3 Ekim 2019 Perşembe

Gözümü Dört Açarak İzlediğim 4 Film: Bir Zamanlar Anadolu'da

Çizim: Ezgi Bilgin
2011 eylülünün son demleri, serin bir hava, günlerden pazartesi; Doğan Hoca'yla armoni dersini bitirmiş, elimde nota defteriyle sinemanın yolunu tutmuşum. Otobüs Balçova Kipa'nın önündeki durakta duruyor, iniyorum. Hafif bir tedirginlik var içimde: Hafta içi de olsa "Yer kalmadı." cümlesini duymaktan korkuyorum. Açım; ancak şu bilet işini behemehal halletmem lâzım. Hızlı tempo yürüyerek doğru sinema gişesine gidiyor, biletimi satın alıp zincir burgercilerden birinde öğle yemeği işini ucuza hallediyorum. Milimi milimine ayarlanmış bir planım var bugün: Armoni dersine, ardından sinemaya gideceğim; "Bir Zamanlar Anadolu'da"yı izleyip hemen eve döneceğim, zira akşamüstü bu kez ben gitar dersi vereceğim. Saatime bakıyorum, film birazdan başlayacak. Salona giriyorum. Biraz sonra, Yılmaz Erdoğan'ın deyimiyle "Anadolu'nun hiçbir yerindeki bir avuç hiç kimsenin hikâyesi" başlıyor. Su gibi akan 2,5 saatin ardından sinemadan çıktığımda mideme yumruk yemiş gibiyim. Otobüse biniyorum; fakat bozkırdaki kara masalın sesi hâlâ kafamda... Az önce olan şeyin beni dönüştürdüğünü hissediyorum. Eve varıyorum, öğrencim az önce gelmiş; annem eve buyur etmiş. Dakik plan biraz şaşmış. Derse başlıyoruz; ama kafamda hâlâ o kara masal var. Durup durup filmden bahsediyorum derste, sanki öğrencim de filmi izlemiş gibi...

Aradan 8 yıl geçmiş. Yukarıda anlattığım günden çok kısa bir süre sonra filmi sinemada bir kez daha izlemiş, DVD'si çıkar çıkmaz almış, tüm sahneleri ve hatta kamera arkası görüntülerini adeta hatmetmiştim. O günden bugüne, bu bir avuç hiç kimsenin hikâyesini bir kez daha dinlemek için o bozkır yolculuğuna kim bilir kaç kez çıktım... Bu süre içerisinde yaşadıklarımı, hayatın getirdiklerini ve götürdüklerini tartıyorum da, ne kadar değişmişim... Bu yazımda, bütün bu değişimlerime direnen ve benim için giderek bir kutup yıldızına dönüşen Bir Zamanlar Anadolu'da üzerine lâflamak istiyorum. Bu kez yazıyla çıkacağım bu kara bozkır yolculuğunda, Elias Canetti'nin "Kitle ve İktdar"ını da rehber olarak kullacağım. Peki, haydi ışıklar kararsın!

Nuri Bilge Ceylan'ın kara bozkır masalı pis bir camın ardından görünen bir sarı ışıkla başlar. Kamera bir müddet sabit kalır, arından Michelangelo Antonioni'nin The Passenger'ındaki gibi ağır ağır cama yürümeye başlar. Yer yer buz tutmuş cama iyice yaklaştığındaysa kamera odak değiştirir ve içeride çilingir sofrasına oturmuş 3 kişiyi görürüz. Burada ince bir ses montajıyla karşılaşırız: Kamera odağını değiştirip bize içeriyi göstermeye başladığında, o ana kadar duymadığımız konuşmaları boğuk da olsa duymaya başlarız. Turuncu gömlekli adam bir şeyler anlatır; uzun saçlı, pis sakallı elinde rakısı dikkate dinler. Onun hemen yanındaki şişman ise şaşkın bakışları ve elinde kolası ile seyirci gibidir. Turuncu gömlekli ne anlattıysa, pis sakallı kahkaha atar, şişman olan da gülümser; ama ara ara pis sakallıya kaçamak bakışlar atar. Sanki gözleriyle onu takip edip yaptıklarına bir onay arar gibidir. Üçlü kadeh tokuşturur, derken dışarıdan köpek havlamalarını duyarız. Turuncu gömlekli sobanın üzerinde duran tavadan birkaç kemik parçası alır, bir tencerenin kapağına koyar; camın ardından dışarıyı kolaçan eder. Ardından kamera geniş açıya geçer; bir zamandır izlediğimiz yerin bir oto lastikçisi olduğunu görürüz. Turuncu gömlekli, kapının önünde bekleyen köpeğe kemikleri atar; derken bir tır kameranın önünden geçer, filmin künyesi akmaya başlar. Artık uzun bir bozkır yolculuğu bizi beklemektedir.

Ceylan'ın objektifinden izlediğimiz bu kara bozkır yolculuğunun müsebbibi, çilingir sofrasındaki üçlüdür. Başta gördüğümüz pis sakallı, bir sebepten turuncu gömlekliyi öldürmüş; ardından kardeşiyle birlikte uçsuz bucaksız bozkırdaki köhne bir çeşmenin yakınlarına cesedi gömmüştür. Zanlılar karakoldaki sorguda suçlarını itiraf etmişlerdir, işin bürokratik açıdan da noktalanabilmesi için cesedin bulunması gerekmektedir; kasabanın bürokratlarından müteşekkil bir heyet, iki zanlıyı da yanlarına alarak bir bozkır yolculuğuna çıkarlar. Aslında iş basittir: Zanlılar çeşmenin yerini gösterecek, ceset çıkartılacak, otopsi yapılacak ve iş bitirilecektir; ne var ki evdeki hesap çarşıya uymaz. Komiser Naci'nin deyimiyle, bozkıra çıktığında zanlı Kenan'ın kafası karışır ve kafileyi çeşme çeşme dolaştırmaya başlar. Kenan bunu, cesedi gömdükleri yeri gerçekten hatırlamadığından mı, kolayca teslim olmak istemediğinden mi; yoksa her yer de biraz hakikaten birbirine benzediğinden mi yapar, bunu bilemeyiz. Bildiğimiz, bu yolculuğun zaman içerisinde kafilenin sabrını ve ruhunu yıpratmaya; onları içlerindeki karanlıkla yüzleşmek zorunda bırakmaya başladığıdır.

