28 Kasım 2020 Cumartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Bakir İntiharlar

Middlesex'i bitirir bitirmez, Bakir İntiharlar'a başladım; ne var ki bir türlü yeni bir yazıya başlayamadım. Bunun en önemli sebebi, romanın merkezini hâlâ kafamda konumlandıramamam. Üçte birine yakın bir kısmını okudum; ama kafamda hâlâ bir arayış halindeyim: Peki neye dikkatimi çekmek istiyorsun?

Yeni bir romana başladığımda, bu soruyu çok temkinli bir şekilde soruyorum. Hele hele Euginedes gibi "kolay yazan" yazarlarda, bu ihtiyatım daha üst seviyeye çıkıyor. Sebebi basit: Genelde merkez hissiyle yöneldiğim şeyler, aslında yazarın akıcı dili sayesinde yüzeyde olanlara yönelik ilk izlenimler oluyor. Bu nedenle, ayaklarım yere sağlam basana kadar pek bir şey söylememeye gayret ediyorum.

Bu yazıda, biraz kenarından dolaşayım: Uzun zamandır, şöyle akıp giden; içinde kaybolmaktan mutluluk duyduğum ve müthiş bir merakla sayfalarını çevirdiğim kitaplar okumamıştım. Edebiyat küçüklüğümden beri bir sığınak oldu benim için; dönem dönem yaşadığım yoğunluklar sebebiyle hayatımdaki yeri, ben farkına varmadan azalmaya başladığı zamanlarda hep kuruduğumu hissettim. Euginedes gibi yazarlar, böyle zamanlarda bir kurtarıcı gibi imdada yetişiyorlar. Sayfalarında kaybolduğum kitaplar, içimin tekrar yeşillenmesini sağlıyor.

22 Kasım 2020 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex ve Yabancılık Duygusu

Kitabı birkaç gün önce bitirdim. Başından beri şunu sordum kendime: Neden bu kitabın merkezinde hermafrodit bir birey var? Bu soru, içinde kaybolduğum sayfalar boyunca beynimi kurcaladı durdu, Neden? Önemsiz gibi görünse de, bu sorunun yanıtının oldukça önemli; hatta romanın merkezi ile birebir ilintili olduğunu düşünüyorum.

Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı isimli kitabında rastladığım ve o günden bu yana sıklıkla kullandığım merkez kavramını anlamak, bir roman okuru için oldukça önemli. Bu kavramı blogdaki başka yazılarımda daha önce de açıklamıştım. Peki Middlesex'in merkezi ne? Hermafrodit bir bireyin yaşadığı sıkıntılar mı? Hayır! Bu sadece, merkeze gitmek için kullandığımız bir yol, o kadar.

Geçen hafta okuduğum kısımdan sonra kafamda bir anda şimşek çaktı: Bursa'da başlayan bir macera; Kurtuluş Savaşı'nın sonlarında, köylerinden kaçıp Amerika'da öteki olan iki kardeş. Ensest ilişkilerini ömür boyu gizleyen iki ötekinin torunu, hermafrodit bir öteki. Anadolu'da iki yabancı, Amerika'da iki yabancı; aynı bedende birbirine yabancı iki kişiyi taşıyan bambaşka bir öteki. Yaşadıkları, nefes aldıkları toprakta tam kök salamayan; hep bir şekilde dışarıda kalan insanlar ve bir anlamda, onların acısının sembolü Cal.

Bence, Jeffrey Eugenides'in ustalığı tam da burada yatıyor. Hermafrodit bir bireyin gençlik bunalımları, kendi vücudunu, kendini anlama çabasını izlerken; bir yandan da, derinlerde bir yerde, bir şekilde köksüz kalmış insanların, ötekilerin acısını duyuyoruz.

Don Quijote'nin seyir defteri, yine Euginedes'ten Bakir İntiharlar ile devam edecek.

İyi pazarlar!

11 Kasım 2020 Çarşamba

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex ile Geçmişi Derinleştirmek

Benim neslim bilir; Muzaffer İzgü ve Gülten Dayıoğlu, sıklıkla okulları gezer ve çocuklarla hem söyleşi yapar, hem de sonrasında kitaplarını imzalarlardı. Neden bilinmez; ama edebiyatla hiç ilgisi olmayan arkadaşlarım dahi bu organizasyonlarda bir heyecanlandırlardı. Sanırım bunun esas kaynağı "meşhur olduğu söylenen" birini tanımanın o tuhaf tadıydı. Aklımda kaldığı kadarıyla Muzaffer İzgü okula geldiğinde, Andımız töreninden önce bir konuşma yapmış ve mini hikâye anlatmıştı. Ne anlattığı aklımda kalmamış; fakat sonrasında şöyle bir şey demişti: "Bu hikâyedeki kızı kiminiz uzun, kiminiz kısa, kiminiz siyah, kiminiz sarı saçlı hayal etmiştir." Kelimesi kelimesine aklımda değil; ama buna benzer, edebiyatın tahayyül gücüne müspet etkisini vurgulayan; sanırım hayal gücümüz gelişsin diye edebiyata meyletmemizi söyleyen bir konuşmaydı. Edebiyatımızda bir dönem sert rüzgârlar estirmiş; "Edebiyat, toplumsal sorunlara parmak basmak ve toplumu bir adım ileri götürmek için yapılan bir uğraştır." düşüncesini merkez alan bir yerden bakıyordu, en azından zihnimde öyle kalmış. Biz de edebiyatı, zevk almaktan öte, daha ileri gitmek için okumalıydık.

