18 Nisan 2014 Cuma

Marquez'in Ardından Kırmızı Pazartesi'yi Yazmak

Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez dün hayatını kaybetti. Marquez'in ölümü dünyaya "Edebiyat dünyası bir büyük yazarını kaybetti." şeklinde duyruldu; "Yüzyıllık Yalnızlık"ın yazarı mezarına büyük yazar ünvanıyla gitti. Bu ünvanı hak etmesinin sebebinin 1982 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü olduğunu sanmıyorum; en azından "yeter sebep" değil. Nitekim 1901 yılından beri verilen bu ödüle sahip olan her yazar bu ünvanla anılmıyor. Marquez, her yazara nasip olmayan bu ünvanı, gerçekliği bükebilme yetisinin büyüklüğü sayesinde kazandı. "Yüzyıllık Yalnızlık" ile gerçekliği öyle bir bükmüştü ki artık bu kurgusal ve büyülü gerçeklik, gerçekliğin  ta kendisi olmuştu. Peki bükülmüş gerçeklik ile kast ettiğim ne?
Büyük yazarlar, dil ve kurgu anlayışlarıyla gerçekliği öyle bir bükerler ki biz artık gerçek hayatı metinlerle karıştırmaya, metinler üzerinden anlamaya başlarız: Yaşadığımız kısırdöngü sıkıntıları; insanın kaderi, iç dünyası ve bürokrasi karşısındaki acizliğini kafkaesk bulmaya başlarız. Bir yanımızla istediğimiz bir şeyden öteki yanımızla sonsuz nefret etmemiz, nefret ettiğimiz şeyleri için için arzulamamız; yaşama tutkuyla bağlı olup aynı anda ölmeyi dilememiz vs... ruhumuzun bütün bu tezatlıkları Dostoyevski'nin roman kahramanları gibi hissetmemize neden olur. Gelişen teknoloji, insan ruhunun karanlık yanlarıyla birleşince, hele bir de buna iktidarın dayanılmaz çekiciliği eklenince hayat ne kadar da Orwellvaridir! Büyük yazarlar, gerçekliği öyle bir bükerler ki Oscar Wilde haklı çıkar: Doğa, sanatı sanatın doğayı taklit ettiğinden daha fazla taklit eder.
Gabriel Garcia Marquez'le tanışmam (hadi dürüst olayım, ismini duymam), birçok kişi gibi Yüzyıllık Yalnızlık ile oldu, ne var ki ilk okuduğum romanı büyülü gerçekçiliğin bu kült eseri değil, Türkçe'de Kırmızı Pazartesi başlığı ve "İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü" alt başlığıyla yayımlanan romanı oldu. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolanmayı seven ve bu dehlizlerde rehberlik edebilecek yazarları özellikle takip eden biri olduğum için bu alt başlık -ki romanın orjinal adını daha iyi karşılar- beni cezbetmişti: İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayet, gelecek zaman kipinden hikaye geçmiş zaman kipine (Göz göre göre işlediler cinayeti!) nasıl geçiş yapıyordu? Bu kısa roman, en yalın haliyle aslında bu geçişin doğrusal olmayan bir zaman çizgisinde ilerleyen kurgusal öyküsünü bir gazeteci mantığıyla anlatıyordu.
Marquez'in Saramagovari (gerçekliği fazlaca büken bir yıldız daha) bir tatla açtığı roman ilerleyen sayfalarında yukarıda sözünü ettiğim karanlık dehlizlerden kesitler sunuyordu. Kim olduğunu bilmediğimiz bir anlatıcı, yanına okuru da alarak zifiri karanlık o dehlizlerde elinde bir el feneriyle dolanıyor ve Santiago Nasar'ın göz göre göre ölüme gidişini aydınlatmaya çabalıyordu. Bir korku tünelini andıran bu dehlizde el fenerinden yayılan ışık huzmesi kimin yüzünü aydınlatıyorsa o kişi Nasar'ın öldürülmesi ile ilgili bildiği veya duyduğu şeyleri anlatıyor ve bir anlamda kendini aklamaya çalışıyordu: "Ellerinden silahı almıştım.", "Şaka yapıyorlar sandım.", "Birileri elbet engel olur diye düşündüm.", "Gerçekten yapabileceklerini hiç düşünmemiştim."... Sarı ışığa boğulmuş yüzlerden bu cümleler dökülüyordu roman boyunca ve bir gazeteci gibi olayları yorumsuz aktaran anlatıcımıza inat fenerin sarı ışığı bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi.
