23 Aralık 2020 Çarşamba

Don Quijote'nin Seyir Defteri: David Copperfield

Marcel Proust, ıhlamuruna daldırdığı madlen kekinden aldığı bir ısırıkla, geçmişinin derinliklerine daldığı; hafızanın şaşırtıcı gücünü okurlara gösterdiği, ciltler boyu devam eden ve başlaması biraz cesaret gerektiren (ben daha gösteremedim) destansı bir yolculuğa çıkar. Proust, ağzına attığı ilk lokmada hissettiklerini tam olarak anlayamaz; ardından yavaş yavaş derinliklere dalmaya başlar ve binlerce sayfa boyunca o derinliklerden çıkamaz; okurunu da peşi sıra sürükleyerek zamanda bir yolculuğa çıkar.

O düzeyde olmasa da, hepimiz zaman zaman böyle hisseder; ama ne hissettiğimizi bilmeden içimizin derinliklerine bakar dururuz. Dilimize dolanan bir melodi, gün batarken esen bir meltemin serinliği, soğuğun insanı zinde tutan o tuhaf kokusu ile kimi zaman, farkında olmadan, geçmişimizin derinliğine doğru yolculuğa çıkarız. Beri yandan geçmişi algılamamız, hafızamızın eledikleri içerisinden doğru anıyı seçmemiz kimi zaman vakit alır. "Yahu ben bunu nereden hatırlıyorum?" sorusuna behemehal yanıt veremememiz, çoğu kez bundandır.

Bir zamandır, Charles Dickens'tan David Copperfield'ı okuyorum. Dickens ile biraz geç, 25 yaşımda tanıştım ben. Gece yarısı uyanır, Dickens'ın Büyük Umutlar'ının sayfaları arasında kendimi kaybeder; okur ha okurdum. Bugün geriye dönüp baktığımda, o kitaba dair bir iki silik sahne dışında zihnimde hiçbir şey kalmamış; ama o akıp giden olaylar silsilesinin zihnimde yarattığı etki hâlâ taptaze. Dickens'la daha sonra bir randevum daha oldu: İki Şehrin Hikâyesi. 2014 ya da 2015 civarı okudum sanırım. Kitabın içinde kaybolmuş, Dickens'ın kurgu dehâsına şaşıp kalmıştım. Şimdi, yıllar sonra, zihnimde hep gri bir şekilde canlanan Dickens'ın dünyasına bu kez David Copperfield ile dönmek istedim.

David Copperfield'ı okurken, damağımda eski, tanıdık; ama tam da öyle olmayan bir tat hissettim. Bunun üzerine uzunca düşündüm; bu tadın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sayfalarının arasında kaybolduğum kitabın üzerimdeki o memnun edici, huzur veren etkinin kaynağını merak ettim ve pek de beklemediğim bir yerde buldum.

Küçük Dave'in dünyası bana, küçüklüğümde okuduğum Kemalettin Tuğcu romanlarını hatırlatıyor... Onun acılarla yoğrulmuş melodramlarının tadını hissediyorum yine damağımda; ama tam da öyle olmayan bir şekilde yaşıyorum bunu. Kemalettin Tuğcu, benim için küçüklüğüm, ilk kitaplarım demek. Bugün, Dickens'ın Dave'i ile birlikte, ıhlamura daldırılan bir madlenin etkisi ile Tuğcu okuduğum dönemlere geri dönüyorum. Sanki, 9 yaşındaki Deniz'in heyecanı, yazar olma isteği ve naif kitap okuma keyfi ile dolanıyorum David Copperfield'ın sayfaları arasında. Bunca yıllık okurluktan sonra, doğrusu, yalnızca kitap okumanın o naif keyfini bana yaşatan bir kitabın içinde kaybolmak müthiş bir keyif.

14 Aralık 2020 Pazartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Paterson

Bir zamandır üzerime çöken atalete inat, dün Arakçılar'ın üzerine bir de Paterson'ı izledim; iyi ki de izlemişim. Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissettiren bir filme rast gelmemiştim. Doğrusu ya, benim gibi bir müzmin karamsarı böyle duygulara yöneltmek epey zordur. Arada sırada bunları hissettiğim, içimi yeşerten filmlere denk gelince çok mutlu oluyorum.