20'li yaşlarımın başlarında, Suç ve Ceza'yı okurken, kimi zaman durur ve satırların kafamda canlandırdığı imge üzerine düşünürdüm. Hayretle fark ederdim ki, olayların çoğu küçüklüğümde cici anne bildiğim Saadet Teyze'nin evinde geçerdi. Neden bilmiyorum; ama kendimi satırlar arasında kaybedip zihnimde bir şeyler canlanmaya başladığında ne zaman durup zihnimin fotoğrafına baksam aynı evi görüyordum. Benzer şekilde, Raskolnikov'un hasta bir şekilde yattığı odası, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, en son 6-7 yıl önce gördüğüm bir arkadaşımın evi olarak zihnimde tezahür ediyordu. Şimdi Middlesex'i okurken de, zihnimdeki fotoğrafa baktığım zaman, geçmişimden kopup gelmiş türlü mekânlar görüyorum. Bazıları o kadar kuytu köşelerde kalmış ki, zihnimde canlanan resimdeki mekânın nereye ait olduğunu hatırlamak için hafızamı deşmem; biraz naftalin kokusunu içime çekmem gerekiyor. Bazıları ise çok tanıdık; ama bir o kadar da alakasız: "Neden zihnim bu kısımda, böyle bir mekânı seçti ki?" diyorum.

Edebiyatın bu derinleştirici etkisine bugün de hayranım; belki de roman sanatının en güçlü olan yanı bu: Benim geçmişimi, benim mekanlarımı; bambaşka olaylarla, anılarla, kişilerle dolduruyor ve derinleştiriyor. İşin benim için en heyecan verici kısmı, farklı kişilerin zihninde tezahür ederken aynı romanın aynı insanlar ve aynı olaylar ile farklı mekânları derinleştirmesi.

Bu hayranlık, edebiyat beni daha ileri götürdüğü için değil; bilâkis, geçmişimi derinleştirdiği için vücut buluyor. Sanırım ben bu konuda Orhan Pamuk gibi düşünüyorum: "Bir kitap, her şeyden önce kitap okuma zevki için yazılır." Hadi ukalaca bir ekleme yapayım: "Ve bir okur romanları, kendi mekânlarını; bambaşka olaylarla, kişilerle, anılarla doldurup derinleştirerek geçmişini bir cümbüş haline getirmenin keyfi için okur."

9 Kasım 2020 Pazartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex'in Sayfalarında Marquez'le Dolaşmak

Yanlış hatırlamıyorsam The Paris Review'a verdiği röportajda Marquez, bugün büyülü gerçekçilik diye adlandırdığımız türün püf noktasını anlatıyordu. Unutulmaz romanı Yüzyıllık Yalnızlık'ta bir gazetecilik tekniğini romana uyarladığını söyler: "Örneğin, gökyüzünde uçan filler var derseniz insanlar size inanmayacaktır; ancak gökyüzünde 425 filin uçtuğunu söylerseniz, insanlar muhtemelen size inanacaktır." Marquez, nevi şahsına münhasır romanını, büyükannesinin en sıra dışı ya da korkutucu olayları bile kayıtsız bir tonda anlatmasına öykünerek; kredibilite sağlayabilmek için okura detaylar vererek tamamlar. Bu etki dört bir yanınızı öyle bir sarmalar ki, yıllarca süren uykusuzluk, en sıra dışı ilişkiler, ölüm sonrası öylecene yaşamaya devam etmek büyülü bir şekilde size gerçekmiş gibi gelmeye başlar.

Middlesex'in sayfaları arasında dolanırken, damağındaki tanıdık tadı tanımlayamayan bir gourmet gibi hissediyordum kendimi; tâ ki düne kadar. Desdemona'nın, odasına girip on yıl boyunca yatması ve bunun lalettayin bir olaymış gibi anlatılması; bir anda kafamda bir şimşek çaktırdı. Bir madlen kekten aldığı ısırıkla edebiyat tarihinin en uzun geri gidişini yaşayan Proust'a öykünerek ben de Marquez'in inanılmaz olaylardan müteşekkil dünyasında hızlı bir gezintiye çıktım hafızamda. Aziz Nesin, Falih Rıfkı'nın Zeytindağı romanını düşündüğünde, romanı çok beğenmesine rağmen hafızasında hemen hemen hiçbir şey kalmadığını; ancak aklında bir alev topunun canlandığını söyler. Ben de Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlığı'nı düşündüğümde zamanın tuhaf aktığı; küçük olayların büyük destanlara dönüştüğü enteresan bir kasaba hatırlıyorum...