Şimdi, bu noktada "Kitle ve İktidar"ın sayfaları arasında dolaşmaya başlayalım. 1925 yılında "kitle" olgusuyla ilgilenmeye karar veren Canetti; Hitler'in 1933'te iktidara gelmesiyle bu ilgisini genişletir; kitle ve iktidar arasındaki ilişkiyi incelemeye karar verir. 1949 yılında yazmaya başladığı kitabı, 11 yıllık bir çabanın neticesi olarak 1960 yılında yayımlar. Canetti kitap boyunca kitle olgusunu, kitlenin psikolojisini, ulusların kitle simgelerini, her an karşımıza çıkabilecek şeylerin (deniz, orman, yağmur, nehir vb.) kitle olgusu açısından görünümlerini ve tüm bunların iktidar ile ilişkilerini inceler. Türkçe'si Gülşay Aygen'in çevirisi ile Ayrıntı Yayınları'nın "Ağır Kitaplar" dizisi kapsamında yayımlanan "Kitle ve İktidar"da Canetti, kitle kavramının nüvesini sürü olarak tespit eder: "Sözcüğün modern anlamıyla kitle kristalleri ve kitleler, hâlâ aynı olan daha eski bir birimden türemiştir. Bu birim sürüdür." Canetti'ye göre sürünün karakteristik özelliği büyüyememektir: "Etrafı boşlukla çevrilidir ve kelimenin tam anlamıyla ona katılabilecek hiç kimse yoktur." Bu büyüyememe hali nedeniyle insan kendini sürünün içinde asla, modern insanın günümüzde bir kitlenin içinde kendini kaybetmesi gibi kaybedemez: Sürü ateşin etrafında bir çember oluşturduğu zaman, her insanın sağında ve solunda başkaları olacaktır; ama arkasında hiç kimse olmaz, sırtı çıplaktır ve vahşi doğaya açıktır." Öte yandan sürü hiçbir zaman bir kitle olamaz; zira Canetti'ye göre kitlenin dört temel niteliğinden (büyüme, yoğunluk, eşitlik, yön) iki tanesi (büyüme ve yoğunluk) yalnızca oynanır: "Sürü birçok biçimde kısıtlanmıştır. Sürüde görece az insan bulunur ve bu insanlar birbirini iyi tanır. Bu insanlar her zaman birlikte yaşamışlardır, her gün görüşmüşlerdir ve pek çok ortak girişimde birbirlerini tam olarak değerlendirmeyi öğrenmişlerdir." Bu büyüyememe hali, sürünün kitle olma yolundaki dezavantajıdır; öte yandan, tam da bu sebeple, büyüyemediği; birbirini tanıyan insanlardan müteşekkil kaldığı için, kitleden farklı olarak sürü, dağılsa bile her zaman yeniden bir araya gelebilir: "Sürü devamlılığı umabilir; sürüyü oluşturan insanlar hayatta oldukları sürece sürünün varlığı garanti altındadır."

Peki, gece mavisine boyanmış bozkıra geri dönelim. Kenan ve Ramazan tarafından bir yere gömülen cesedin peşindeki kafile de bir sürüyü andırır: Savcı, doktor, iki polis memuru, üç asker, iki şöför ve iki kazıcı. Herkes birbirini az çok tanır, bunu yalnızca aralarındaki hiyerarşik ilişkiden değil, filmdeki diyaloglardan da çıkarırız: "Yahu sen benden başka lojmanda mı kalıyorsun, hangi mandıra?",  "Bizim oğlanın ilacı bitmiş, dün sana uğrayıp yazdıracaktım da, unutmuşum gene.", "Naci'ye bakma sen. Hanımın deyişiyle kendisi maşallah bir avuç arı; ama takırtı çok, yonga yok.", "Parkta oynarken gördüm senin oğlanı komiserim, çok iyi görünüyordu." Birbirini tanıyan bu insanlar, bu kez bir ceset için bir araya gelmişlerdir ve bir arada olduklarında bile arkalarında uçsuz bucaksız soğuk, boş ve rüzgarlı bir bozkır vardır; sırtlar, vahşi doğaya dönüktür. Sürü işini bitirince dağılacak; muhtemelen, bambaşka bir şey için tekrar bir araya gelecektir. Kişilerin birbirini tanıması, onların bozkıra geçmişleriyle birlikte çıkmalarına sebep olur. Sürünün üyeleri, birbirlerine karşı nötr değildirler, tüm cümleler bir birikmişlikle dökülür ağızlarından. Yalnızca doktor bu sürünün biraz dışında gibidir; zaten o da kimi zaman sürünün diğer üyeleri tarafından fındık-fıstık oyuncu muamelesi görür. Peki Canetti'nin bahsettiği eşitlik kavramı bu sürüde var mıdır? Daha ilk bakışta bile bunun olmadığını görürüz; gece mavisine bulanmış bozkırdaki insanlar arasında çok net bir hiyerarşi söz konusudur; ancak yine de, bir anlamda eşittirler: Biri ölü parası-diri parası derken evine bir kat daha çıkmıştır, şimdi de ceset sayesinde fazla mesai parasının peşindedir; öteki karakoldaki sorguda aldığı itirafla artan forsunu cesedi bularak tam manasıyla ispatlama, belki biraz da evinden uzaklaşma derdindedir, beriki ertesi gün Ankara'da olacaktır, bir an önce işini bitirmesi cesedin bulunmasına bağlıdır...