Jim Jarmusch'a nedense hep mesafeli durdum ve bir türlü sinemasıyla tanışamadım. Paterson ile bu mesafeyi kırmak istedim, iyi de etmişim. Film, bir şair-otobüs şöförünün bir haftasını anlatıyor. Hayatı büyük bir dinginlik içerisinde yaşayan Paterson, siyah ve beyaz kadar kendisinden farklı kişilikteki eşi Laura ile birlikte, insana müthiş bir huzur veren hayatını sürdürüyor. Geçmiş dönem romantikleri gibi, yalnızca defterine yazdığı, elinde tek kopya bulunan şiirleri ile yaşamı dinginlikle, geldiği gibi yaşıyor. Beri yandan eşi Laura, insanın kızmaya kıyamayacağı bir ayran gönüllülük ve coşkuyla yaşıyor hayatı: Bir gün cupcake prensesi olmayı düşlerken, daha bir gün country şarkıcısı olmaya merak salıyor. Laura keyifle, tadını çıkararak, doya doya ve coşkuyla yaşıyor sadece. Paterson'ın dinginliği ile her yere çizdiği siyah-beyaz desenler misali tezat bu kişiliği izlemek de ayrı bir keyif veriyor. Film bir haftalık bir rutini anlatıyor; ancak tuhaf bir şekilde bu rutin son derece renkli ve huzurlu bir etki yaratır insanın içinde. Sanırım, kendimi çokça bulduğum bir film olduğu için de sevdim: Yazılarını yayımlatamayan, belki başarısız bir yazar müsveddesi; ama yine de, yazmak büyük bir keyif ve dinginlik veriyor.

TRT 2'de "Film Önü- Film Arkası" programında Mehmet Açar ve Alin Taşçiyan'ın sohbetini de izledim. Açıkçası ben Paterson'ı hep başarısız bir şair olarak konumlandırmıştım; belki de bu, şiirden ne kadar anlamayan biri olduğumun kanıtıdır. Eskiden böyle zamanlarda kendimi kötü hisseder; hiçbir şey anlamadığımı düşünürdüm. Şimdi tam tersi, "Aa, sahi; böyle düşünmemiştim!" dedirtiyor.

Neden bilmiyorum; ama zaman zaman bu tarz yorumlarla kendi yorumlarım örtüştüğü zaman mutlu oluyorum. Sanırım bunun nedeni, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'a bir köşe yazarına başrol vermesine sebep olan dert: Biz bir konu üzerine düşünmeyi sevmeyiz. Birileri bizim adımıza düşünsün, biz de onlara katılalım isteriz. Köşe yazarları biraz bu rolü üstlenirler.

Ben de, içimde hâlâ böyle özgüvensiz birini taşımaya devam ediyorum sanırım.

13 Aralık 2020 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Arakçılar (Manbiki kazoku/ Shoplifters)

 Uzun zamandır film izleyemiyordum; bugün 2018'deki Cannes Film Festivali'ndan Palme D'or ile dönen "Mankibi Kazoku"yu (bundan sonra Türkçe adıyla Arakçılar olarak anacağım) izledim. Aynı sene Nuri Bilge Ceylan'ın "Ahlat Ağacı" da yarışmadaydı. Doğrusu, Arakçılar'ın bu denli öne çıkmasına epey şaşırdım. Cannes'ın sahiden belirli bir bakışı olabiliyor gibi hissediyorum. Kimi temalar, bir şekilde daha öne çıkıyor ve avantajlı konuma geliyorlar.

