleştirisi yapmayı başaran bir film; ışığı birçok Chaplin filmini aydınlatıyor; ayrıca, her şeyden önce bir pandomim sanatçısı olan Charlie Chaplin'in efsane karakteri Tramp (veya bizim tabirimizle Şarlo) anlamsız sözlerden müteşekkil bir şarkı söyleyerek sesli filmlerin baskın konuma geçtiği dönemde sanatını savunuyor. Buna rağmen The Great Dictator benim için biraz daha önde. Bu yazıda, dilim döndüğünce, bunun nedenlerini anlatmaya çalışacağım.

"Hikâye iki dünya savaşı arasında, deliliğin kol gezdiği bir dönemde geçmektedir. Özgürlük dibe vurmuştur ve insanlık itilip kakılıyordu.”

Film bu cümleyle açılır. Chaplin’in kamerası, ilk olarak 1918 yılına döner; ancak biz bu yazıya biraz daha geriden başlayalım. Kitap-lık dergisinde yayımlanan “Distopik Roman ve Felâket Tellalı Orwell Üzerine Bir Deneme” başlıklı denememde distopyayı ortaya çıkaran ortamı şöyle tasvir etmiştim:
“Bülent Somay’ın, “Biz”in 1988 yılında kaleme aldığı önsözünde belirttiği gibi, 20. yüzyıl başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların yanı sıra, bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya” da yazmıştı; gelecek bir zamanda geçen, karamsar, böyle giderse işin sonu kötüye varır, demeye getiren öyküler yazmıştı. Distopianın çıkış nedenlerini de net bir şekilde görmemiz için bu öykülerin ve ilk distopik romanlardan “Biz”in ve -her ne kadar inatla bir geçiş formu olduğunu belirtsem de- Jack London’ın “Demir Ökçe”sinin yazıldığı döneme bir büyüteçle bakmakta fayda var. London’ın romanının yayımlandığı 1908 yılında, sömürgecilik faaliyetleri ve aşırı silahlanma son hızıyla devam ediyor; Sanayi Devrimi’yle birlikte başlayan sömürge ve pazar yeri arayışı, büyük devletler arasındaki rekabeti giderek şiddetli bir şekilde tırmandırıyordu. Zamyatin’in romanı 1920 yılında yayımlandığında ise Dünya, başına gelen ilk büyük felaketten yeni çıkmıştı. Sömürge ve pazar arayışı kavgası gün geçtikçe şiddetlenmiş ve 1914 yılında dünyayı ikiye bölerek o güne kadarki en kanlı savaşı başlatmıştı. İnsanların refah düzeyini yükselten teknolojik ve ekonomik gelişmeler bir noktadan sonra bir bumerang gibi gerisingeri dönmüş ve insanoğlunun suratına çarpmıştı. Savaş sırasında Rusya’da Bolşevik devrim olmuş, çar ailesi kadın-çocuk ayırt edilmeksizin kurşuna dizilerek öldürülmüştü. İnsanlığın kurtuluşu olarak görülen hümanizm, Zweig’ın da belirttiği üzere 16. yüzyılda zaten hüsrana uğramıştı; ancak 20. yüzyılın başlarında insanoğlu, tahammül edebileceğinden daha fazla gerçeklikle yüzleşmişti; artık içindeki karanlık ve yok edici yanın ne felaketlere yol açabileceğini biliyordu. Rönesansta hümanizm tohumları eken insanoğlu Utopia biçmişti; oysa şimdi makinalaşmanın ekildiği topraklardan Distopia çıkmaktaydı.”
Orhan Pamuk, Öteki Renkler isimli kitabındaki -yanlış hatırlamıyorsam- Modern Roman başlıklı denemesinde, sanayileşmenin ve üretim sürecindeki bu değişmenin, modernizmin ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığını söylüyordu. Eskiden çalışan insan ortaya bir ürün koyuyor ve değerini anlıyordu; ancak artık olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri kaybolmaya başlamıştı. İşçiler, ne işe yaradığını bilmedikleri vidaları sıkıp ömürlerini harcıyorlardı. Chaplin’in 1940 yılında yayımlanan The Great Dictator’undan bir önceki filmi olan Modern Times’da (1936) resmettiği dünya, insanlar açısından ne denli zorlu bir dönem içinde olduğunu ortaya koyuyordu: İşçiler, Taylorvari bir üretim sistemi içerisinde küçük işler yaparak makinalaşmaya başlamışlardı. Aşırı makineleşme ve teknolojiye koşulsuz biat, dünyayı insanî bir yer olmaktan çıkarmıştı; Chaplin, bir işçiyi merkezine alarak bu dünyayı tasvir ediyordu: İnsanlar bütün bir gün boyunca vida sıkmaktan çıldırıyor ve dişliler arasında delice bir huşu içerisinde ezilip büzülüyorlardı. Piyasa, artık her şey demekti.
4 yıl sonra karşımıza çıkan Chaplin ise bambaşka birini objektifinin odağına almıştı: Adenoid Hynkel, tarihin gördüğü en acımasız toplum mühendislerinden Adolf Hitler’in karikatürizasyonuydu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’yı dünyadaki tek güç yapmaya and içen ve bu uğurda önüne gelen her şeyi biçmeyi mübah gören Hitler, Modern Times’ın sonunda her şeye rağmen gülümseyip mücadele etmek üzere el ele tutuşan insanların hayatını zehredecek sürecin başındaydı. Modern Times’la birlikte sosyo-ekonomik problemleri filmlerinin merkezine taşımaya başlayan Chaplin şimdi, Andre Bazin’in deyimiyle, onun bıyığını çalarak Şarlo’nun eline düşen adamı yerden yere vuracaktı.
İlk gördüğümüz sahneler, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarındandır. Siperlerde koşan askerleri bize gösteren kamera bir müddet sonra bir topu kadraja alır. İlerleyen zamanda Yahudi berber olduğunu öğreneceğimiz karakteri ilk kez burada görürüz: Görevi, topu ateşlemektir. Alt rütbeye mensup, beceriksiz bir askerdir; bunu da diğer sahnelerden görürüz: Zincirleme gelen emirler onun başına patlar, ateşlemeyi yaparken yere yapışıverir, mermi topum dibine düşer, uçaksavarı kullanırken yerlerde sürünür, el bombası gömlek kolundan içeri düşer, yanaşık düzen eğitimini beceremez, toz bulutu arasında birliği kaybeder, her şeyin farkına vardığında düşman askerleri arasında yürümektedir… Şarlo, bir asker olarak karşımıza çıkmış gibidir bu haliyle. Savaşmayı beceremeyen saf ve iyi yürekli biridir; distopik dünyada yaşayan bir insandır. Berber, yaralanmış bir pilotu uçağına bindirir ve ikisi saçma bir uçak kazası geçirirler; berber hafızasını , Tomania savaşı kaybeder. İnsanoğlunun ilk deliliği son bulmuştur.