Canetti, sürü kavramının çok eski devirlerden itibaren hep var olduğunu, temel olarak 4 farklı tip sürüden bahsedilebileceğini söyler: Avcı Sürüsü, Ağıt Sürüsü, Artış Sürüsü ve Savaş Sürüsü. Canetti ilk olarak avcı sürüsünü tanımlar: "Avcı sürüsü bütün gücüyle, sonunda kendi bedenine katmak için öldürmek istediği canlıya doğru hareket eder. Bu hareketin sonu daima bir öldürme eylemidir; ansızın karşısına çıkmak ve etrafını sarmak bu sona götüren araçlardır. Avcı sürüsü bir tek büyük hayvanın ya da hep birlikte kaçan çok sayıda küçük hayvanın peşinden gider." Bozkırdaki sarı ışık huzmeleriyle kendini belli eden kafileye dikkatle baktığımızda bir avcı sürüsü görürüz ve tüm avcılar ortak bir hedefin peşindedir: Cesedin bulunması. Sürünün azaları, statüde olmasa da, gayede eşittirler: Herkes, farklı nedenlerle de olsa bir an önce cesedi bulup geri dönmek derdindedir! Canetti'nin tabiriyle konuşursak avcı sürümüz, bir an önce cesedi de bünyesine katıp geri dönmeyi arzular; mamafih Kenan'ın bir türlü doğru yeri bulmaması ya da bulamaması nedeniyle bu istek gerçekleşmez. Kafile Kenan'ın rehberliğinde çeşme çeşme gezmeye başlar; ancak yol bir yere çıkmaz, Kenan bir türlü hatırlayamaz ya da kasten hatırlamaz. Ne top gibi ağacı bulabilirler, ne sürülmüş tarlayı; bir kısırdöngüdür başlar: Kafile bir çeşmeye yaklaşır, herkes araçtan iner, Komiser Naci zanlıları, cesedin yerini göstermeleri için civarda şöyle bir dolaştırır, Kenan mırın kırın eder, orası olmadığı anlaşılır, biri başka bir çeşmeden bahseder, kafile arabaya doluşur, yola koyulurlar; derken bir çeşmeye yaklaşılır, herkes araçtan iner, Komiser Naci... Canetti'ye dönelim: "Her avcının gözünün önünde aynı nesne vardır ve herkes aynı nesneye doğru hareket etmektedir. Sürüyle av arasında giderek azalan mesafe, sürüdeki avcıların her biri için azalmaktadır. Avın müşterek bir nabzı vardır; bu nabız uzun bir süre atmaya devam eder, yer değiştikçe avcı hayvana yaklaştıkça giderek daha da şiddetlenir." Kafile bir türlü cesedi bulamaz; ancak her çeşmeye "Tamam, şimdi bulduk!" düşüncesiyle yaklaşır; lâkin eli boş döner. Avcıların artan nabzı, avın yakalanmasını müteakiben dinmez, boşa sıkılan bir kurşun gibi bozkırın sonsuzluğunda kaybolur; kafile sıkılmaya, yorulmaya ve sinirlenmeye başlar.

Tam da bu noktada, gayede eşit olup statüde eşit olmamanın sonuçları ortaya çıkar ve kafiledeki herkes çatabildiğine çatar! Savcı "Ya Naci, sen her şey tamam dememiş miydin bana ya? Sabah Ankara'da olmam lâzım, söylemiştim sana; biliyorsun. Ya bu kadar insan sana güvendik geldik ya!" diyerek Komiser Naci'ye çatar; Komiser Naci, şöför Arap Ali'nin ikram ettiği sigarayı hafif bozuk atarak geri çevirir, Arap Ali diğer şöför Tevfik'in arkasından sallar... Canetti'nin deyimiyle sürüde herkesin sırtı vahşi doğaya dönüktür; ancak avı bulamamanın yarattığı stres, yavaş yavaş üyelerin arasına sızar; fakat hiyerarşinin duvarları, stresin sağlıklı bir şekilde toprağa akmasına izin vermez. Aziz Nesin, vaktiyle verdiği bir röportajda "Türkler cesur mudur?" sorusunu şöyle yanıtlar: "Biz ne zaman cesur oluruz? Biz tabii cesuruz, biz kabayıyız, yiğidiz biz! Kendimizden aşağı olduğu zaman, onu garanti döveceksek; elimizde her şey varsa, o zaman bizden yüreklisi olmaz!" Bozkırdaki kargaşada olan tam da budur: Herkes gücünün yettiğine horozlanır, gücünün yetmediğine arkadan atıp tutar. Bozkırdakilerin arasında samimi bir saygı değil, bir tiyatro vardır; yalnız kalıp da maskeler düşünce, herkes diğeri ile ilgili düşüncesini sert bir dille ifade eder: Arap Ali, Tevfik'in yüzüne rahatça söyleyemediği şeyleri doktorla konuşurken söyler, Komiser Naci savcıya diyemediklerini, savcının zırt pırt çişe gitmesinden yola çıkıp onun erkekliğini küçümseyerek dile getirmeye çalışır.

Seyirci, kafilenin bu yolculuğunu Anadolu bozkırında güvenebileceği bir liman arayarak izler: Başta Komiser Naci'ye inanmak, onun yanında yer almak ister; ancak Naci daha ilk yarım saat dolmadan seyircinin gözünde forsunu yitirir: Söz verdiğinin aksine cesedi bulamaz, bulamayınca azarını yer, azar yiyince sinirlenir; bu sefer o gücünün yettiğine saldırır. Filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, verdiği bir röportajda şunları söyler: "Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, övünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor. İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız." Komiser Naci de defolarını gizler, biz bunları satır aralarında görürüz: Aslında hasta bir çocuğu vardır ve Naci biraz da evde kalmaya yüreği dayanmadığı için mesai yapmaktadır. Oğlunu sevmesine sever; ancak bu hasta çocuğun sorumluluğunu almayı istemediği, bu olayı görmezden gelmeye çalıştığı, bakımı anneye yıkıp evin ihtiyaçlarını karşılayan, bu uğurda sabahlara kadar mesai yapan baba imajı yaratmak istediği için de evinden uzak durur. Belki de, "Aslan oğlum!" diye sevemediği, etrafına gururla gösteremediği bu çocuk, derinlerde bir yerlerde onun erkekliği ile ilgili şüphe duymasına, kendini ezik hissetmesine sebep olmaktadır. Evet, bir baba olarak vicdanı sızlar; oğlunu bir kalemde silmez; mamafih bizde tüm şefkatini, ilgisini oğluna veren bir baba izlenimi de yaratmaz. Filmin ilerleyen kısımlarında eşine bu olayı tevekkülle kabullenmesi gerektiğini söylediğine şahit oluruz; ancak derinlerde bir yerde o da kabullenememiştir ve kendini eksik, hatta belki biraz da suçlu hissetmektedir. Bozkırın kültürü, Komiser Naci'nin tüm bunlarla yüzleşmesine izin vermez; zira Naci'nin çarpışması gereken çok şey vardır: Erkeklik, baba olmak, babanın görevleri, aslan oğulun olmayışı, erkek adamın yeterince iyi bir erkek oğlunun olmaması... Komiser Naci, bozkıra bu yükle çıkmıştır ve avcı sürüsünün avı bulamamasının yarattığı stresle birlikte yavaş yavaş karşımızda erimeye başlar.