Arakçılar ne anlatıyor? En yalın tanımıyla, birbirlerinin seçilmiş ailesi olan, fakirliğin uç noktasında bir grup arakçının hikâyesi. Bu kişiler ilk bakışta bir aile gibi duruyor; ancak zamanla, kan bağı olan değil; birbirlerine tuhaf bir sevgiyle bağlı olan, seçilmiş bir aile olduklarını görüyoruz. Arakçılar, yalnızca dükkandan ufak tefek şeyleri değil; başkalarının hayatlarını da araklıyorlar. Ailelerinden kopup bu aileye dahil olan çocukları konu ediniyor; ama, Yeşilçam sinemasında görmeye alışık olduğumuzun aksine, bu kez sert bir ortama değil; bilakis birbirlerine sevgiyle bağlanmış insanlara tanık oluyoruz. Film genel olarak bu iskelet üzerine oturuyor: Aile nedir? Gerçek anne-baba kimdir?

Rahatça akıp giden bir film; beri yandan, neden bilmiyorum; ama beni derinden etkilemedi. Belki de konunun farklı şekillerde Yeşilçam tarafından da ele alınıp suyunun çıkartılması nedeniyle en azından benim için konunun tavsamasından kaynaklıdır. Elbette Arakçılar bambaşka bir estetik dil ile konuyu ele alıyor; ancak yemeğin kendisi size uzak olunca, aşçı nice iyi olursa olsun arada her dem bir mesafe kalıyor. Doğrusu, farkında olmadan Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı ile de kıyaslamış olabilirim. Hakçası, sahiden onu geride bırakıp büyük ödüle ulaşmayı hak eden bir film miydi, emin değilim. Beri yandan bu bir spor müsabakası değil; belli ki o yılki jürinin damak tadı ile benimki çok farklıymış. Benzer bir şeyi, 2011'deki Cannes sonrasında da yaşamış; şimdi hayranı olduğum Dardennelerin o yıl Bir Zamanlar Anadolu'da ile Jüri Büyük Ödülü'nü paylaştıkları Bisikletli Çocuk filminin bir türlü içine girememiştim.

İçeride kıyas mekanizmaları çalışıyor demek ki, biz farkına varmasak bile.

8 Aralık 2020 Salı

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Bakir İntiharlar

Kitapla yolculuğum bitti, aşağı yukarı bir hafta olmuştur herhalde. Doğrusu, bana pek bir şey söylemedi; bilemiyorum, belki de ben merkezi görmemi sağlayacak noktaları birleştirmekte zorlanmışımdır. Middlesex gibi akıcı; ancak aynı zamanda farklı katmanlardan oluşan bir romandan sonra biraz sönük kaldı. Hadi kabul edeyim, başladığım için bitirdim.

Ne zaman başladığım bir kitabı böyle kendimi zorlayarak bitirsem, Sabahattin Eyuboğlu'nun Mîna Urgan'a söylediği şu cümle aklıma gelir: "Karpuzu kestin, kelek çıktı; yine de yemeye devam edecek misin?" Haklı olmasına haklı; ama ben ne zaman bunu aklımdan geçirsem, içimden bir yan şöyle diyor: "Kelek olduğundan emin misin? Belki de senin damak tadın yoktur?" Kimi zaman kişinin kendini zorlayarak bir şeyi bitirmesinin ne gibi olumlu sonuçları olduğunu da biliyorum; zira zorlanmak, aynı zamanda büyümek demektir. Kendi yolculuğumda bunun pek çok örneğini gördüm.

Öte yandan, Bakir İntiharlar beni büyüten bir kitap da olmadı sanırım. Neyse, şimdi yeni bir Euginedes ile devam: Evlilik Meselesi

28 Kasım 2020 Cumartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Bakir İntiharlar

Middlesex'i bitirir bitirmez, Bakir İntiharlar'a başladım; ne var ki bir türlü yeni bir yazıya başlayamadım. Bunun en önemli sebebi, romanın merkezini hâlâ kafamda konumlandıramamam. Üçte birine yakın bir kısmını okudum; ama kafamda hâlâ bir arayış halindeyim: Peki neye dikkatimi çekmek istiyorsun?