Savaşın kaybedilmesi ile başlayan ruhsal ve ekonomik bunalım, Tomania’da berbere tıpatıp benzeyen bir diktatörün yükselmesine neden olur: Adenoid Hynkel. Filmin tabiriyle, ülkeyi demir pençeyle yöneten Hynkel, özgürlüğü tamamen kısıtlayarak istediği gibi bir Tomania yaratmak ülküsünde kitleleri peşinden sürüklemeye başlar. Onu ilk defa kitleye yaptığı bir konuşmada görürüz. Chaplin’in Hitler parodisi başlar.
Chaplin’in Hynkel’i, öfkeden konuşamaz, ağzından salyalar saçarak, kendi tükürüğünde boğulma tehlikesi geçirerek etrafına öfke saçar; tek bir hareketiyle koca bir güruhu susturur, Yahudilerden bahsederken kuduz köpek gibi hırlamaya, öfkesiyle mikrofonları bile bükmeye başlar. Kalbinde barış beslediğini söylerken bile öfkelidir. Hitler’in parodisini yaparken Chaplin onun konuşmalarını çarpıtmak ya da o konuşmalar üzerinden numaralar yapmak gibi bir ucuzluğa gitmez. Modern Times’da da bize hatırlattığı gibi, o her şeyden önce bir pandomim sanatçısıdır; jestler ve mimikler, sözlerden önce gelmektedir. İlerleyen bölümlerde Chaplin’in karikatürizasyonu daha da ileri boyutlara varır: Hynkel, düz yolda bile yürümeyi, masasından bir kalem almayı dahi beceremeyen, yaptığı her hatadan başkalarını sorumlu tutan. yüzeysel bir sanat anlayışıyla patronaj müessesine katkıda bulunduğunu zanneden, şımarık bir çocuk gibi kendini dünyanın merkezinde konumlandıran narsist bir deli olarak tasvir edilir. Fiziksel olarak da Yahudi berberimizin ikizi gibidir.
The Great Dictator, bu ikilik üzerine kurulmuş bir filmdir. Adenoid Hynkel, fiziği, beceriksizliği, sakarlığı (ki daha sonra bu nedenle bir yanlış anlaşılma sonucu tutuklanacak ve yerini Yahudi berberimize bırakacaktır) ve tüm bunları hızlıca kapatma çabasıyla adeta ikinci bir Şarlo’dur; bir farkla: İçi kin ve nefret ile dolmuş ve kirlenmiştir. Seyircilerin sevgilisi, iyi yürekli, sakar ve beceriksiz Şarlo’nun aksine Hynkel, nefrete bulanmış bir palyaçoyu andırır.
Herhangi bir sanat eseri, insanlıkla ilgili çok temel bir düşünce üzerine bina edilmemişse, esen rüzgar durduğu zaman yerinde saymaya mahkum olur ve bir zaman sonra unutulur gider. Aslında, bence, Chaplin’in filmlerinin ciddi bir kısmı da bugünün izleyicisi için çeşitli nedenlerle eskimiş filmlerdir. Bunun bir nedeni, elbette ki filmlerinin türüdür: Komedi, bilimkurgu ile birlikte eskime hızı çok yüksek olan iki türden biridir. Zamanı aşan bir komedi ve bilimkurgu filmi yapabilmek, diğer türlerde aynı başarıyı yakalamaktan daha zordur; çünkü mizah anlayışı ve teknoloji, baş döndürücü bir hızla ilerler ve bu ilerleme, temelsiz filmlerin zaman içerisinde silinmesine neden olur. Nasıl ki bir bilimkurgu filmi yalnızca görsel güzelliği ile zamansızlığı yakalayamıyorsa, bir komedi filmi de yalnızca komedi öğelerine dayanarak zamansız olamaz. Komedi, sırtını drama dayamak durumundadır. Chaplin’in günümüze kalan filmlerine baktığımızda (City Lights, The Kid, Modern Times, The Great Dictator, Limelights) arka planda bir dram izleriz. Yine de Chaplin dediğimizde akla gelen iki büyük film vardır: Modern Times ve The Great Dictator. Peki bu iki filmi, diğerlerinden ayıran temel sebep nedir?
Charlie Chaplin bu iki filmde, diğer filmlerinde pek yapmadığı bir şey yapar: Filmlerini sosyo-ekonomik bir bunalım ve dram üzerine oturtur. The Great Dictator’ın başarısı Hitler’i yerin dibine batırması değildir. Şüphesiz, sonunda izlediğimiz filmde bunu da yapmaktadır; ancak bu, Chaplin’i başarılı saymamız için yeterli bir sebep değildir. Charlie Chaplin, Orwell’ın Hayvan Çiftliği ile başardığı işi sinemaya taşır: Sulu zırtlak bir dönem parodisi olabilecek bir konuyu, kendi mizah anlayışıyla sarmalayıp bütünüyle diktatörlük düşüncesine karşı duran; Şarlo karakteriyle baştan itibaren ne anlatmak istediğini özetleyen bir filme dönüştürür. Hitler’i hiç tanımayan, tarihteki yerini bilmeyen bir uzaylı bile bu filmi izleyerek Chaplin’in ne demek istediğini anlayabilir: “Biz hükümdar, diktatör istemiyoruz! Kimseyi aşağılamak, hor görmek, ötekileştirmek istemiyoruz.  Biz herkese yardım etmek istiyoruz. Mutluluk ve özgürlük istiyoruz. İktidar hırsı insanları zehirledi, yanlış bir yoldayız. Makineleşme, bolluk yerine yoksulluk ve kölelik getirdi. Diktatörler, kendi hırsları için insanları köleleştirir; ancak onlar ölür ve güç halka geri döner. Haydi, özgürlük ve demokrasi adına birlik olalım!” Chaplin’in odak noktası Hitler’dir; ama o, odak noktasının sadece bir sonuç olduğunu bilir. Asıl problem, filmin sonunda söyledikleridir: Makineleşmeye biat, iktidar hırsı ve bu hırsla körelen gözler; insanlardaki güce tapınma arzusu… Yıkılması için mücadele edilmesi gereken esas kavramlar bunlardır ve bunlar yıkılmadıkça büyük diktatörler hiçbir zaman bitmeyecektir. Bu iki film, sosyo-ekonomik bir dram üzerinde yükselen komedi filmleridir ve esas büyüklükleri de buradan gelir. Ard arda gelen iki film, yazımın başında da belirttiğim üzere, devam filmleri olarak dahi okunabilir: Modern Times, Birinci Dünya Savaşı’ndan biraz sonra dünyayı etkisi altına alan Büyük Depresyon’u konu edinirken The Great Dictator, o savaştan yenik çıkmış bir ülkeyi, modern dünyanın yegâne hakimi haline getirmeye and içen, bunun için önüne gelen her şeyi biçen bir diktatörün parodisidir: Vahşi kapitalizm, vahşi diktatörler yaratmıştır ve bu döngüyü kırmak bizim elimizdedir.
Chaplin’in The Great Dictator’ı, listemdeki diğer dört filmden oldukça farklı: Ana akım içerisinde yer alan bir komedi filmi; ancak sosyo-ekonomik bir dramın üzerine kurduğu yapısı ile insanlığa dair çok temel bir meseleyi suratımıza vuran, bu sayede de taze kalmayı başaran bir film.
Böylece seriye başlamış olayım; elde var bir...

1 Mart 2015 Pazar

Yaşar Kemal Üzerine

Ersin Karabulut'un çizimiyle Yaşar Kemal
Yaşar Kemal'in hastaneye kaldırıldığı haberini aldığımda "Galiba bir devrin sonuna yaklaşıyoruz." demiştim; ne yazık ki zaman beni haksız çıkarmadı. Dünden beri herkes şu cümleyi dillendirip duruyor: "O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık." Modern destancımız, büyük romancımız Yaşar Kemal, ardında pırıl pırıl parlayan ve sonsuza kadar parlamaya devam edecek olan bir külliyat bırakarak 92 yaşında vefat etti. Ali Nesin'in, Facebook'tan paylaştığı iletisinde "Yirminci yüzyıl(daki) en büyük romancımız" olarak tanımladığı Yaşar Kemal artık yok.

Nicedir bu bloga bir şeyler yazmamıştım. Bir yandan Vedat Türkali üzerine bir yazı hazırlıyordum, bir yandan da 100. doğum günü yaklaşan Haldun Taner'e ait bir yazı üzerine kafa patlatmaktaydım; ancak Anadolu'dan çıkmış en büyük romancılardan birinin (belki de birincisinin) ölümü, objektifimi bambaşka bir yere çevirmeme neden oldu.

Yaşar Kemal'le yirmili yaşlarımın başlarında, İnce Memed'i dört kere okuyacak kadar Yaşar Kemal sevdalısı olan sevgili dostum Sinem'in yoğun ısrarıyla tanıştım. Elbette ismen biliyordum; ancak köy romanı/romancılığı hiç ilgimi çekmediği için o güne dek okumamıştım. "Bu topraklarda doğan ve anadili Türkçe olan biri olarak Yaşar Kemal okumamış olmak ayıptır!" diyordu Sinem, haklı olarak; bu ayıbımdan beni kurtarmak için bana ilk Yaşar Kemal'imi hediye eden de o oldu: Binboğalar Efsanesi, onun romancılığı ile ilk randevum oldu. Daha sonra pek çok kitabını okudum: İnce Memed (1), Kimsecik (1-2-3), Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Bosquet ile görüşmeler, Üç Anadolu Efsanesi, Filler Sultanı ve Topal Karınca. Kütüphanemde okunmayı bekleyen Dağın Öte Yüzü Üçlemesi ve Bir Ada Hikâyesi Dörtlemesi de cabası...

Binboğalar Efsanesi ile birlikte, Sinem'in ne denli haklı olduğunu anladım: Yaşar Kemal, ucuz bir köy romancısı değildi. O, modern romanı iliklerine kadar sindirmiş Anadolulu bir romancıydı ve, yazımın başında da belirttiğim üzere, modern bir destancıydı. O, modern roman tekniklerini kullanarak destanlar yazıyor ve merâmını bu yolla dile getiriyordu.

Canım Oğlum Canım Babacığım (Ali Nesin- Aziz Nesin Mektuplaşmaları)nın ilk cildinde, Aziz Nesin bir mektubunda şöyle der: "Sartre'ın bir sözü çok tartışılmıştı. Sartre, gerikalmış ülke yazarları için şöyle diyordu aşağı yukarı: 'Ülkenin insanları yalınayaksa, yazarın görevi yazı yazmak değil, ayakkabı yapmaktır." (sy: 422, Adam Yayınları) Yaşar Kemal, benzer bir düşünceden hareket ederek yoksulluğa çevirmişti gözlerini. Ezilen, hayatın bir şans tanımadığı; yoksulluğu bir kader gibi tevekkülle kabul eden insanların hikâyesini anlatıyor ve okuruna mesaj veriyordu: Yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Yoksulluğun kutsanacak bir yanı olmadığını gösteriyordu romanlarında ve okurlarını da bu kavgasına ortak etmeye çalışıyordu. Sağlık sorunları nedeniyle katılamadığı, Bilgi Üniversitesi tarafından verilen fahri doktora ünvanı münasebetiyle düzenlenen törene gönderdiği mesajda da aynı şeyi söylüyordu: Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. “Benim kitaplarımı okuyanlar, cümle kötülüklerden arınsınlar.”

Yine de bu cümle, bir romancıya büyük diyebilmek için yeterli değildir. Daha önce başka bir yazımda da dediğim gibi, bazı yazarlar insanî açıdan o kadar doğru bir yerde durmaktadırlar ki söyledikleri mi büyük yapar onları yoksa söyleyiş şekilleri mi, karar vermekte zorlanırsınız. O halde Yaşar Kemal’i büyük yapan nedir?

Her şeyden önce kendine has Türkçesi. Bir Yaşar Kemal metni, daha ilk paragraftan kendini belli edecek kadar kendine has bir dille yazılmıştır. Onu çeviriden değil de kendi dilinden okuyabildiğimiz için gerçekten şanslıyız. Ölümüyle birlikte herkesin paylaştığı o meşhur cümleyi düşünün: “Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” Böylesine sade; ama kendi içinde melodisi olan; handiyse şiire yaklaşan bir cümlenin başka bir dile çevrilmesi mümkün mü? Anlamı çevrilebilse dahi bu müzikalitenin çevrilmesi mümkün mü? İmkânsız değil belki; ama zor, çok zor.

Onu büyük yapan bir diğer etmense yazının başından beri vurgusunu yaptığım modern destancılığıdır. Toplum Gönüllüleri Vakfı tarafından Ocak 2013’te yayımlanan Yüz Yüze 100 Yüz kitabında Didem Aydemir’e verdiği röportajda şöyle diyor yazar: Hep Karacaoğlan gibi bir âşık olmak istedim. On beş ya da on altı yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. O zaman da bir bilim adamı olmayı, doğu dünyasının folklarını, etnografyasını araştırmayı isterdim. Yaşamım boyunca bir tek değişmeyen düşüm oldu: Biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek.” Anadolu’nun âşık geleneğine bağlanmak ister Yaşar Kemal. Romanlarında da bunu görürüz. Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış isimli üç ciltlik eserinin ikinci cildinde ele aldığı İnce Memed analizi, yazarın neden bir modern destancı olarak değerlendirilmesi gerektiği sorusunu yanıtlar: İnce Memed, birçok Anadolu efsanesinde olduğu gibi dört kısımdan oluşur: Zulüm gören bir halkın resmedilmesi ve onları o zulümden kurtaracak kahramanın doğması, kahramanın müstebitle mücadele etmesi ve ardından darbe yiyerek köyden kovulması, kahramanın bütün köprüleri atarak intikama odaklanması ve günü gelince köyüne dönerek intikamını alması; devamını bilmediğimiz bir yolculuğa doğru gitmesi. (Birebir alıntı değildir. Moran'ın analizi yanımda olmadığı için aklımda kaldığı kadarıyla yazıyorum. Dileyenler İletişim Yayınları'ndan çıkan kitaba göz atabilirler. Moran, daha sonra 4 cilde çıkan İnce Memed serisinin bütününü değil, yalnızca ilk cildinin analizini yapmaktadır.)

Yaşar Kemal, roman tekniğiyle destan okuyan âşık gibidir. Çocukluğu boyunca hayalini kurduğu düşü bir anlamda gerçekleştirmiştir: Pek çok destanı kendi diliyle yeniden yazarak ölümsüz hale getirmiş, bizzat kendi hayat hikâyesini de Kimsecik serisi ile destanlaştırmıştır. Onun kitaplarında olaylar alabildiğine büyük cereyan eder. Kahvesini höpürdeterek içmek dahi yedi cihandan duyulur, çift su verilmiş çelikten kılıçlar insanların gözlerini kamaştırır, bir dedikodu başlamayagörsün; sayfalar boyu dilden dile büyüye büyüye yayılır. Modern dünyanın sorunları, sıkıntıları, yoksulluğu, acımasızlığı eski Anadolu efsanelerindeki görkemle anlatılmaktadır.

Yaşar Kemal, bizi bu destansı gerçekliğine sonuna kadar inandırmasıyla ve yanına çekmesiyle de büyük romancı ünvanını hak eder. Onun dünyasına; köye, destanlara, âşıklığa, yedi cihanı inleten kahve höpürdetmelerine, insanın iştahını kabaratan tarhana çorbasına, çift su verilmiş kılıçlara ne denli uzak olursak olalım en temelde, derinde ne demek istediğini anlarız: Yoksulluk, zorbalığa biat etmek bir kader değil. Tevekkülle boyun eğmekten vazgeçin! Hepimizin ayıbıysa bu yoksulluk, gelin el ele yok edelim onu. Sadece durduğu yer değil, durduğu yerden anlattıkları ve anlatış şekli ile büyük bir yazar olur Yaşar Kemal.

Küçücük bir blog yazısıyla Kemal'in yazarlığına bütünüyle nüfuz edebilmek imkansız. Derdim bu büyük yazarın neden büyük olduğunu kendimce dile getirmek, onu kendi dilinden okuyor olmanın mutluluğunu paylaşabilmek ve ölümünün ardından teşekkür mahiyetinde küçücük bir not bırakabilmek.

Işıklar içinde uyuması dileğiyle...

5 Şubat 2015 Perşembe

Aziz Nesin Üzerine

Sözcükler dergisi, 2015'in ilk sayısını (Ocak-Şubat 2015), doğumunun 100. yılı nedeniyle Aziz Nesin'e ayırdı. Özellikle ayırdı kelimesini tercih ediyorum; çünkü birçok edebiyat dergisinin dosyalarından farklı olarak bu sayı, bütünüyle ona ayrılmış. 20 yıl önce aramızdan ayrılan bu büyük yazarın anısını yad etmek isteyenlerin muhakkak incelemesi gereken bir sayı. Sözcükler Dergisi'nin bu sayısı vesilesiyle, Aziz Nesin'in yazarlığı ile ilgili epeydir beklettiğim bu yazıyı da tamamlamış olayım.

Bir önceki yazımda "(bazı) yazarlarda siyasi duruş o denli ön plana çıkar ki kimi kez yazarlıklarına haksızlık edilir" demiş ve Aziz Nesin'in, bu yazarlara örnek olarak verilebilecek bir yazar olduğunu söylemiştim. Bu yazımda, bu söylediğimin altını biraz olsun doldurmak gayesindeyim.

Aziz Nesin'den bahsedildiğinde çoğu kez duyduğumuz cümleler şunlardır: "Gördüğüm tüm çalışkan insanlardan daha çalışkandı.", "Eşsiz bir cesarete sahipti.", "Türkiye'deki aydınlar o öldüğünde 'Şimdi ne yapacağız?' diye düşündüler; artık düşünülmesi gereken her şeyi düşünen ve derhal faaliyete geçen bir Aziz Nesin yoktu!", "Canı pahasına düşünce özgürlüğünü savundu.", "Nesin Vakfı'nı kurarak, bir grup çocuğun kendi çektiği acıları çekmesinin önüne geçti."... Ne var ki bu cümlelerin hiçbiri, Aziz Nesin'in yazarlığına dair bir yargı içermez; hatta bu cümlelerde yazar olduğuna dair bir ipucu dahi yoktur. Hayatını bütünüyle yazı üzerine kurmuş biri için büyük bir üzüntü olsa gerek.

Aziz Nesin, bir yazar olarak, yaşadığı dönemde hep görmezden gelinmiş. Bunu yazılarında ve röportajlarında kendisi de dile getiriyor; ancak öldükten sonra da bir yazar olarak değerinin bilindiği pek söylenemez. Türk halkı ile ilgili yaptığı meşhur  tespiti (Türk halkının %60'ı aptaldır.) herkesin dilinde; ona katılan kişi sayısı da azımsanmayacak ölçüde fazla. Gülünç olanıysa, bu tespitin haklı olduğunu düşünen; ancak kendini o tespitteki küçük yüzde içerisinde değerlendiren kişilerin ciddi bir kısmının kütüphanesinde bir tane olsun Aziz Nesin kitabı yok, kiminin kütüphanesi dahi yok!

Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi ben, bir yazarın yetkinliğini gerçeği bükebilme yetisiyle ölçüyorum. Bununla ne anlatmak istediğime blogdaki bazı yazılarımda da değindim. Aziz Nesin, bu hem gerçekliği bükmüş ve dilimize "Tam Aziz Nesinlik olay!" tabirini katmış; hem de bunu tümüyle kendine has bir dil anlayışıyla yapmış büyük bir yazar. Ben, onun yazarlığını konu edindiğim bu yazıda öncelikle bu dil anlayışı üzerinde durmak istiyorum.

Nesin, kendini birkaç cümle içinde belli eden, duru ve özcü bir Türkçe ile yazar. Bu özcülük, Ataç'ınki kadar sert değildir; ancak Nesin, olabildiğince Türkçe'nin kendi sınırları içinde kalmaya gayret eder. Metinlerindeki Öztürkçeci anlayış, insanı rahatsız edecek; hatta anlaşılmazlığa varacak denli yoğun değildir; ancak Nesin, dil tartışmasında safını hemen belli eder. Diğer yandan, anlaşılma kaygısı güden ve anlaşılmanın okurun değil, yazarın problemi olduğuna inanan tavrıyla olabildiğince sade yazar. Sade ve öztürkçeci bir anlayışla yazılmış bu metinlerler hâlâ keyifle okunabiliyor. Daha önce hiç Ataç okumamış bir okur, özellikle hayatının son dönemlerinde yazdığı yazıları, söz gelimi Günce'sinin ikinci cildini okumaya kalkarsa ilk başta afallayacak ve bazı sözcüklerin (söz gelimi betik ve yır) anlamını kavrayamayacaktır; oysa değil bir Aziz Nesin kitabı, o güne değin hiçbir kitap okumamış biri için bile Nesin'in Türkçesi gürül gürül çağlamaktadır. Bu anlamda, bugün yerden yere vurulan Öztürkçecilik, öztürkçe kullanma, kelimeleri öztürkçe'den türetme vb... konular bence Nesin'in metinleri üzerinden tekrar tartışılmalıdır. (Kendi adıma bütünüyle Nesin'den ve Öztürkçecilik'ten yana olduğumu söyleyemem; ancak Nesin'in tavrı, usta bir yazarın elinden çıkmış bir Öztürkçe metnin yaşayan bir metin olabileceğini göstermektedir.)

Diğer yandan Nesin, Marquez yazısında alıntıladığım şu sözü haklı çıkartacak denli gerçeği bükebilmiş bir yazardır: Doğa sanatı, sanatın doğayı taklit ettiğinden daha fazla taklit eder. Nesin'in en bilinen eserlerinden Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz bütünüyle aziznesinlik olaylarla doludur. Burada şöyle bir soru takılabilir akla: Bu ülkede neredeyse her gün yaşanan bir yığın olayı yazın dünyasına taşımak, gerçekliği bükmek değil, bizzat gerçekliği anlatmaktır. Benim düşünceme göre, her edebî eser, öyle ya da böyle, gerçeklikten bir fotoğraf sunar; bilhassa romanlar. Sürrealist anlatımı tercih etmiş bir eserin bile ayakları bir şekilde gerçekliğe dokunur. Beri yandan hiçbir sanat eseri, gerçekliği asla bütünüyle yansıtamaz. Çektiği fotoğrafın kadrajına alabileceği şeyler sınırlıdır. Burada sanatçının tercihi devreye girer ve gerçeğin bazı öğeleri, kasıtlı olarak dışarıda bırakılır. Sanatçı, çektiği bu fotoğrafın özgerçekliğine inandırabildiği ölçüde başarılı olmuş demektir.

Bugün aziznesinlik olarak adlandırdığımız olaylar aslında bize şunu gösterir: Aziz Nesin, çektiği fotoğrafların özgerçekliğine bizi o kadar inandırmıştır ki, biz yaşananları onun fotoğraflarına benzetmeye başlarız. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'da bürokrasiye, dolayısıyla Türk insanına yöneltilen eleştiri içimize işler; gerçek hayattaki olayları, Aziz Nesin'in bu gerçekliği içinde anlamlandırmaya başlarız. Bir yazarı, bilhassa bir öykücüyü/romancıyı da büyük yapan şey en temel haliyle budur. Hayatında tek bir Aziz Nesin kitabı okumamış insanların "Aziz Nesin çok haklıydı o sözünde!" demesi ve kendisini %40'lık kesimde değerlendirmesi de tam aziznesinlik bir olaydır.

Dergi vesilesiyle hanidir beklettiğim bu yazıyı da yazmış oldum. Yine dergi sağolsun, ne zamandır Aziz Nesin okumamıştım; Okuma Güncesi ile bu uzun araya bir son verdim ve Nesin'in ne denli kaleminden kan damlayan bir okur olduğunu da görmüş oldum; ne var ki bu, başka bir yazının konusu.

Bu yazıyı, Aziz Nesin'in bir videosu ile bitirmek istiyorum. Onun o meşhur tespitindeki küçük grubun üyesi olduğunu söyleyip tek bir Nesin kitabı okumamış kişileri ve tüm ne oldum delisi insanları yerden yere vurduğu bu kısa video Türkiye'nin ciddi bir kısmının aslında nasıl bir vurdumduymazlık ve kibir içinde olduğunu çok güzel özetliyor.

27 Ocak 2015 Salı

Whiplash üzerine: Mükemmel olmak için manipülasyon kabul edilebilir mi?

Aslında bu haftaki yazım, Aziz Nesin'i konu edinen ve yıllardır tamamlanmayı bekleyen bir yazıydı; ancak, 2 haftadır herkesin dilinde olan bir film üzerine yazmak daha cazip geldiği için o yazıyı bir hafta daha bekletmeyi uygun gördüm. Genelde her bir sahnesini birkaç defa izlediğim filmler üzerine yazdım, ilk defa güncel bir film üzerine sıcağı sıcağına bir şeyler karalamış olacağım.

Damien Chazelle'nin hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği film temel olarak dünya çapında bir davulcu olmak isteyen Andrew'un okuldaki mükemmeliyetçi hocası Fletcher ile olan manipülatif ilişkisini konu ediniyor. Etüdünü yaparken, okulun en iyi orkestrasının efsanevî ve mükemmeliyetçi hocası Fletcher'ın dikkatini çeken Andrew, sabahın 06.00'sında ilk provaya davet ediliyor ve tam 3 saat boyunca bekletiliyor. Fletcher'ın manipülasyon tekniğini başat yöntem olarak kullandığı kişisel eğitim sisteminin içeriğine dair ilk ipucumuz da bu. Filmde bu manipülasyon metodunun karikatirüze denecek kadar abartılı hallerini görüyoruz: Öğrencisinin burnunun dibine girerek avazı çıktığı kadar bağırmak, kafasına sandalye fırlatmak, araba kazası geçirip kan revan içinde konsere gelen ve bagetleri tutamayan öğrencisinin gözünün yaşına bakmamak vs... Tüm bu teknikleri neden kullandığını ise film ilerledikçe anlıyoruz: "Birine yapabileceğin en büyük kötülük, ona 'Sen iyisin!' demektir." Fletcher, öğrencinin içindeki Charlie Parker'ı çıkartmak adına onu sürekli aşağılayarak manipüle etmeye dayanan eğitim yöntemini bu cümle üzerinden meşru kılıyor. Film, bu manipüle tekniğinin sonucunu, bir müzisyen-şef kavgası üzerinden gösteren bir finalle bitiyor.

İzleyiciler tarafından beğenilmiş olmasına rağmen müzisyen kesim Whiplash'i pek beğenmedi; hatta neredeyse komik bir zırvalık olarak gördü. "Müzisyen bir Rocky anlatımı gibi!" diyen dahi var. Amatör bir müzisyen olarak, bu yorumlara pek katılmıyorum ve bu yorumun filmin  merkezini ıskalayan bir yorum olduğunu düşünüyorum. Whiplash, bir davulcu ve hocası arasındaki manipülatif ilişkiyi konu edinen bir film; ancak bu, ona bir müzik filmi dememiz için yeterli bir sebep değil. Nasıl ki Haneke'nin La pianiste'i, Polanski'nin Pianist'i birer müzik filmi değilse, bu film de bir müzik filmi değil. Merkezindeki sorulara (Mükemmel olmak adına eğitimde manipülatif bir yöntem kabul edilebilir mi? Sanatta mükemmel olmak yegâne gaye midir? Ya mükemmelsin ya da bir hiçsin düşüncesi doğru mudur?) müzik üzerinden ulaşmayı deneyen bir film.

Whiplash, blogda Petros Amca ile Tutku Dersleri başlığında yazdığım, Apostolos Doxiadis'in Petros Amca ve Goldbach Sanısı'nda da geçen bu soruyu, müzik üzerinden yanıtlamaya çalışıyor. Bahsettiğim kitapta da ana karakterimiz, 250 yıldır çözülememiş bir sanıyı çözerek altın heykelini diğer matematikçilerin yanına diktirmeyi kendisine hedef edinmiş ve bunun dışındaki hayatı yaşanmaya değmez olarak değerlendiren bir matematikçiydi. Whiplash, merkezindeki soruları izleyicinin kafasında canlandırmak için bir müzisyeni kullanıyor; bu, bir müzik filmi olmak için yeterli sebep değil. Whiplash, Milos Forman'ın Amadeus'u, Clint Eastwood'un Bird'ü ya da Taylor Hackford'un Ray'i gibi ana kişisi nedeniyle odak noktalarından biri de müzik olan bir film değil. Burada müzik ve daha özelinde davulculuk, sadece bir araç.

Popüler sinema, karikatürizasyonu seven bir sinema. Olayların abartılı bir şekilde cereyan etmesi, adeta popüler sinemanın alameti farikası. Pek çok kişinin hayranlıkla izlediği Avatar da aslında bir karikatürizasyon: Kızılderililerin katledilmesinden duyulan toplumsal vicdan azabının karikatürize bir hali. Bugün bir boksörle konuşsak ve Rocky serisi ile ilgili yorumlarını dinlesek alacağımız yanıt, büyük olasılıkla, "Karikatür gibi." olacaktır.

Yanlış hatırlamıyorsam Haldun Taner'e ait bir sözdü: "Tiyatro bir aynadır; kabare ise dev aynasıdır." Kabare tiyatrosu, olayları abartarak ve büyüterek izleyicinin gözüne sokmak gayesindedir. Bu, bir anlamda karikatür için de söylenebilecek bir söz. Karikatür, kasıtlı olarak yanlış ve abartılı çizimler ya da durumlar üzerinden hareket eder: Normalden büyük burunlar, kocaman kafalar, orantısız açılmış ağızlar, absürd tepkiler... Tüm bu abartılar, karikatürün temel enstrümanlarıdır.

Herhangi bir film popüler sinema diline uygun olarak yapılacaksa muhakkak bu karikatürize durumlardan yararlanmalıdır, aksi halde istediği başarıyı elde edemez. Rocky serisi, gerçek bir boks müsabakası üzerinden anlatılırsa aynı gişeye ulaşamaz. Bu nedenle, özellikle dördüncü filmde zirveye çıkan bir karikatürizasyona başvurulur: Bir boksör, ringde döve döve öldürülür, üstelik karşısındaki çam yarmasında en ufak bir yara dahi yoktur. Rus boksör, sanki hiçbir şey olmamış da sinek ölmüş gibi "Ölürse ölür!" deyip kestirip atar. Bu abartı, popüler sinema dilinin olmazsa olmazıdır. Çağan Irmak'ın filmlerinden bir örnek verelim: Babam ve Oğlum'da baba karakterinin kollarını açtığı sahneyi düşünün. Bugüne dek, herhangi bir cenazede böyle bir sahne gördünüz mü? Bu, oğlunun ölümünden kendini sorumlu tutan bir babanın vicdan azabının karikatürize edilmiş, bir diğer deyişle kasten abartılmış halidir ve teatrel bir havada cereyan eder: Diğer oğlu koşarak babasını yıkar geçer ve biz de kıssadan hissemizi almış oluruz. Ertem Eğilmez'in Gülen Gözler'indeki son sahne: Vecihi, uçakla evden içeri girer. Karikatür abartısında bir sahnedir.

Whiplash, ilgiyi üzerinde toplayıp gişe başarısı sağlayabilmek adına bu karikatürizasyondan yararlanıyor: Andrew'un etüd yapmaktan elleri kanamaya başlıyor, Fletcher'dan dayak yiyor, ölümcül bir kaza geçirmesine rağmen hâlâ konsere çıkıp çalmaya çalışıyor vs... Gerçekçi mi? Elbette değil ve zaten amacı da gerçekçi olmak değil. Peki kendi gerçekliğine inandırabiliyor mu?

İşte asıl soru bu, kendi gerçekliğine inandırabiliyor mu? Ben bu sorunun yanıtının evet olduğu kanaatindeyim. Bunların her biri kafayı dünyanın en büyük caz davulcusu olmakla bozmuş, bu uğurda henüz yeni başladığı bir ilişkisini bile bir kalemde silebilecek, kendine güvendiği tek an, Fletcher'ın orkestrasına kabul edildiğini öğrendiği an olan, takıntı ile tutku arasında bocalayan ergenlik sürecinin sonundaki bir gencin kendini kanıtlama çabaları. Bu filmin müziğe tutunduğu tek nokta, bu gencin tutkusunun davul çalmak olması. Daha önce de belirttiğim gibi, Petros Amca ve Goldbach Sanısı'nda da baş karakterin yegâne derdi heykelini Archimedes'in yanına diktirebilmekti ve ona göre bilimde ikincilere yer yoktu; ya birinciydin ya da hiçbir şey. Altından bir vasat bile en nihayetinde sadece "vasat"tı. Bu anlamda o kitap ne kadar matematik romanı ise, bu da o kadar müzik filmi. "Evet; ama çok yüzeysel!" Popüler sinema içinde değerlendirilebilecek bir filmin çok katmanlı olması, yapısı ve kullandığı enstrümanlar nedeniyle imkansız değilse de pek mümkün değil. Whiplash de popüler sinema dilinde yazılmış ve çekilmiş bir film; değerlendirmesi de buna göre yapılmalı.

Bunun bir ispatı olarak, yukarıda da adını geçirdiğim, Haneke filmini düşünün. Cannes'dan jüri büyük ödülü, en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödülleri ile dönmüş ve mükemmeliyetçi bir piyano hocasının öğrencisi ile sadist-mazoşist aşk ilişkisini anlatan bu filmin izleyicisi ile Whiplash'in izleyicisini kıyaslayın. Haneke'nin filmini, popüler sinemanın enstrümanları ile değerlendirirseniz "Otur, sıfır!" dersiniz. Gişe başarısını başat problemlerinden biri kabul eden filmlerin uymak zorunda oldukları kimi kurallar vardır: Bol diyalog, yoğun kamera geçişleri, az suskunluk, yüksek tansiyon, akılda kalan sahneler, abartı/ karikatürizasyon vs... Whiplash, aslında sadece bu kurala uyuyor.

Bu filmin eleştirisini müzisyenlik üzerinden yapmak, bence bir haksızlık. Benim kanaatime göre Whiplash, amacına ulaşmak için bir müzisyeni ve hocasını kullanan, popüler sinema diliyle derdini anlatmaya çalışan hoş bir seyirlik.

22 Ocak 2015 Perşembe

5 Kırılma Noktası

Uzun bir zaman sonra tekrar merhaba!

Marquez'in ölümünün ardından yazdığım yazının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti; ancak ben bir türlü yeni bir yazı yazmadım. Umarım bu, düzenli bir yazma düzenine geçeceğimi müjdeleyen bir yazı olur. Neredeyse 1 yıllık bir aranın ardından merhaba!

Eylül ayında, sevgili Kerem Işık'ın "Elim sende!"sine cevap olarak hazırladığım 10 kitaptan oluşan bir liste vardı. "En sevdiğim 10 kitap"tan oluşan bu liste, neden bilmiyorum, daha sonra uzunca bir süre beni rahatsız etti. Aslında böyle listeleri, pek çok kişinin aksine, yararlı bulurum. Zevkine güvendiğiniz insanlardan alınan bu "En iyi" listeleri, okuma rotanızı belirlemede yararlı olabiliyor; sonradan yapılan tartışmalar da ayrı bir keyifli oluyor. Yine de liste hazırlama konusunda, hızla değişen zevklerimden olsa gerek, pek başarılı değilim. Kimi zaman, yakın dönemde okuduğum bir kitap beni öyle derinden etkiliyor ki, bir anda hazırladığım liste alt üst olabiliyor. Üstelik bu değişim, kitabın gücüne bağlı olarak, tek bir kitapla sınırlı kalmayabiliyor. Kitabın gücünden kastım nedir?
Marquez yazısında değindiğim bir kavram vardı: Bükülmüş Gerçeklik. Ben bir kitabı, gerçekliği bükebilme yetisine göre değerlendiriyorum. Bu güç ne kadar büyükse, hazırlanan listelerin değişmesinde de o kadar etkili oluyor. Uzun bir süredir beklettiğim bir Dostoyevski romanını, söz gelimi "Karamazov Kardeşler"i okuduğumda, klasik anlatının gücü beni o denli çekiyor ki listedeki modernist romanlar gözüme batmaya başlıyor veya. Kitaplığın bir köşesinde unuttuğum"Şato", son sayfalarını çevirdiğimde gerçekliği öyle bir bükmüş oluyor ki o listeye modernist çizgideki anlatıları dizmeye başlıyorum. Bu nedenle, bir durağanlık sağlayamadığım için bir türlü "En sevdiğim kitaplar" listesi çıkartmayı başaramıyorum. Yakın zamanda hazırlamış olmama karşın şu anda bile o listeye dahil etmek istediğim (ve bunun tabii sonucu olarak çıkartmak istediğim) kitaplar yer alıyor.
Elbette bu tür listelerin kaderi de biraz bu: Değişmek zorundalar. Güzellikleri de buradan geliyor; ancak söz konusu olan "En sevilen kitaplar" olunca, değişim hızı o denli yüksek oluyor ki kimi zaman bu listeler inandırıcılıklarını kaybetmeye başlıyorlar. Bu nedenle, Kerem Işık'a gecikmeli de olsa buradan yanıt veriyorum; ancak farklı ve biraz daha durağan olduğuna inandığım bir listeyle: "Edebiyat algımda kırılmaya neden olan 5 yazar ve nedenleri"

George Orwell: Orwell'ı, edebiyattaki ilk kırılma noktam kabul ediyorum. 2005 yılının şubat ayında "Hayvan Çiftliği" ile tanıştığım bu yazarı listeye dahil etme nedenlerimden bazılarını Kitap-lık dergisinin 175. sayısında (Eylül-Ekim 2014) yayımlanan "Distopik Roman ve Felaket Tellalı George Orwell Üzerine Bir Deneme" başlıklı yazımda belirtmiştim. Yine de bu sebepler, benim hayatımdaki kırılma noktası olmasını açıklamaktan ziyade bir romancı olarak distopyada neden bu kadar ön plana çıktığı sorusuna yanıt vermeye çalışıyordu.
2005 yılında "Hayvan Çiftliği"ni okurken sarsılmış, kitabın büyüsüne kendimi kaptırmıştım. O güne değin okuduğum kitaplardan farklı olarak günlerce aklımdan çıkmamış, tekrar tekrar kendini okutmuştu. Diğer yandan, böylesine karmaşık bir meselenin, alegorik bir anlatıyla, neredeyse okumayı yeni öğrenmiş bir çocuğun dahi anlayabileceği kadar sade bir biçimde anlatılmasına hayran kalmıştım. Bu hissi, aradan 10 yıl geçmesine rağmen, bugün de çok değerli buluyorum. Orwell, iyi bir romanın, daha doğrusu bir metnin, daha derinlerde bir yerde bir merkezinin olması gerektiği düşüncesini bana geçiren ilk yazardır.
Bazı yazarlar vardır ki siyasal meseleleri sürekli olarak gündemlerinde tutarlar ve duruşları o kadar insanidir ki anlattıkları meseledeki duruşlarına hak verdiğiniz için mi, yoksa gerçekten büyük bir yazar olduğu için mi değerli olduklarına bir türlü karar veremezsiniz. Bu yazarlarda siyasi duruş o denli ön plana çıkar ki kimi kez yazarlıklarına haksızlık edilir. (Bizim edebiyatımızdaki en güzel örneği Aziz Nesin'dir. Kendisi ile ilgili yazılarda diğer aydınlara dahi cesaret veren korkusuzluğundan; bitmek bilmez çalışkanlığından, "Her şeyden önce insan!" demesinden o denli dem vurulur ki bu önemli yazarın edebî yanı gölgede kalır.) Orwell da bundan nasibini alan yazarlardan biridir. Bugün, yalnızca iktidarın eziciliğini özetleyen dört kelimelik "Büyük Birader seni izliyor!" cümlesiyle anılıyorsa da Orwell, iyi ürünler vermenin çok zor olduğunu düşündüğüm distopya türünde, ucuzluğa kaçmayan sadeliği ile kalıcı eserler vermeyi başarmış birkaç yazardan biri.

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski:  Edebiyatla biraz olsun ilgilenen herkesin yolunun günü gelince kesişeceği bazı yazarlar vardır. Bu uzun yazarlar listesinin ilk 5'i içerisinde yer alan yazarlardan biri de şüphesiz Dostoyevski. Onu, pek çok kez okumaya kalkışmış; ancak bir türlü derinliğine vâkıf olamamıştım; gerçek anlamda tanışmamız 2007 yılının ekim ayında oldu.

"Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi, Dostoyevski'yi de keşfetmek insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilk gençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz." Suç ve Ceza'nın İletişim Yayınları'ndan çıkan baskısının arka kapağında yer alan bu sözler Borges'e ait. Dostoyevski ile ilgili hemen herkesin ortak bir yargısıdır: Onunla -genelde- 20'li yaşlarınızın başında tanışırsınız. Benim için de öyle oldu ve 20 yaşında tanıştığım bu adamın insan ruhunun en derin noktalarına kadar inmesine hayran kaldım. Tutku dolu kişiliğiyle sevdiği şeylerden aynı zamanda nefret eden, nefret ettiği şeyleri ruhunun derinliklerinde bir yerde tarifsizce seven; acı çeken, beri yandan bu çektiği acıdan zevk alan insanlar fırlıyordu Dostoyevski'nin kaleminden. 20'li yaşlar, bu nedenle Dostoyevski ile tanışma yaşlarıydı. O, kendisinin karanlık noktalarını keşfetmekten korkmayan, ruhundaki tezatlıkları öğrenmekten çekinmeyen bir okuyucu istiyordu; gençliğin verdiği asiliği, inancı-inançsızlığı, tutkuyu, kafa karışıklığını, kendi içinde neler olup bittiğine dair merakı, öfkeyi... arzulayan bir yazardı. Vazgeçemediği tezatlıklar vardı: Ölüm-yaşam, acı-mutluluk, inanç-inançsızlık, zalimlik-vicdan azabı... Bir Dostoyevski kitabının tadına varılabilmesi için tüm bunların okuyucunun da ruhunda olması gerekir ve bu duygular, ancak ergenliğin sona ermesi, gençliğin başlaması ile insanın ruhunda canlanmaya başlar. İçinde çelişkiler olmayan, kendinden bütünüyle emin birinin Dostoyevski'yi gerçekten anlayabileceğinden şüpheliyim.
Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler Okuma Güncesi"nde de yazdığım gibi, climaxler yaparak tüm bunları mizansenler üzerinden anlatmasıyla beni derinden etkiledi. Bugün de Dostoyevski'nin en ufak bir şeyi bile ıskalamayan kurgu kabiliyetine ve duyguları canlandırabilme, romandaki kişileri kanlı canlı hale getirebilme yeteneğine hayranım.


Bilge Karasu: Kırılma noktam olan 5 yazar içinden hakkında bir şeyler karalaması en zor olan yazar Bilge Karasu. Onunla sadece bir kere karşılaştık ve beni allak bullak etti.  Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı okurken öyküyle, öykünün enstrümanlarıyla romanın derinliğine inebilen bir yazarla tanıştım. Hem işlediği konu ağırdı, hem de her cümlesine, hatta bir şairin titizliğiyle her bir kelimesine dikkat edilmiş bir metin vardı; bu nedenle kitabı okurken, çok yoğun bir tatlı yiyormuş gibi hissetmiştim kendimi. Her geçen cümle damağımda ayrı bir tat bırakıyordu ve ben, ister istemez, bu cümbüşü bir yerde kesip o ana kadar okuduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Bu kitap beni öylesine etkiledi ki, pek çok Bilge Karasu kitabı almama rağmen bir türlü okumaya cesaret edemedim. Bu efsunlu okuma sürecinin büyüsünün dağılacağından endişe ettiğim için de Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı da bir daha okumadım; ama edebiyat algım bir kez daha kırılmıştı. İyi bir metnin, hem dil hem de kurgu açısından çok katmanlı olması gerektiğini bana anlatan yazar Bilge Karasu olmuştur.

Oğuz Atay: Atay'la ilgili daha önce de yazdım aslında. Gerçi yazının ana konusu Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım'ıydı; ama yine de az da olsa benim için önemini dile getirmiştim. Berna Moran'ın "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak adlandırdığı Tutunamayanlar'ı çok önce almış olmama rağmen ancak Bilge Karasu ile olan yolculuğumu bitirdikten sonra okuyabildim. O zamanlar tam olarak ne anladığımı, neyi sindirip neyi sindirmediğimi kavrayamamış; romanın ciddi bir bölümünü anlamlandıramamıştım; ne var ki zaman geçtikçe bu romanın içimdeki yolculuğunun devam ettiğini fark ettim. En ufak bir etki bırakmadığını düşündüğüm o cümleler deryasından bir sürü şey yapışmıştı üzerime. Bugün, bu hissin, Atay'ın gerçekliği ne denli büken biri olduğunun kanıtı olduğunu düşünüyorum. Bu roman, aynı zamanda modern roman tekniklerinin Türkçe'de nasıl çalışabileceğini, nasıl bir dünya yaratılabileceğini göstermesi bakımından da benim için önemliydi. Bir anda şiir yazmaya başlıyor, noktalama işaretleri kullanmadan sayfalarca yazıyor, ardından tuhaf bir biyografiye geçiyor... Atay, romanda biçimi değiştirmeye, anlaşılamama pahasına cesaret eden birkaç yazardan biriydi. Merkezi o kadar gizliyordu ki insanlar "Aklına gelen her şeyi yazmış bu adam!" diye tepkiler veriyorlardı; oysa Tutunamayanlar, biçimin içerikle ahenginin en yüksek olduğu romanlardan biriydi. Bugün baktığımda, hem anlatım biçiminin ve kendine has dilinin, hem de karakterlerinin tutunamama haline duyduğu hüzün ve çaresizlik ile karışık merhamet duygusunun benim için çok kıymetli olduğunu söyleyebilirim.

Jose Saramago: Saramago ile bundan 4 yıl önce tanıştım. İnsanla ilgili çok temel bir problemi, söz gelimi ölüm gerçeğini, bir imkânsız üzerinden (ölümün faaliyetlerine son vermesi) anlatıp psikolojik ve -daha çok- sosyolojik gerçekler seriyordu insanın önüne. Dostoyevski gibi,  karanlık dehlizlere giriyor; ancak odağına bireyi değil, toplumu alıyordu. Dostoyevski'nin odağı bireydi: Bireyin çelişkileri, ikircikleri, gel-gitleri... Saramago ise, imkânsız bir durumdan yola çıkarak toplumun ruhunu tartmaya çalışıyordu. Bir ateist olmasına rağmen, romanındaki anlatıcının tanrısallığı o güne kadar okuduğum romanların hepsinden daha yüksekti; öyle ki Saramago, tanrısı olduğu bu roman dünyasında bir imkânsızı mümkün kılarak oyunu açıyor ve ondan sonra neler olduğunu işi aceleye getirmeden anlatıyor gibiydi.
Beni etkilemiş yazarlar elbette sadece buraya aldığım 5 yazarla sınırlı değil. Hayatımın çeşitli dönemlerinde başımı döndüren pek çok yazar oldu; ancak bu saydığım 5 yazarı okuduktan sonra içimde bir şeylerin değiştiğini, edebiyat algımın farklı bir yere kaydığını, bir kırılma yaşadığımı hissettim. Sevgili Kerem Işık'ın "elim sende"sine, değişme hızı oldukça yüksek olan o 10 kitaplık listenin yanısıra bu 5 yazarlık ikinci bir liste ile de yanıt veriyor ve ekliyorum: Elim sende Kerem Işık!