Middlesex'te bu denli yoğun olmasa da yine aynı tadı alıyorum. Sanki çok büyük, acı, inanılmaz, aykırı olaylar, bir cerrah soğukluğu ile anlatılıyor ve bu, tuhaf bir şekilde, her şeyi daha inandırıcı hale getiriyor. Bunca yıl sonra edebiyatın beni hâlâ bu denli heyecanlandırmasının esas sebebi, bu çocuksu keşifler herhalde.

7 Kasım 2020 Cumartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex

Bir zamandır yeni deneme yazamıyorum. Bir tıkanıklıktan ziyade bir isteksizlik; hadi belki biraz da korku var içimde. Envai çeşit bahane türetip aklımdaki denemelerin başına oturmamayı başarıyorum. Biraz ders çalışmamak veya spor yapmamak için bahane üretenlerin durumuna benzer bir şey... Bir başlasam devamı gelecek ya, başlayamıyorum. Bir de, denemelerin ritmi kafamda oturana kadar tam emin olamıyorum; hülasa uzun bir yazma sürecinin neticesi hepsi. Bu uzun aralıkları biraz olsun kısaltmak adına blogda yeni bir seri başlatmak istedim. Kalemin ucuna gelen yazılardan müteşekkil bir okuma güncesi olsun: Don Quijote'nin Seyir Defteri.

Hanidir beklettiğim bir romanı aldım elime: Middlesex. Bir şekilde hep geri plana ittiğim; "Aman bir ara okurum..." diyerek senelerce kitaplığımda beklettiğim kitaplardan biriydi. Sanırım Yakın Kitabevi'nde çalıştığım dönemde Hakan tavsiye etmişti bana. O zamandan beri hep aklımdaydı; ama türlü sebeplerle okumayı erteledim. Hadi itiraf edeyim; bir okur olarak idmanımın düştüğünü; bu nedenle uzun metinler okumaktan korktuğumu da hissediyordum. Bu çok geçerli (!) sebeplerle bir türlü elim gitmemişti kitaba. Doğrusu ya, kitabı ne zaman aldığımı dahi hatırlamıyorum! Herhalde Kerem Abi'nin kitaplığından aşırmışım, zamanla o da unutmuş, ben de unutmuşum. Neyse; ilk sayfasına adımı yazdım, öyle ya da böyle, artık benim kitaplığımın bir sakini...

Çift cinsiyetli olarak dünyaya gelen; bu nedenle hayatının yarısını kadın yarısını erkek olarak yaşayan Calliope'nin ağzından kendi hikâyesini; taaa iki nesil önceden başlayarak izliyoruz. Bursa'da başlayan hikâye, behemehal sizi içine alıyor ve Calliope'nin akrabalarıyla birlikte seyahat ediyorsunuz. Kitabı bu denli beklettiğime hem hayıflandım, hem sevindim: Çok daha erken tanışabileceğimize üzüldüm; tam da şimdi tanıştığımıza sevindim.

Abbas Kiyarüstemi, daha önce denemelerimde de içinden alıntılara yer verdiğim Sinema Dersleri kitabında "Bir filmi sevip sevmediğimi anlıyorum; ama neden sevdiğimi anlatmak o kadar kolay değil." der. Has okurlar, bunun sahiden de ne kadar zor olduğunu hemen anlamıştır. Bir şeyi sevmediğini açıklamak her zaman daha rahattır; patlayan dikiş yerlerini göstermek çoğu kez yeterli olur. Bununla birlikte insan sahiden kimi zaman nedensiz de sever.

Neyini sevdim? Sanırım en önemli etmen şu cümlede gizli: Okunabilir, akıcı bir form içerisinde meselesi; derinliği olan bir anlatı kurabilmek. Belki benim hüsnükuruntumdur; mamafih son dönemde iyi edebiyatın okunması zor edebiyata dönüştüğünü hissediyorum. Sanki anlamı kırmak, dilin sarihliğini bozarak bir derinlik yaratmaya çalışmak biraz daha öne çıkıyor, son zamanlarda. Middlesex'te beni en çok heyecanlandıran; handiyse çocukluğumdaki kitap okuma heyecanını yaratan esas etmen bu oldu. Uzun zamandır, sayfaları arasında kaybolduğum; "Ne ara bu kadar okudum?" dediğim bir roman almamıştım elime. Bir diğer deyişle, bir romanın içinde kaybolma hissini bana yaşattığı için sevdim sanırım. İyi bir romanın üzerimde iki etkisi oluyor: Beni yeni şeyler yazmaya itiyor ve o yazara ait başka kitapları öne almama vesile oluyor. Jeffrey Eugenides'ten Bakir İntiharlar, sayfaları arasında kaybolmam için Middelex'in bitmesini bekliyor.