Yeni bir romana başladığımda, bu soruyu çok temkinli bir şekilde soruyorum. Hele hele Euginedes gibi "kolay yazan" yazarlarda, bu ihtiyatım daha üst seviyeye çıkıyor. Sebebi basit: Genelde merkez hissiyle yöneldiğim şeyler, aslında yazarın akıcı dili sayesinde yüzeyde olanlara yönelik ilk izlenimler oluyor. Bu nedenle, ayaklarım yere sağlam basana kadar pek bir şey söylememeye gayret ediyorum.

Bu yazıda, biraz kenarından dolaşayım: Uzun zamandır, şöyle akıp giden; içinde kaybolmaktan mutluluk duyduğum ve müthiş bir merakla sayfalarını çevirdiğim kitaplar okumamıştım. Edebiyat küçüklüğümden beri bir sığınak oldu benim için; dönem dönem yaşadığım yoğunluklar sebebiyle hayatımdaki yeri, ben farkına varmadan azalmaya başladığı zamanlarda hep kuruduğumu hissettim. Euginedes gibi yazarlar, böyle zamanlarda bir kurtarıcı gibi imdada yetişiyorlar. Sayfalarında kaybolduğum kitaplar, içimin tekrar yeşillenmesini sağlıyor.

22 Kasım 2020 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex ve Yabancılık Duygusu

Kitabı birkaç gün önce bitirdim. Başından beri şunu sordum kendime: Neden bu kitabın merkezinde hermafrodit bir birey var? Bu soru, içinde kaybolduğum sayfalar boyunca beynimi kurcaladı durdu, Neden? Önemsiz gibi görünse de, bu sorunun yanıtının oldukça önemli; hatta romanın merkezi ile birebir ilintili olduğunu düşünüyorum.

Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı isimli kitabında rastladığım ve o günden bu yana sıklıkla kullandığım merkez kavramını anlamak, bir roman okuru için oldukça önemli. Bu kavramı blogdaki başka yazılarımda daha önce de açıklamıştım. Peki Middlesex'in merkezi ne? Hermafrodit bir bireyin yaşadığı sıkıntılar mı? Hayır! Bu sadece, merkeze gitmek için kullandığımız bir yol, o kadar.

Geçen hafta okuduğum kısımdan sonra kafamda bir anda şimşek çaktı: Bursa'da başlayan bir macera; Kurtuluş Savaşı'nın sonlarında, köylerinden kaçıp Amerika'da öteki olan iki kardeş. Ensest ilişkilerini ömür boyu gizleyen iki ötekinin torunu, hermafrodit bir öteki. Anadolu'da iki yabancı, Amerika'da iki yabancı; aynı bedende birbirine yabancı iki kişiyi taşıyan bambaşka bir öteki. Yaşadıkları, nefes aldıkları toprakta tam kök salamayan; hep bir şekilde dışarıda kalan insanlar ve bir anlamda, onların acısının sembolü Cal.

Bence, Jeffrey Eugenides'in ustalığı tam da burada yatıyor. Hermafrodit bir bireyin gençlik bunalımları, kendi vücudunu, kendini anlama çabasını izlerken; bir yandan da, derinlerde bir yerde, bir şekilde köksüz kalmış insanların, ötekilerin acısını duyuyoruz.

Don Quijote'nin seyir defteri, yine Euginedes'ten Bakir İntiharlar ile devam edecek.

İyi pazarlar!

11 Kasım 2020 Çarşamba

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex ile Geçmişi Derinleştirmek