Kırmızı Pazartesi, birkaç katmanda değerlendirilebilecek bir roman. İlk önce en yüzeysel haline bir bakalım: Roman, vahşi bir namus cinayetini, doğrusal olmayan bir zaman çizgisinde anlatır. Bir alt katmanda ise kadraja aldığı toplumdaki namus ve erkeklik kavramlarının sorgulanması vardır: Burası kızlık zarının bir namus timsali olduğu ve erkeklerin birbirlerine horozlandığı bir toprak parçasıdır. Tanıdık geldi mi?
Biraz daha derine inelim: Kırmızı Pazartesi'nin insanları, bu namus cinayetini en ince detayına kadar bilmektedirler. Kadrajdaki insanlar bir topluluk hayatı sürmektedirler. Cinayetin işleneceğini bilirler; ama küçük birkaç engelleme haricinde hiçbir şey yapmazlar. Yukarıda da bahsettiğim gibi, güler geçerler, inanmazlar, nasıl olsa biri engel olacaktır diye düşünürler... Marquez sosyolojik bir tespit yapar: Toplum halinde yaşayan bireyler felaketi önlemek için çaba harcamazlar. Sembolik önlemler alarak, görmezden gelerek, "Yok canım olmaz öyle şey!" diyerek gerçeği ıskalarlar. Bireyler bir araya gelerek toplumu oluştururlar; ama toplum bir kez oluştuktan sonra tek tek bireylerden ayrı bir olgu gibi davranır. Birey topluluk içindeyken şöyle düşünür: Nasıl olsa biri bu felaketi önler. Topluluk, insan ruhunu tembelleştirir ve sorumluluğu başkasına atmasına, en azından ertelemesine olanak sağlar. Buradan romanın en derinindeki yere, merkezine varırız: Birey, toplumun başına gelen bir felaketten kendini sorumlu tutmaz. Küçük tefek önlemleri, "Elimden geleni yaptım." diyerek kendini temize çıkartma delilleri olarak ortaya koyar. Kendini suçlamaz, ta ki gerçek bütün soğukluğu ve sertliği ile karşısına çıkana kadar; ama artık iş işten geçmiştir.
Marquez'in büyüklüğü bu çok katmanlı yapıyı metne ustalıkla yedirebilmesidir. Anlatıcı aynı Marquez gibi, bir gazeteci mantığıyla olayı anlatmaya çalışır bize; objektiftir, bir yorumda bulunmaz, hiç kimseyi suçlamaz; fakat fenerin sarı ışığı bir şeyler söylemek ister gibidir. Anlatıcının objektifliği ilk başta bir büyülü gerçekçilik metniyle karşı karşıya olduğumuz hissi yaratır. Marquez, Paris Review'a verdiği röportajda büyülü gerçekçiliğin özünü şöyle açıklar: Bu, edebiyata da uyarlayabileceğiniz bir gazetecilik hilesidir. Eğer "Gökte uçan filler var." derseniz insanlar size inamayacaktır; ancak "Gökyüzünde uçan 425 tane fil var." derseniz insanlar büyük olasııkla size inanacaklardır. Kırmızı Pazartesi'deki olayların gelişimi ve bu gelişime kimsenin dur dememesi gerçek olamayacak kadar sıradışıdır sanki, tek bir olay farklı cereyan etse o felaket yaşanmayacak gibidir. Sanki o an kentin üzerine bir büyü yapılmıştır da olmayacak bir şey olmuştur; fakat fenerin sarı ışığı bir kez daha devreye girer: Büyüden kurtul, bu senin öz gerçekliğin!
Gabriel Garcia Marquez'in ölümüyle birlikte kağıt-zaman gerçekliğini büken büyük bir yıldız kaydı. Bu yazı da, adı büyülü gerçeklikle özdeşleşmiş bu büyük yıldıza bir veda olsun...