Bu kez Savcı Nusret'ten medet umarız. Boyu posu, vâkur tavrı, otoritesi ve biraz da statüsünden kaynaklanan liderlik vasfı ile Nusret, gözümüze gerçek güvenilir liman gibi görünmeye başlar. Bozkırda iktidar onun elindedir, herkes peşinde pervanedir, çözümsüz nerede mola verelim problemlerini kararlı bir lider gibi o çözüverir, herkes karara uyar; fakat yavaş yavaş o da gözümüzde değerini yitirmeye başlar: Önce sık sık çişe gitmesi gözümüze batar; Naci'nin prostat imasına biz de istemsiz güleriz. Sinemada güvenli koltuklarımızda filmi izlerken, farkına bile varmadan bozkırdaki didişmeye, bozkırın eril diliyle dahil olmaya başlarız. Derken çeşme duraklarından birinde doktorla yaptığı konuşmada bir kadının hiçbir sebep olmadan, tam da söylediği gün ölüvermesi ile ilgili anlattığı hikâye dikkatimizi çeker. Önce bu batıl itikada şaşarız, zira filmin başından beri ayakları yere epey sağlam basan bir karakterin buna inanması bize tuhaf gelir. Nitekim doktor, ilk andan itibaren yemi yutmaz; hikâyede eksik kalan, anlatılmayan veya atlanan bir şey olduğunu en başta anlar; kadının ölüm nedenini sormaya başlar. Aslında bunu polisiye bir edayla yapmaz, başta mesleki bir merakla gider savcının üzerine. Film ilerledikçe bu aniden ölen müthiş güzel kadın hikâyesi enteresan bir hal alır: Sanki bu ölen kadın, savcının dediği gibi bir arkadaşın karısı falan değildir ve sanki savcının da örtmeye çalıştığı bir şeyler, bazı defolar var gibidir. Kendisine kaymaklı bisküvi ikram eden komutanın arkasından alaycı bir şekilde konuşması da gözümüzde itibarını biraz yitirmesine sebep olur; zira bizim liderlik konumuna yükselttiğimiz, güvendiğimiz; Anadolu bozkırındaki arkadaşımız bildiğimiz bu adam da, aslında küçük didişmelerin içindedir ve piramitin ortalarındaki Naci veya alt katlarındaki Arap Ali ile aynı şeyi yapmaktadır. Yavaş yavaş seyirci olarak biz de bu hiyerarşinin bir parçası oluruz ve ister istemez kendimizi en üst basamakta konumlandırır ve kendimize bir dost aramaya başlarız: Önce Naci'yi dost bilmişizdir; ancak Naci hızla kof çıkar, derken Nusret'ten medet umarız; ama onun da, hukuk tahsili yapıp çalışıp insanları fırçalamayı hak eden; bununla birlikte kafilede daha yüksek bir basamak olsa, hiyerarşinin daha üstüne çıkılsa diğerlerinden pek de farkı olmayan biri olduğunu anlamamız uzun sürmez. Bu noktadan sonra Nusret'i de bir arkadaş olarak değil, bozkırdaki biri olarak izlemeye başlarız.

Aslında seyirci, farkında olmadan Ceylan'ın dediği şeyi yapmaya başlar: Filmlerde gördüğümüz gibi bir "süper baba" olmadığını anlayınca Naci gözümüzde değerini yitirir. Naci,  prostat muayenesi ile Nusret'in erkekliğini küçümseyince istemsiz güleriz. Nusret komutanın arkasından konuşunca bıyık altından sırıtırız. Ezcümle, defolarını görmeye başladığımız zaman karakterler gözümüzde yavaş yavaş değerlerini yitirmeye başlar. Kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeye korkan bu insanların üzerini bir kalemde çizeriz; Bozkırdakiler, yaşadıkları problemleri "Uçurtmayı Vurmasınlar"ın Umut'u gibi "Ben işemedim ki, Miki işedi." diyerek çözmeye çalışırlar, kimse sorumluluk almak istemez. Hep başkası suçludur, her zaman başkası bir problem çıkartmıştır, başka birinin yaptığı bir hata vardır: Nusret cesedi bulamadığı için Naci'yi bir avuç arı olmakla itham eder; oysa o da elini taşın altına sokmamıştır. Naci, doktordan sigara isteyen Kenan'a güzel bir tirat atar: "Ne yapacaksın sigarayı? Sana bir soru soruyorum evladım, ne yapacaksın sigarayı? Yok bir dakika, sen söyle sen! Ne yapacaksın sigarayı? Oğlum! Sigara istiyorsan önce hak edeceksin. Artık bedava iş yok. Bak savcıya; adam hukuk tahsili yapmış, çalışmış; sigarasını da içer, fırçasını da atar! Niye? Hak etmiş adam!" Naci bunları derken içimiz sızlar; gözlerinden anlar, içimizden hissederiz yaşadığı ezikliği; ama Naci de yeri geldiğinde Arap Ali'yi tersleyiverir. Arap Ali, diğer şöför Tevfik'i fırsatçılıkla suçlar; ama bunca hengame arasında ağaçları sallayıp elma toplamayı, araba bagajına iki kavun atmayı ihmal etmez. Tüm bozkır ahalisi, içinde bir yükle gezmekte ve bu yük tarafından ezilmektedir aslında; mamafih bununla yüzleşeceklerine, bu düğümü çözmeye çalışacaklarına daha kolay olana sığınırlar: Birbirleriyle didişir, suçu birbirlerine atarlar. Kendilerinde gördükleri, içten içe rahatsız oldukları, ezik hissettikleri defoları başka birinde gördükleri anda onu alaya almaya, en iyi ihtimalle arkasından atıp tutmaya başlarlar. Aynı sinema koltuğunda oturan bizler gibi...

Horozlanmalar en çok sorulan sorularda gün yüzüne çıkar. Kitle ve İktidar'a dönelim: Canetti, soru sorma eylemini "zora dayalı bir müdahale" olarak tanımlar ve ekler: "Bir iktidar aracı olarak kullanıldığında, kurbanın etini kesen bir bıçak gibidir." Şu ânı hepimiz yaşamışızdır: Öğretmen, elini sınıf listesinin üzerinde gezdirir, derken bir isim üzerinde durur ve onu "tahtaya" çağırır. Rastgele seçilen kurban, sözlü imtihana tabi tutulmak üzere herkesin önüne çıkartılır. Az sonra, aynı Canetti'nin tarif ettiği gibi, kurbanın etini kesen bıçaklara benzeyen sorular birbiri ardına gelecektir. Bu, yalnızca bir sınav değil; aynı zamanda bir güç gösterisidir. Sorulara doğru yanıt verildikçe pek bir problemle karşılaşılmaz; öte yandan gelen yanlış yanıtlar, daha kısa ve seri soruların doğmasına sebep olur. Canetti bu seri soruları şöyle tanımlar: "Kısa ve öz cevaplar istendiğinde, sorgulanan insan için durum en tehlikeli halini alır; birkaç kelimeyle ikna edici bir biçimde ikiyüzlülük etmek, imkânsız değilse de zordur." Sözlü imtihana tâbi tutulan öğrenciden sorunun tahtaya yazılması ve ardından cevabının yine yazılı olarak verilmesi istendiğinde gerginlik daha da artar. Canetti "Kuvvette eşitsizlik olduğu zaman soru başka bir şekilde ifade edilebilir ya da yazıya dökülebilir; o zaman verilen her cevap çok daha bağlayıcı olacaktır; çünkü soruyu soran bu cevabı daha sonra kullanmak üzere elinde tutabilir." der. Öğrencinin cevabı bulmak adına tahtaya yazacağı her şey, bir bağlayıcılık oluşturur ve gerektiğinde aleyhinde delil olarak kullanılmak üzere tahtada bırakılır. Sorulara doğru cevap veremeyen bir öğrenci, yalnızca kırık not almaz; aynı zamanda, sınıfın önünde güç kavgasını kaybetmiş biri olarak yerine döner.

Biz, bu soru-cevap hiyerarşisini en net Kenan ve Komiser Naci arasında görürüz. Filmin başlarında Naci daha babacandır: "Haydi göster bakalım, neresi?" Ancak Kenan'ın sebepsiz sessizlikleri arttıkça işin rengi değişmeye başlar. Böyle zamanlarda Naci, yalnızca "Hı?" der; ancak bu tek hecedeki vurgu, artık bir yanıt istendiğini ortaya koyan sertliktedir. Nitekim, daha ikinci çeşmede Naci'nin hali tavrı değişiverir; tehditkar bir bakış ve postürle telsizini Kenan'ın böğrüne dayar. Yine istediği yanıtları alamaz. Aslında Kenan'ın bu sessizlikleri de bir nevi güç gösterisidir. Sözü Canetti'ye verelim: "Savunmanın en bariz biçimi sağırmış ya da anlamamış gibi yapmaktır; ama bu yalnızca eşitler arasında işe yarar." Komiser, kısa ve net cevap istediğini belli eden sorularıyla Kenan'ın etine küçük bıçak darbeleri indirmektedir. Kenan, soruları duymamış ayağına yatamaz; zira hiyerarşinin alt basamağında yer almaktadır. Öte yandan, soru yöneltilenin elindeki tek; ancak oldukça güçlü bir silahı kullanır: Sessizlik. Kenan ne sorulduğunu duyar; fakat duvar gibi sessiz kalır. Canetti bu görüntüyü şöyle tanımlar: "Sessizlikle karşılaşan bir soru, bir kalkan ya da zırhtan geri tepen bir silah gibidir." Komiserin ard arda gelen mini soruları, Kenan'ın sessizlik duvarına çarpıp parçalanır; öte yandan Naci'nin elinde de hiyerarşide daha üst olmasının verdiği bir avantaj vardır.

Bu hiyerarşik didişmeler film boyu devam eder ve kafilenin muhtarın evine gitmeye karar vermesinden önceki çeşme durağında zirveye çıkar. Savcı Nusret'in imalarıyla iyice dolan Komiser Naci kendisine karşılık verme ihtimali hiç olmayan, dayağını yiyip oturacak kişiden, zanlıdan hıncını çıkartmaya karar verir: Far ışıklarının sarıya boyadığı bozkırda Kenan'ı dövmeye başlar. Savcı derhal olaya müdahale eder ve Naci'yi bir köşeye çekip konuşmaya başlar. Kamera Arap Ali'yi gösterir; Tevfik'e ölü parası-diri parası muhabbeti çeken adam, elma ağacını sallayıp üç-beş tanesini cebine indirmekte bir beis görmez. Derken kamera, ağaçtan düşen elmalardan bir tanesini takip etmeye başlar. Bayır aşağı hızla düşen elma, bizde bir heyecan duygusu uyandırır; büyük ihtimalle bu elma dönüp dolaşıp sonunda cesedin olduğu yerde duracaktır; ama öyle olmaz. Elma yuvarlanır yuvarlanır, cılız bir dereye düşer, orada da yol alır... Ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan birkaç çürük elmanın yanında duruverir! Hiçbir şey olmaz! Kameranın büyük umutlarla takibe aldığı elma, müthiş bir heyecanla bayır aşağı yuvarlanıp çürük elmaların yanındaki yerini alır ve yolculuğunu noktalar. Aynı, tamam, işi halledelim heyecanıyla yola çıkıp bir çeşmenin kenarında sebepsizce duran kafile gibi... Aynı, yönetmenin Kasaba filminde "Ben buraya sığamıyorum!" deyip, Uzak'ta İstanbul'a gelen; ama avare avare gezip ayak altında dolanmaktan başka bir şey yapmayan Yusuf gibi... Aynı, ileride müthiş coşkuyla akan bir hayatı olacağını düşünüp zamanla sıradanlaşan ve ölümü bekleyen bizler gibi... Herkes yola büyük heyecanlanlarla çıkar; ama çoğu kez yolculuk, diğer elmaların yanında çürümeye yüz tutarak biter. Herkes ister istemez kendini özel hisseder, farklı olduğunu düşünür; fakat gerçek böyle değildir. Bozkırdakiler kendi gerçekleriyle yüzleşmeye korkarlar. Aynı Uzak'taki Yusuf gibi... Aynı bizim gibi...

Gecenin karanlığında kafilenin hikâyesi ilerledikçe sığınılacak liman olarak doktor öne çıkmaya başlar. Farkında olmadan bozkırdakilerin hiyerarşisine en üstten dahil olan bizler, doktorun bize arkadaş olabileceğine inanmaya başlarız. Biraz da bürokratik konumu sayesinde doktor, tüm bu hiyerarşik didişmelerin dışında gibidir; içlerinde Kenan'ın insan olduğunu unutmayan tek kişi de odur. Farların sarı ışığa boyadığı bozkırda darp edilen Kenan'ı, herhangi bir şey söylenmeden muayene eden de, Kenan'a sigara bulmak için didinen de, Naci'nin ilaç yazdırma işini ikiletmeden kabul eden de, Savcı Nusret'i de Arap Ali'yi de aynı saygıyla ve nezaketle dinleyen de odur. Hem bozkıra en uzak olan da o gibidir; nitekim bu durumu, filmin diğer karakterleri tarafından da arada sırada vurgulanır. Arap Ali bir konuşmasına "Buralarda silahı olmayan mı var Doktor?" diyerek başlar. Anlarız ki doktor, buranın insanına; Anadolu bozkırına uzaktır. Sonrasında Komiser Naci'nin de "Doktor, sen bunları bilmezsin..." diye başlayan konuşması da aynı noktaya parmak basar. Doktor buraları bilmez, dışarıdan gelmiştir; yine dışarıya gidecektir. "Bizim buralarda böyle doktor; kendi göbeğini kendin kesmek mecburiyetinde kalıyorsun bir yerde." der Arap Ali. Bu kısımlar bize hep, doktorun bu dünyaya uzaklığını gösterir. Arap Ali konuşmanın bir yerinde "Şimdi sıkılırsın edersin de, bir gün gelir belki burada yaşadığın şeyler hoşuna bile gidebilir. Çoluk çocuk sahibi olunca anlatılacak bir hikâyen olur, fena mı? Bir zamanlar Anadolu'da, dersin, ücra bir yerde görev yaparken işte böyle böyle bir gece yaşamıştık, dersin. Anlatırsın yani, ne bileyim; masal gibi!" der. Bozkırdakiler doktora böyle bakmaktadırlar: Biz hancıyız sen yolcu; gün gelecek çekip gideceksin ve tüm bu geceyi bir masal gibi arkadaşlarına anlatacaksın. Aynı bizim gibi... Biz seyirciler de, bir masal gibi izleriz tüm hikâyeyi; daha sonra, belki bir rakı masasında anlatacak bir şeyimiz vardır artık: "Bir zamanlar sinemada, deriz... Böyle böyle bir film izlemiştik deriz... Anlatırız yani, masal gibi..." Doktor giderek arkadaşımız olmaya başlar.

Doktorun buralara olan mesafesini başka bir konuşmada Komiser Naci de vurgular. Büyük arayışın sabahında Naci, oğlunun ilaçlarını yazdırmak için hastaneye yanına gider. Doktorun "Siz de bayağı yoruldunuz dün gece." demesi üzerine Naci "Yorulduk be doktor." der. "Bir yaştan sonra artık çekilmiyor bu işler, ne yalan söyleyeyim... Oğlanın durumu ortada, bizim evde durmak zor. İçi dayanmıyor insanın, gideyim çalışayım gene diyorsun." Doktor bunun üzerine, tevekkülle "Öyle..." der "ama yapacak da başka bir şey yok." Naci bu tevekküle şaşar: "Bizim için yok, senin için niye yok? Gencecik adamsın. Valla ben senin durumunda olsam, hiç arkama bakmam; toplarım pılıyı pırtıyı çeker giderim anasını satayım!" Doktor müstehzi bir gülümseme ile sorar: "Nereye?" Naci cevap verir: "Nereye olursa, hiç fark etmez!" Naci burada, bir yandan doktorun bu dünyaya uzaklığına vurgu yapar: Bozkırdakiler, Uzak'taki Yusuf'tan farklı olarak, onlara uzak olan bu doktoru içten içe kıskanmazlar; yalnızca tuhaf bir biçimde kendilerinden üstte görürler. Doktor yalnızca bürokratik konumu ve tahsili ile değil, şehirliliği ile de hiyerarşinin üst basamaklarına yerleşir tuhaf bir biçimde. Öte yandan bu diyalogda Naci'nin ağzından dökülenler bütün gece gördüğümüz bir tablonun devamı gibidir: Bozkırdakiler sorunlarının sorumluluklarını üstlenmezler! Her şeyin işte böyle, kırık dökük olmasının sebebi buralardır; buralardan gidilirse her şey kendiliğinden çözüme kavuşacak gibidir. Naci "Nereye olursa, hiç fark etmez!" derken aslında hayatındaki tüm sorunların kaynağı olarak taşrayı görür: Bu cinayetin sebebi de taşradır, oğlunun öyle olmasının sebebi de; savcıdan da karısından da yediği fırçalar taşra yüzündendir. Bozkırdakiler, kaderlerini kendilerinin inşa ettiğine inanmazlar; yaşadıkları her şey, bilhassa kötü olanlar başlarına vuran talihsiz piyangolardır ve hepsinin olmasa da çoğunun müsebbibi taşradır; taşranın dışında gürül gürül akan coşkulu bir hayat vardır. Onlar başlarına gelenleri tevekkülle kabul ederler; ancak gitme şansı olan doktorun da aynı tevekkülü göstermesine hem şaşarlar, hem de hafiften kızarlar; onlara göre hiyerarşinin üst basamaklarında olup söylenmek bir tür nankörlük gibidir.

Aslında dikkatle baktığımızda, doktorun tevekkülü ile bozkırdakilerin tevekkülü arasında ince; ama çok önemli bir fark vardır: Doktor, diğerlerinden farklı olarak yaşadıklarını değil, bedbinliğini kabullenmiştir. Diğerleri suçu buralara ya da birilerine atarak bir nebze rahatlarlar. Bir yerlerde birilerinin coşkuyla dolu yaşadıklarını tahayyül etmek ve kendilerinin bundan zerrece nemalanamadığını bilmek onları öfkelendirir belki; ama şu insanlar olmasa ya da burada değil de şurada yaşasalar aynı coşkuyu paylaşabileceklerine dair ruhlarının derinliklerinde besledikleri inanç, içten içe, derinlerde bir yerde onları mutlu da eder. Zira bu düşünce, onları kendilerini değiştirme yükünden kurtarır; suç başkasındadır ya da başka bir yerdedir, o yeri ya da kişiyi değiştirmek, kişiliklerine dokunmadan tüm sorunların çözülmesi demektir. Ne var ki doktorun tevekkülü böyle değildir; o problemlerinin kendi iç dünyasından kaynaklı olduğunu bilir. Sorun hukuk tahsili yapmamak, Ceceli'ye ya da Köşker'e gitme kavgasını kazanmak, gasilhaneli bir morg yaptırmak, elektriklerin gitmesi, taşra ya da bozkır değildir; sorun doktorun tüm hücrelerine sinen ve sebebini kendisinin de tam olarak bilemediği o tuhaf bedbinliktir. İnsan bunu bir kere fark edince, bir daha eskisi gibi yaşayamaz; çünkü artık hayatın keskinliği kaybolmaya başlar. Bu andan sonra birilerini suçlamak, yaftalamak, aşağılamak da artık eskisi kadar kolay değildir. Elbette doktor bir evliyâ da değildir; fakat birilerini rahatça suçlayabilme yeteneğinden bir şekilde mahrum kalmıştır. Artık hiçbir şeyin yanıtı ya da çözümü net ve yalın değildir, her şey muğlaklaşmaya başlar. Doktor hayata bu muğlaklıkla bakmaktadır.

Bozkırdakilerse kendi gerçeklikleri ile yüzleşmeye korkarlar ve bu korkuların getirdiği stresi,  birbirleriyle didişerek eritmeye çalışırlar; tâ ki muhtarın evinde çay ikramı başlayana kadar. Elektrikler gidince gecenin karanlığı her yanı kaplar ve herkes, kendi içine gömülür. Derken muhtarın kızı, ortasında bir gaz lambası bulunan genişçe bir tepsiyle çay ikramı için odaya girer; bozkırda büyülü bir an başlar. Kız utangaç bir ifadeyle, kafiledekilere çay ikram eder; ancak güzelliği ve masumiyeti ile gecenin karanlığında herkesin yüreğine farkında olmadan bir çizik atar. Nuri Bilge Ceylan, bir röportajında uzun süre doğada kalmanın, esen rüzgârın, yaprakların hışırdamasının kendisinde sanki ölmüş gibi bir his yarattığını söyler. Aslında bu âna kadar olan da biraz böyledir: Uçsuz bucaksız bozkırda çeşme çeşme dolaşan, bu süre boyunca biteviye didişen kafilenin üzerine bir anlamda ölü toprağı serpilir; ancak muhtarın kızının masumiyeti ve güzelliği ile bir anlamda yaşadıklarını tekrar hatırlarlar. Birbirlerine çarptıkları laflar, bitmek bilmez didişmeler, kendilerinden bile sakladıkları sırlar, zayıflıklar ya boğazlarında düğümlenir; ya da zanlı Kenan'da olduğu gibi, gözyaşları ile dışarı çıkar. Burada yaşanan sahte bir "Ah hayat ne güzel; oysa biz ne beyhude tartışmalar ile boğuşuyoruz!" aydınlanması değildir. Kafiledekiler aniden üzerlerine serpilen ölü toprağını atarlar ve günahlarını hissetmeye başlarlar. Gecenin sabahında bu gerçeklikle en net şekilde yüzleşecek kişi savcı olacaktır.

Savcının, bürokratik dengiyle bir muhabbet kurabilmek; hiyerarşinin zirvesindeki yalnızlığını azaltabilmek, biraz da öylesine lâflamak için anlatmaya başladığı hikâye, doktorun neşter darbeleriyle farklı bir hal alır. Savcı, yüzleşmeye korktuğu şeylerle arasına bir arkadaşın eşi duvarını inşa etmiş, her şeyi bu duvar ardından anlatabileceğini düşünmüştür; fakat doktorun ısrarlı neşter darbeleri ile duvarda delikler açılır ve biz zamanla bu hikâyenin bizzat savcının karısına ait olduğunu anlarız. "Birkaç ay sonra öleceğim." diyen bu kadın hakikaten, bebeğini dünyaya getirip onu öpüp kokladıktan kısa bir süre sonra, tam da dediği zamanda göçüp gitmiştir dünyadan. Doktor hikâyenin bu kısmına ilk andan itibaren inanmaz. Mesleki bir merakla savcıyı sıkıştırmaya başlar. Savcı ilk başta küçük hamlelerle bunu bertaraf edebileceğini düşünür; ancak doktorun bazı ilaçların yüksek dozda alınmasının kalp krizine sebep olabileceğini söylemesi gardını düşürür. Muhtarın evindeki çay seansından sonra, bir ağaç altında öylesine söylenen bu söz savcının vicdanını kemirmeye, çok derinlere gömdüğü bir şeylere doğru yürümeye başlar. Film ilerledikçe savcının hayatındaki defoyu net bir şekilde görürüz: Hovardalık yaptığı bir gece başka bir kadınla karısına yakalanmıştır. Savcı Nusret olayı her ne kadar "Ama olayı büyütmemişler, hemen affetmiş kadın." diye anlatıverse de bu söylediğine içten içe kendisi de inanmaz. Kadının ölümünün bir intiharın neticesi olduğunu, ince bir şekilde planlandığını ve nihai amacın karşı tarafı sonsuza kadar kurtulamayacağı bir vicdan azabına düşürmek olduğunu anlamak için hukuk tahsili yapmaya gerek yoktur aslında; ancak savcı da, bozkırdakiler gibi tüm bu gerçekliği görmezden gelir, zira olaya efsunlu bir hava vermek, bir şeyleri görmezden gelmek, anlamamak; günahla yüzleşip kabullenmekten, itiraf etmekten daha kolaydır. Ağacın altında doktorun ağzından çıkan ve savcının beynini kemirmeye başlayan söz, sabahleyin doktorun odasındaki pencereden dışarı bakarken vicdanına ulaşır. Doktor otopsi odasına gitmek için onu çağırdığında yüzüne yerleşen gülümseme, aslında derin bir yıkılmışlığın tezahürüdür. Bu ânı, farklı şekillerde hepimiz yaşamışızdır: Yüzleşmekten korktuğumuz bir şey beklemediğimiz bir anda karşımıza çıktığında zamanla içimizde büyür, giderek benliğimizi ele geçirir; başka bir şey hissedemez hale geliriz. Savcının yaşadığı da aslında budur: Artık kaçacak yer kalmamıştır ve karısının kendi hatası yüzünden ölmeyi seçtiğini, karısının ona acı vermek adına kendi hayatından vazgeçmeyi göze alacak kadar acı çektiğini, çeşme çeşme gezip ceset aradığı bir gecenin sabahında, köhne bir hastane odasında kabullenmek zorunda kalır. Bozkırdakiler günahlarını ya tamamen görmezden gelirler ya da bütün benlikleri bu kabullenmişlikle dolar. Bozkırın iklimi kadar insanı da serttir. Artık hiçbir şey savcı için de o kadar kolay olmayacaktır.

Son olarak otopsi odasına gideriz. Savcı içinde soğuk gerçeklikle yüzleşmenin ağırlığı ile girer odaya. Önce maktulün karısını cesetle yüzleştirir ve cesedin teşhisini sağlar; ardından klasik otopsiyi yapması için doktoru otopsi odasında otopsi teknisyeni Şakir ve kâtip Abidin ile bırakır. Doktor otopsiye başlar; Şakir önce maktulün elbiselerini keser ve çıkartır, Abidin kesilen elbiseleri maktulüm karısına teslim eder, derken doktorun emirleri doğrultusunda beyni ve beyinciği çıkartır, göğsü açar, kalbi çıkartır ve akciğerleri çıkartmaya hazırlanır; fakat burada tuhaf bir şey fark eder. Maktulün soluk borusunda ve akciğerlerinde toz toprak vardır. Biz seyirciler, bunun ne anlama geldiğini ilk başta anlamayız; ama Şakir hemen bizi aydınlatır: "Hocam bunu diri diri gömmüş olmasınlar ya?" Kamera bu süre boyunca doktoru gösterir; mimiklerinden canının sıkkın olduğunu; ortada Şakir'in hocam bir bakar mısınız demesine yol açacak kadar büyük bir sıkıntının bulunduğunu o zaman anlarız. Doktor zaman kazanmak için Şakir'in dediğini anlamamış gibi yapar; ama yılların deneyimli otopsi teknisyeni Şakir daha ilk anda olayı anlar: "Adamı diyorum, canlı canlı gömmüş olmasınlar bunlar şimdi?" Doktor, "Yok, yok yok! Öyle bir şey değil  o da!" der; ama kafası başka bir yerde gibidir. Neyi tartar burada doktor? Neyin hesabını yapmaktadır?

Kanımca film, bizi burada bir yol ayrımında bırakır; zira doktor "Trakea, özefagus ve boyun yumuşak dokularında herhangi bir anormalliğe rastlanmadı. Batına geçildi, batın açıldı. Aç Şakir!" diyerek bunu görmezden gelir; aynı bozkırdakiler gibi. Evet, bu doktorun kişisel bir sıkıntısı değildir; fakat yine de her şeyin sonunda o da bile bile bir şeylere sırtını çevirir, peki neden?

Bu soruya farklı yanıtlar vermek mümkün, ben cebimdeki birkaç tanesi ile şansımı deneyeyim: Belki de doktor, her ne kadar uzak gibi görünse de bozkırdaki diğer kişiler gibi bir an önce işini bitirip evine dönmek gayesindedir. Adamın diri diri gömülmüş olması, bir ton angarya bürokratik işin ortaya çıkması demektir ve tüm gece boyu uykusuz kalan doktorun buna takati kalmamıştır. Peki maktulün karısını ve çocuğunu hiç mi düşünmez? Aman canım, her halükarda adam ölmüştür işte; ha diri diri gömülmüş, ha başka şekilde ölmüş; ne fark eder ki? Öte yandan, belki de doktor Kenan'a acımıştır; öyle ya, diri diri adam gömmenin cezası ayrıdır, bıçakladım ya da kafasına vurdum öldü demenin ayrı... Kenan zaten yüreğinde bir ağırlıkla yaşayacaktır; bunu arttırmanın anlamı yoktur. Peki şu olamaz mı: Belki de doktor, olayın daha da büyümesini istemez. Sabahleyin otopsiye başlamadan önce çay içtiği küçük dükkanda bu cinayetin kasabanın ağzına yavaş yavaş dolanmaya başladığını fark etmiştir; "Yaşar'ı diri diri gömmüşler!" dedikodusunun yayılması, üstüne çocuğun Kenan'dan olduğunun gün yüzüne çıkması, maktulün karısı Gülnaz'ın ve dolayısıyla çocuğun hayatının daha da zorlaşmasından başka bir şeye yaramayacaktır. Bir başka deyişle, bu bilginin dışarı sızması, Naci'nin bir kehanetini doğrulayacaktır: "Neticede olan çocuklara oluyor doktor. Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını." Oğlanı böyle büyük bir kazanın içine atmak, kime ne yarar sağlayacaktır? Kenan'ı hapisten mi kurtaracaktır? Gülnaz'ı tekrar ayağa mı kaldıracaktır? Yaşar'a can mı verecektir? Doktor belki bunların hepsini düşünür, belki bambaşka şeyler geçer içinden; ama bir şekilde o da gerçeği görmezden gelir. Şakir'in içi elvermez önce; ama hiyerarşinin üst basamağından "Açsana!" komutu gelince işine devam eder ve batını açar. Tam o anda doktorun yüzüne de cesetten iki damla kan sıçrar: "Hocam siz biraz geri çıkın isterseniz, size de bulaşmasın." der Şakir. Biliriz ki burada cesetten gelen kanı kasteder; ancak tüm gece doktora eşlik eden bizler, bu cümleyi artık farklı yorumlarız: Bütün gece, her şeyin dışında olan doktora da sabaha karşı bir şeyler bulaşmaya başlar; bu bir yorumdur. Beri yandan bu tablo şöyle de yorumlanabilir: Maktul Yaşar'ın vebali artık, bir şekilde doktorun da boynundadır. Az sonra doktor cama gider, okul bahçesine yakın bir patikada Gülnaz ile oğlunun gidişini görür. Arkadan otopsi sesleri gelmeye devam eder; ama Yaşar'ın oğlan, okuldan dışarı kaçan topu iştahlı bir şutla okulun bahçesine geri gönderir. Ezcümle, hayat devam eder ve devam eden hayatta yaşam ile ölüm kolkola yürür. Belki kısık bir sesle Metin Altıok, kendi dizelerini okumaya başlar:

"Ben yaşamaya da ölüme de inandım
Tamamlarlar sandım birbirlerini
Çarşıları hep birlikte gezerdik
Biri dostumsa, sevgilimdi öteki
İkisinin adını yan yana yazdım
Bir soluk alayım, izin verin de."
Bozkırda hayat böyledir; Bir Zamanlar Anadolu'da geçen bu kara masal da bunu anlatır: Burada yaşamla ölüm, korkuyla öfke, vicdan azabıyla gurur, reddetmeyle yafta kol kola yürür...

Tarkovski,  "Bir sanat eserinin düzeyi, ifade ettiği fikir ne kadar derinlere gömülmüşse ve ne kadar iyi saklanmışsa o kadar iyidir." der. Orhan Pamuk'un da merkez kavramıyla ifade ettiği bu düşünce, bir sanat eserini bizim için canlı kılar; merkez sayesinde eser nefes alıp vermeye başlar ve aynı Tarkovski'nin ifade ettiği gibi, merkez ne kadar derine gömülmüşse alınan nefes de, eserin yaşama duyduğu aşk da o denli derinleşir. Nuri Bilge Ceylan'ın kara masalı, gizlediği ve derinlere gömdüğü merkezini bulmak için tekrar tekrar aynı yolculuğa çıktığım; beni, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde çeşme çeşme dolaştıran ve her defasında yeni şeyler bulmamı sağlayan bir kutup yıldızına dönüştü zamanla. Bir Zamanlar Anadolu'da, aynı ilk izlediğimde olduğu gibi, yıllar sonra bugün de beni içine çekmeye ve derin nefesler alarak yaşamaya; beni benzer derinliklere dalan dalgıçlar bulmaya itiyor ve ben her tanıştığım dalgıca, beni ona götüren rehberin bana sorduğunu soruyorum:
"E zaten iyi eserlerin çoğu, insanı dönüştürmek; onun kendisiyle yüzleşmesini sağlamak için ortaya konmuyor mu?"