Benim neslim bilir; Muzaffer İzgü ve Gülten Dayıoğlu, sıklıkla okulları gezer ve çocuklarla hem söyleşi yapar, hem de sonrasında kitaplarını imzalarlardı. Neden bilinmez; ama edebiyatla hiç ilgisi olmayan arkadaşlarım dahi bu organizasyonlarda bir heyecanlandırlardı. Sanırım bunun esas kaynağı "meşhur olduğu söylenen" birini tanımanın o tuhaf tadıydı. Aklımda kaldığı kadarıyla Muzaffer İzgü okula geldiğinde, Andımız töreninden önce bir konuşma yapmış ve mini hikâye anlatmıştı. Ne anlattığı aklımda kalmamış; fakat sonrasında şöyle bir şey demişti: "Bu hikâyedeki kızı kiminiz uzun, kiminiz kısa, kiminiz siyah, kiminiz sarı saçlı hayal etmiştir." Kelimesi kelimesine aklımda değil; ama buna benzer, edebiyatın tahayyül gücüne müspet etkisini vurgulayan; sanırım hayal gücümüz gelişsin diye edebiyata meyletmemizi söyleyen bir konuşmaydı. Edebiyatımızda bir dönem sert rüzgârlar estirmiş; "Edebiyat, toplumsal sorunlara parmak basmak ve toplumu bir adım ileri götürmek için yapılan bir uğraştır." düşüncesini merkez alan bir yerden bakıyordu, en azından zihnimde öyle kalmış. Biz de edebiyatı, zevk almaktan öte, daha ileri gitmek için okumalıydık.

20'li yaşlarımın başlarında, Suç ve Ceza'yı okurken, kimi zaman durur ve satırların kafamda canlandırdığı imge üzerine düşünürdüm. Hayretle fark ederdim ki, olayların çoğu küçüklüğümde cici anne bildiğim Saadet Teyze'nin evinde geçerdi. Neden bilmiyorum; ama kendimi satırlar arasında kaybedip zihnimde bir şeyler canlanmaya başladığında ne zaman durup zihnimin fotoğrafına baksam aynı evi görüyordum. Benzer şekilde, Raskolnikov'un hasta bir şekilde yattığı odası, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, en son 6-7 yıl önce gördüğüm bir arkadaşımın evi olarak zihnimde tezahür ediyordu. Şimdi Middlesex'i okurken de, zihnimdeki fotoğrafa baktığım zaman, geçmişimden kopup gelmiş türlü mekânlar görüyorum. Bazıları o kadar kuytu köşelerde kalmış ki, zihnimde canlanan resimdeki mekânın nereye ait olduğunu hatırlamak için hafızamı deşmem; biraz naftalin kokusunu içime çekmem gerekiyor. Bazıları ise çok tanıdık; ama bir o kadar da alakasız: "Neden zihnim bu kısımda, böyle bir mekânı seçti ki?" diyorum.

Edebiyatın bu derinleştirici etkisine bugün de hayranım; belki de roman sanatının en güçlü olan yanı bu: Benim geçmişimi, benim mekanlarımı; bambaşka olaylarla, anılarla, kişilerle dolduruyor ve derinleştiriyor. İşin benim için en heyecan verici kısmı, farklı kişilerin zihninde tezahür ederken aynı romanın aynı insanlar ve aynı olaylar ile farklı mekânları derinleştirmesi.

Bu hayranlık, edebiyat beni daha ileri götürdüğü için değil; bilâkis, geçmişimi derinleştirdiği için vücut buluyor. Sanırım ben bu konuda Orhan Pamuk gibi düşünüyorum: "Bir kitap, her şeyden önce kitap okuma zevki için yazılır." Hadi ukalaca bir ekleme yapayım: "Ve bir okur romanları, kendi mekânlarını; bambaşka olaylarla, kişilerle, anılarla doldurup derinleştirerek geçmişini bir cümbüş haline getirmenin keyfi için okur."

9 Kasım 2020 Pazartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex'in Sayfalarında Marquez'le Dolaşmak

Yanlış hatırlamıyorsam The Paris Review'a verdiği röportajda Marquez, bugün büyülü gerçekçilik diye adlandırdığımız türün püf noktasını anlatıyordu. Unutulmaz romanı Yüzyıllık Yalnızlık'ta bir gazetecilik tekniğini romana uyarladığını söyler: "Örneğin, gökyüzünde uçan filler var derseniz insanlar size inanmayacaktır; ancak gökyüzünde 425 filin uçtuğunu söylerseniz, insanlar muhtemelen size inanacaktır." Marquez, nevi şahsına münhasır romanını, büyükannesinin en sıra dışı ya da korkutucu olayları bile kayıtsız bir tonda anlatmasına öykünerek; kredibilite sağlayabilmek için okura detaylar vererek tamamlar. Bu etki dört bir yanınızı öyle bir sarmalar ki, yıllarca süren uykusuzluk, en sıra dışı ilişkiler, ölüm sonrası öylecene yaşamaya devam etmek büyülü bir şekilde size gerçekmiş gibi gelmeye başlar.

Middlesex'in sayfaları arasında dolanırken, damağındaki tanıdık tadı tanımlayamayan bir gourmet gibi hissediyordum kendimi; tâ ki düne kadar. Desdemona'nın, odasına girip on yıl boyunca yatması ve bunun lalettayin bir olaymış gibi anlatılması; bir anda kafamda bir şimşek çaktırdı. Bir madlen kekten aldığı ısırıkla edebiyat tarihinin en uzun geri gidişini yaşayan Proust'a öykünerek ben de Marquez'in inanılmaz olaylardan müteşekkil dünyasında hızlı bir gezintiye çıktım hafızamda. Aziz Nesin, Falih Rıfkı'nın Zeytindağı romanını düşündüğünde, romanı çok beğenmesine rağmen hafızasında hemen hemen hiçbir şey kalmadığını; ancak aklında bir alev topunun canlandığını söyler. Ben de Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlığı'nı düşündüğümde zamanın tuhaf aktığı; küçük olayların büyük destanlara dönüştüğü enteresan bir kasaba hatırlıyorum...

Middlesex'te bu denli yoğun olmasa da yine aynı tadı alıyorum. Sanki çok büyük, acı, inanılmaz, aykırı olaylar, bir cerrah soğukluğu ile anlatılıyor ve bu, tuhaf bir şekilde, her şeyi daha inandırıcı hale getiriyor. Bunca yıl sonra edebiyatın beni hâlâ bu denli heyecanlandırmasının esas sebebi, bu çocuksu keşifler herhalde.

7 Kasım 2020 Cumartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Middlesex

Bir zamandır yeni deneme yazamıyorum. Bir tıkanıklıktan ziyade bir isteksizlik; hadi belki biraz da korku var içimde. Envai çeşit bahane türetip aklımdaki denemelerin başına oturmamayı başarıyorum. Biraz ders çalışmamak veya spor yapmamak için bahane üretenlerin durumuna benzer bir şey... Bir başlasam devamı gelecek ya, başlayamıyorum. Bir de, denemelerin ritmi kafamda oturana kadar tam emin olamıyorum; hülasa uzun bir yazma sürecinin neticesi hepsi. Bu uzun aralıkları biraz olsun kısaltmak adına blogda yeni bir seri başlatmak istedim. Kalemin ucuna gelen yazılardan müteşekkil bir okuma güncesi olsun: Don Quijote'nin Seyir Defteri.

Hanidir beklettiğim bir romanı aldım elime: Middlesex. Bir şekilde hep geri plana ittiğim; "Aman bir ara okurum..." diyerek senelerce kitaplığımda beklettiğim kitaplardan biriydi. Sanırım Yakın Kitabevi'nde çalıştığım dönemde Hakan tavsiye etmişti bana. O zamandan beri hep aklımdaydı; ama türlü sebeplerle okumayı erteledim. Hadi itiraf edeyim; bir okur olarak idmanımın düştüğünü; bu nedenle uzun metinler okumaktan korktuğumu da hissediyordum. Bu çok geçerli (!) sebeplerle bir türlü elim gitmemişti kitaba. Doğrusu ya, kitabı ne zaman aldığımı dahi hatırlamıyorum! Herhalde Kerem Abi'nin kitaplığından aşırmışım, zamanla o da unutmuş, ben de unutmuşum. Neyse; ilk sayfasına adımı yazdım, öyle ya da böyle, artık benim kitaplığımın bir sakini...

Çift cinsiyetli olarak dünyaya gelen; bu nedenle hayatının yarısını kadın yarısını erkek olarak yaşayan Calliope'nin ağzından kendi hikâyesini; taaa iki nesil önceden başlayarak izliyoruz. Bursa'da başlayan hikâye, behemehal sizi içine alıyor ve Calliope'nin akrabalarıyla birlikte seyahat ediyorsunuz. Kitabı bu denli beklettiğime hem hayıflandım, hem sevindim: Çok daha erken tanışabileceğimize üzüldüm; tam da şimdi tanıştığımıza sevindim.

Abbas Kiyarüstemi, daha önce denemelerimde de içinden alıntılara yer verdiğim Sinema Dersleri kitabında "Bir filmi sevip sevmediğimi anlıyorum; ama neden sevdiğimi anlatmak o kadar kolay değil." der. Has okurlar, bunun sahiden de ne kadar zor olduğunu hemen anlamıştır. Bir şeyi sevmediğini açıklamak her zaman daha rahattır; patlayan dikiş yerlerini göstermek çoğu kez yeterli olur. Bununla birlikte insan sahiden kimi zaman nedensiz de sever.

Neyini sevdim? Sanırım en önemli etmen şu cümlede gizli: Okunabilir, akıcı bir form içerisinde meselesi; derinliği olan bir anlatı kurabilmek. Belki benim hüsnükuruntumdur; mamafih son dönemde iyi edebiyatın okunması zor edebiyata dönüştüğünü hissediyorum. Sanki anlamı kırmak, dilin sarihliğini bozarak bir derinlik yaratmaya çalışmak biraz daha öne çıkıyor, son zamanlarda. Middlesex'te beni en çok heyecanlandıran; handiyse çocukluğumdaki kitap okuma heyecanını yaratan esas etmen bu oldu. Uzun zamandır, sayfaları arasında kaybolduğum; "Ne ara bu kadar okudum?" dediğim bir roman almamıştım elime. Bir diğer deyişle, bir romanın içinde kaybolma hissini bana yaşattığı için sevdim sanırım. İyi bir romanın üzerimde iki etkisi oluyor: Beni yeni şeyler yazmaya itiyor ve o yazara ait başka kitapları öne almama vesile oluyor. Jeffrey Eugenides'ten Bakir İntiharlar, sayfaları arasında kaybolmam için Middelex'in bitmesini bekliyor.

26 Haziran 2020 Cuma

Hayat Ağacı, İnciler ve Sakızlar Üzerine Bir Deneme

Çizim: Ezgi Bilgin
"Dışarıda kalan şey, koca bir geçmiştir ve geçmiş, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, kelimelere dökülemez. Hayat ağacımızın köklerine baktığımızda duyduğumuz hayranlıkla karışık o ürperti, kelimelerle ifade edilemez. Onu tüm ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştığımızda bile, bir şeylerin eksik kaldığını; ne kadar detaylara girersek girelim bir şeyleri atladığımızı veyahut tam ifade edemediğimizi hissederiz."

Yazının tamamını ulaşmak için lütfen tıklayınız.

7 Nisan 2020 Salı

Gençlik, Huzurbuçuk ve Umami Üzerine Bir Deneme

Çizim: Ezgi Bilgin
"Bugün kafamı huzurbuçuğa çevirdiğimde, damağıma bir tatlı huzur çalınmasını sağlayan inançta en çok, gençliğe özgü o köksüz; ama saf ümidin tadı öne çıkıyor. O yıllarda, yani yirmili yaşlarımızın başında, büyük bir içtenlikle, atımızın terkisindeki ümitle dünyayı fethedeceğimize inanırız. Küçüklüğümüzden beri büyük bir hasretle beklediğimiz dümene geçme zamanı artık gelmektedir; senelerdir planladığımız, gerçekleşmesi için geminin kontrolünün başına geçmemiz gerektiğini düşündüğümüz şeyler, günbegün yaklaşırlar. İstikbal açık, diye düşünürüz. İstikbalimizi yapacaklarımız şekillendirecektir; öyle ya, her şey bizim elimizdedir! Kendi kaderimizi çizeceğimizi ve bunu yaparken de, izlediğimiz filmlerdeki protagonistler gibi, zorlukların üstesinden bir bir gelip destanlar yazacağımızı; tıpkı kadim metinlerdeki kahramanlar gibi, yapacaklarımızla kendi adımızı kendimizin koyacağını tahayyül eder ve buna bütün saflığımızla inanırız. Hadi kabul edelim, bu inancımızı paylaşmayan herkes, bize biraz aptal gelir. Bizde iz bırakan her şey, biraz da bu inancın umamisiyle çoğalır."

Yazının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayınız.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Yeterince Hüzün Yaşayamayan Adam Üzerine Bir Deneme

Çizim: Ezgi Bilgin
"Şimdi düşünüyorum, ben de Bulut'un doludizgin yaşantısını, Don Quijote'nin yanındaki Sancho Panza gibi izlemişim. Bir yandan onun mücadelesinin boşa olduğunu düşünmüş, diğer yandan "Ya başarırsa?" diyerek coşkuyla akan o nehri izlemekten vazgeçememişim. Vâkur ve aklıbaşında(!) biri olarak boşa kürek çektiğini düşünmüş ama kendine inancına, atının terkisindeki tutkusunun onu diri tutmasına, dışarı taşan enerjisiyle yalnızca kendi yüreğine değil, etrafındaki herkesin içine sıcaklık salmasına ve hayatını gürül gürül çağıldatmasına hep gıpta etmişim. Belki de, içten içe, onun kadar çocuk olamadığım için söyleyemediğim şeyleri söylemesine, dışarıdan delilik gibi görünen samimiliğine hayran kalmışım."

Yazının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayınız.

1 Şubat 2020 Cumartesi

Karpuz Çekirdeklerini Ayıklamak Üzerine Bir Deneme

"Dedem bir evliyâ değildi. Hataları, defoları, eksiklikleri, fazlalıkları olan biriydi; hepimiz gibi. Zihnimin elediği anılarımda elbette, güzelliklerin yanında nahoşluklar da var; ama dedemi düşününce onca anı arasında minicik, silik bir tanesi, ateşböceği misali parlayıveriyor."

Yazının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayınız.

22 Ocak 2020 Çarşamba

Portrait of a Lady on Fire: Müziğin Hatırlatıcı Gücü Üzerine Bir Deneme

Çizim: Ezgi Bilgin
"Montaigne bir denemesinde, kimi zaman zihnini oyuna getirmek için inandığı, doğru kabul ettiği bir düşüncenin tam tersini savunmaya çalıştığını ve şaşılası bir şekilde, kimi zaman düşündüğünün tam zıddı olan düşünceyi benimsediğini, en azından ona daha ılımlı bakmaya başladığını, ısındığını söyler. Montaigne'nin bu deneyini ben de pek çok kez uyguladım ve kafamda yerleşen, ben farkına bile varmadan tabu niteliğine erişen pek çok düşüncenin aslında nasıl, hızlıca yıkılıverdiğini hayretle fark ettim. Düşünceler çoğu kez, aslında hiç sorgulanmadıkları için taşlaşırlar; oysa John Cage'in dediği gibi bütün teoriler, aslında küçük bir ittirmeyle düşüverirler."

Yazının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayınız.

17 Ocak 2020 Cuma

Haneke’nin yaratıcı tercümesi: “Piyanist”

Çizim: Ezgi Bilgin
"Uyarlama yapan bir yönetmenin birincil görevi, kendi estetik dili çerçevesinde bu atılacaklar istesini eksiksiz oluşturabilmektir. Bu, her ne kadar kolay gibi görünse de, aslında işin en kritik noktasıdır; zira belirli bir estetik kaygıyla tercüme yapılmalı, bu yapılırken neyin atılacağına, neyin başka bir şekilde anlatılacağına, nerelerin farklılaştırılacağına çok iyi karar verilmelidir. Haneke, Piyanist'te tam da bunu yapar."

Yazının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayınız.