19 Aralık 2011 Pazartesi

La promesse: Vicdan Mantığı Yener!

"Dardenne Kardeşler", sinema dünyasını biraz olsun takip edenlerin, yeni filmlerini heyecanla beklediği iki yönetmen; ancak film cahili bendeniz bu yönetmenleri bu yıl tesadüfen tanıdım. Son filmleri Le gamin au vélo (Bisikletli Çocuk), Cannes Film Festivali'nin "Jüri Büyük Ödülü"nü Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da"sıyla paylaştı. Bu yıl İzmir'de de düzenlenen Filmekimi'nde izlediğim yegâne film olan Bisikletli Çocuk, Dardenne Kardeşler ile ilk randevum oldu. İster istemez Bir Zamanlar Anadolu'da ile kıyasladığım ve belki de yanlış olan bu kıyaslama nedeniyle pek sevemediğim bir film olan Bisikletli Çocuk'tan sonra dün, 6 yıl sonra İzmir'e gelen Gezici Festival kapsamında Dardenne Kardeşler'e ait iki film daha izledim: Le fils (Oğul) ve La promesse (Söz). Bu kez her iki filmi de sevdim; ancak bu yazımın konusu oluşturan Söz bana, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sını okuduğum zamandan beri kendime sorduğum bir soruyu tekrar sordurttu: Kendimizce mantıklı olduğunu düşündüğümüz sebeplerle vicdanımızın sesini susturmak mümkün mü?
Dardenne Kardeşler'in 1996 yapımı filmi Söz, bu soruya şöyle bir yanıt veriyor: Hayır, vicdan mantığı yener! Filmin başında bir tamirhanede gördüğümüz ve birkaç sahnede küçük hırsızlıklardan keyif alan biri olduğunu anladığımız, kaçak yollardan ülkeye giriş yapan kişilere babasının patronluğunda oldukça kötü koşullarda barınacak yer bulan ve onlara fahiş fiyatlarla temel ihtiyaçlarını gidermeye yarayacak ürünler satan bir çırağın vicdanının hikayesi aslında Söz. Serseri ve para düşkünü bir babanın serseri ve para düşkünü oğlu Igor'un hayatı, müfettişlerin, kaçak işçi çalıştırdıkları gerekçesiyle baba Roger'ın sorumluluğundaki bir şantiyeye teftişe gelmesi, bu teftiş öncesinde, filmin başında karısını ve yeni doğmuş çocuğunu ülkeye getiren Amidou isimli bir kaçağın iskeleden düşerek ölmesi ile allak bullak olur; çünkü Amidou ölmeden hemen önce Igor'dan karısına ve çocuğuna bakacağına dair söz vermesini ister.  Amidou'nun karısı Assita'dan bu ölümü gizleme kararı alan baba, kendisinin de Igor'un da çıkarlarına en uygun olan şeyi; Assita'dan bir şekilde kurtulmanın yollarını arar: Amidou ortadan kaybolmuştur ve Assita'nın yapacağı en akıllıca iş Amidou'nun İtalya'daki erkek kardeşinin yanına gitmektir; ancak verdiği söz, Amidou'nun cesedinin üzerine çimento döken umursamaz ve bencil baba Roger'a inat, Igor'un genç, serseri ve para düşkünü ruhunda bir deprem yaratır. Bir anlamda o ölümden sorumlu olan Igor'u bir kolundan mantığı diğer kolundan ise vicdanı çekiştirmektedir.
İnsanları hayvanlardan ayıran şey nedir? Biyolojik açıdan hayvanlardan bir farkımız yok, farklı DNA sarmallarına sahip olsak da aynı hücreleri taşımaktayız. Uzun yıllar, özellikle Sanayi Devrimi'yle birlikte bilimin büyük bir hızla geliştiği 19. yüzyıldan  beri bu soruya verilen yanıt "Analitik düşünebilme, öğrenebilme ve öğrendiğini aktarabilme yeteneği" şeklinde olmuştur; ancak özellikle günümüzde bu soruya bu şekilde kesin bir yanıt vermek artık olanaksız. Biliyoruz ki farklı algı düzeylerinde de de olsa hayvanlar da düşünebiliyor, alet geliştirebiliyor, geliştirilmiş bir aleti çözebiliyor, öğrenebiliyor ve öğrendiklerini aktarabiliyorlar. Şu halde sorumuz hala yanıtsız: İnsanları hayvanlardan ayıran şey nedir?
Bu soruya günümüzde pek çok farklı yanıt verilebilir sanırım; ama bir sıralama yaparsak ilk beşe alacağımız yanıtlardan biri de vicdandır. Dardenne Kardeşler'in bu soruya Söz'de verdikleri yanıt da bu: İnsanı insan yapan şeylerden biri de vicdanıdır! Verdiği sözün altında ezilen vicdanına kulak veren Igor, aslında kendi çıkarlarına bütünüyle aykırı davranmaktadır. Roger, Assita'yı söylediği bir yalanla İtalya'ya gitmeye ikna etmiştir; ancak Igor'un vicdanı buna el vermez. Verdiği söz, kişiliğindeki bütün o çıkarcı ve sorumsuz yanları susturmuş ve içindeki insan konuşmaya başlamıştır. Igor'un vicdan azabı filmin sonunda doruğa çıkar ve yaptığının sonuçlarına katlanamayıp bütün suçunu itiraf eden Raskolnikov gibi, Amidou'nun öldüğünü, babasıyla birlikte üzerine çimento döktüklerini, kendisinin buna karşı çıkmasına rağmen Roger'ın bu ölümü ondan gizlediğini Assita'ya itiraf eder. Üstelik bunu, Assita'dan kurtulmaya en yakın olduğu anda yapar. Igor'u bu itirafın ardından, Assita'yla birlikte bir tünelin sonunda gerisingeri yürürken görür, filmi bitiririz. Analitik düşünceyle hareket eden Igor için aslolan kendi çıkarıdır; Assita'yı orada bırakmalı ve yoluna devam etmelidir; ancak onu insan yapan değerlerden biri, vicdanı buna izin vermez.
Bisikletli Çocuk'u sevmememin bir nedeni de kurduğu iyimser dünyaya inanamamamdı.  O filmdeki tesadüf bana fazla zorlama gelmişti. Söz de iyimser bir dünya kuruyor; ama sorduğu soru ve verdiği yanıt ile beni kalbimden vurdu: Vicdan mantığı yener! Bir diğer deyişle, ne olursa olsun insanlık bir şekilde kazanır.
Dileyelim ki Dardenne Kardeşler haklı olsun...

14 Aralık 2011 Çarşamba

Don Quijote: Hepimiz için için donkişotluklar yapmak isteriz!

Mayıs ayında ard arda gelen yazılara inat 2 aydır suskundum. Bir şey yazacak kadar kafamı toplayamamam bir neden elbette; ancak asıl önemli neden üşengeçlik! 2 ay süren bu üşengeçliğe Cervantes'in ünlü romanı La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote ile ilgili bu yazımla bir nokta koyuyorum, haydi hayırlı olsun!
Kimin sözüydü hatırlamıyorum (aklımda kaldığınca yazıyorum); ama klasik eserlerle ilgili şöyle bir cümle okumuş ve çok beğenmiştim: Klasikler, hiç okumadan da üzerine konuşabileceğiniz kitaplardır. Bu söz, hiçbir şey okumadan edebiyatla ve bilhassa klasiklerle ilgili beylik sözler söylemeyi pek sevenlere bir yergi olarak alınabileceği gibi klasik romanların evrenselliğiyle ilgili bir övgü olarak da düşünülebilir. Birçok kişi, Suç ve Ceza'yı hiç okumamış olmasına karşın Raskolnikov adına aşinadır söz gelimi ve yaşadığı ikirciğe yorumlar getirir. Kendince haklı sebeplerle huysuz bir tefeci kadını öldüren Raskolnikov'un yaşadığı vicdan azabını ve ruhundaki gel-gitleri kulaktan dolma olsa da duymuş biri, bu duyguları anlar ve onlara bir şekilde ortak olur. Raskolnikov, bu evrensel duyguların ete kemiğe bürünmüş halidir adeta; dolayısıyla Suç ve Ceza'dan bihaber olsak da, baş karakterin yaşadıklarıyla ilgili söyleyecek birkaç sözümüz vardır.
Edebiyat tarihinde Raskolnikov gibi bir sürü karakter bulmak mümkün: Madam Bovary, Prens Mişkin, Karamazovlar, Anna Karenina, Büyük Birader...Yine de bir karakter var ki tüm bu saydıklarımızdan daha popüler; öyleki adı yaşantısıyla bütünleşmiş ve sembol olmuş bir karakter. 400 yıldır tekrar tekrar anlatılan ve hatta yazılan hikayesine bir şekilde aşina olduğumuz; herhangi bir zamanda herhangi bir yerde bir adeta bir süperkahraman gibi yaşadığına inanmak istediğimiz ve bir yandan yaşadıklarına, deliliğine gülerken diğer yandan "keşke onun gibi olabil"meyi dilediğimiz bu karakter La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote ya da daha bilinen yazımıyla Don Kişot! Cervantes'in karakteri o denli meşhur oldu ki yaptığı o delilikler kendi adıyla anılır oldu. Dahası, yıllar geçtikçe daha da kutsanan ve -yukarıda da belirttiğim gibi- bir süperkahraman halini alan; romanda insanları güldüren delilikleri donkişotluk olarak olumlu bir şekilde anılan bir karakter oldu yaratıcı asilzade. Ben bu yazıda karakterin kendisinden bahsederken Don Quijote adını, deliliklerinden bahsederken donkişot tabirini kullanacağım. 
Miguel de Cervantes Saavedra'nın tarafından 400 yıl önce kaleme alınan ve roman türünün ilk örneği sayılan 2 ciltlik bu eserin ilk cildini yeni bitirdim. Yıllardır bir şekilde adını duyduğum ve değirmenlere karşı savaşmasıyla ünlü olan bu deli-kahramanın maceralarını keyifle okudum. Post-modern anlatıyı bile müjdeleyen bu ilk romanla Cervantes, romanın babası ünvanını haklı bir şekilde elde etti ve diğer tüm yazarları üvey baba konumuna düşürdü. Elbette bu üvey babalar, Kemalettin Tuğcu romanlarında anlatılanların aksine, Cervantes'ten olma bu çocuğu büyüttüler, geliştirdiler ve edebiyatın başat anlatım tarzı haline getirdiler; ancak yüzyıllar sonra dahi keyifle okunan bu romanla Cervantes, sadece unutulmaz ve metaforik bir karakter (hatta bir ikili) yaratmakla kalmadı; aynı zamanda bu üvey babalara fikir babalığı yapmış oldu.
Ucuz şövalye romansları okuyarak deliren (aslında buna tam da bir delirme denemez; Don Quijote, kitapta pek çok kez belirtildiği gibi, aslında son derece zeki ve ünvanının içini dolduracak kadar da asil biridir. Sadece şövalyelik söz konusu olunca mantıklı düşünme yetisini kullanamaz.) Don Quijote'nin hikayesini "yel değirmenlerine karşı savaşan adam" şeklinde özetlemek mümkündür; ancak bu oldukça eksik bir yorum olur. Aslında değirmenleri dev canavarlar zannederek onlara saldırması, kitapta oldukça kısa bir yer tutar; ancak tam bir donkişotluk olan bu hareket yıllar içerisinde büyümüş, genişlemiş ve kitaptan taşarak adeta onun bir özeti haline gelmiştir. Don Quijote denince bir kişinin gözünde mızrağını bir yel değirmenlerine doğrultmuş, cılız atı Rocinante'yi onların üzerine süren bir adam ve yanında gördüklerinin dev canavarlar değil, yel değirmenleri olduğunu anlatmaya çalışan Sancho Panza canlanır. La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote romanını iki katmanda incelemek, bu romanın önemini anlamak açısından daha faydalı olacaktır:

  1. Öykünün nasıl ortaya çıkarıldığını anlatan ve üst kurmaca tekniğinin kullanıldığı (tam da bu noktada romanın post-modern anlatıyı müjdelediğini söyleyebiliriz.) birinci katman
  2. Don Quijote'nin ve Sancho Panza'nın bugün artık sembolik bir hal almış öyküsünün anlatıldığı ve ucuz edebiyatın yerden yere vurulduğu ikinci katman
Birinci katman olarak adlandırdığım ve post-modern anlatıyı müjdelediğini söylediğim üst kurmacayı ilk cilt için iki bölüme ayırabiliriz:
  • Romanı açan ve birinci bölümü anlatan; ancak başka bir kayda rastlamadığı için öyküsünü kesen birinci yazar
  • Birinci yazarın, anlattığı bölümü kapatmadan önce hikayenin devamını bulduğunu müjdelediği, bulduğu Arapça metni tercüme ettirerek bize sunan ikinci yazar
Roman tekniğinde üst kurmaca olarak adlandırılan bu kayıp metinler enstantanesi 400 yıl içerisinde büyüdü, yayıldı ve post-modern anlatının ayırıcı özelliği olarak ortaya çıktı (Tutunamayanlar, bu tekniğin Türk edebiyatındaki tipik örneğidir. Tutunamayanlar yayımlandığında bu ilk romanın üzerinden 367 yıl geçmişti). Cervantes'in yaptığı bu üst kurmaca, romanı; bir delinin başına gelen tuhaf ve komik olaylar olmaktan çıkardı ve yüzyıllar boyunca roman yazmak isteyenlere ilham veren bir kitap haline getirdi. Pek çok okur, bu ilk romanın biçimsel yönünden bihaber; ancak bu birinci katmanın bugün ikinci katmandan çok daha önemli olduğunu söylememiz mümkün; çünkü bu katman bize kimliği belirsiz bir sürü yazar yaratmakla kalmıyor aynı zamanda bu hikayelerin gerçek mi yoksa bütünüyle hayal ürünü mü olduğunu düşündürtüyor ki bu konu romanın başat sorunsalıdır: Bu oalyların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca? Eğer bu birinci ve ikinci yazarların belgelerine bakarsak, olaylar bütünüyle gerçektir ve belgeye dayanmaktadır; ancak diğer yandan okuduğumuz bir romandır; dolayısıyla kurmaca bir tarafının olması gerekmektedir. Romanlarda anlatılanlar bütünüyle gerçek değildir; zaten hikayenin ikinci katmanını oluşturan öyküde Don Quijote'ye anlatılmak istenen de budur.
İkinci katmana gelince; işte birçoğumuzun üzerine konuştuğu katman bu. Don Quijote denildiğinde aklımıza gelen bütün o donkişotluklar, kitabın ikinci katmanını oluşturuyor. Bütün bir kitabı oluşturan hikayenin yer aldığı katmanı ikinci olarak adlandırmamın sebebiyse, romanın üst kurmaca tekniğiyle açılması. Benim düşünceme göre, bu ikinci katman, bütünüyle hikaye anlatmaya ayrılmıştır. Don Quijote'nin Sancho Panza'yla çıktığı yolculuk, anlatılan irili ufaklı bütün hikayelere bir fon oluşturur. Başlarından bir sürü macera geçen ikiliyi izlerken, güzeller güzeli pek çok kadın ve erkek ile karşılaşır, onların hikayelerini dinleriz. Anlatılanlar da aslında romanlarındaki gibidir ve çoğunlukla aşk hikayeleridir. Cervantes burada okuyucuyu bir sürü değişik hikayeye boğar. Birinci kitap, bütün karakterlerin handa -Don Quijote'ye göre şato!- toplanmasıyla ve orada yaşananlarla son bulur.
Bu ikinci katmanın sırrıysa okuyucular olarak bizlerin, geçen zaman içerisinde Don Quijote'nin donkişotluklarına yüklediğimiz anlamlarda gizlidir. Don Quijote'nin donkişotluklarına güler, beri yandan o donkişotlukların kendi hayatımızdaki karşılıklarını yapabilecek cesarette olmayı dileriz. Tam da bu nedenle Don Quijote'nin aslında hiç vazgeçmemesini, Sancho Panza'yı ve diğerlerini hiç dinlememesini dileriz için için. Don Quijote'yi yel değirmenlerine karşı savaş açarken, sıradan bir leğeni değerli bir tolga zannederken, şarap fıçılarına kılıcını sokup devi öldürdüğünü, ortalığı kana buladığını düşünürken ve tüm bunların aslında olmadığını gördüğünde de "Bu şato büyülü!" diyerek yine donkişotluklarının gerekli olduğunda diretirken gördükçe için için mutlu olur ve onun haklı çıkmasını dileriz. Modern bir benzetme yapacak olursak Don Quijote, Godot'yu bulduğunu zanneden birisidir. Onun için Godot, maceracı bir şövalye olmaktır ve Don Quijote bunu hakkıyla yapmaktadır. Diğer yandan Sancho Panza'nın durumu Vladimir'in ve Estragon'ın durumuna benzer: Bir yanıyla efendisinin vaat ettiklerinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini, onun hasta olduğunu bilir; ancak  içini kemiren ya gerçekleşirse düşüncesinden bir türlü sıyrılamadığı için onun yanından ayrılmaz. Sancho Panza, ikilide ayakları yere basan tarafı oluşturur; ancak vaatlerin gerçekleşme olasılığı onun efendisinin yanından ayrılmasını engeller. Bu ikili arasındaki sembolik durum, kitabın yüzlerce yıldır tekrar tekrar okunmasının ve insanlara ilham vermesinin bir diğer nedenidir.
Yazıyı noktalamadan önce YKY'ye gerçekten teşekkür etmek istiyorum. Kazım Taşkent Klasikler Serisi içerisinde Roza Hakmen'in çevirisiyle yayımlanan La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote kelimenin tam anlamıyla evladiyelik! Don Quijote'nin tam metin çevirisini hala almamış olan okuyuculara bu seriden çıkan baskıyı edinmelerini şiddetle tavsiye ederim.

Nice donkişotluklara!

2 ay sonra tekrar merhaba!

11 Ekim 2011 Salı

Uzak: Yabancının Rahatsızlığı

"Haddim olmayarak..." diye başlayan diğer film yazılarıma inat yine bir filmle ilgili yazıyorum. Hem de yazının konusu olan filmin sahibi, son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da ile sadece sinemaseverler değil edebiyat tutkunları tarafından da çokça övgüye -istisnalar kaideyi bozmaz- boğulan; gerçek anlamda dünya çapında bir yönetmen: Nuri Bilge Ceylan. Stresimi arttıran bir diğer unsursa bu filmin Avrupa'nın en önemli film festivallerinden biri olan Cannes'da hem Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülmesi, hem de başrol oyuncularının En İyi Aktör ödülünü paylaşması. Uzatmayalım; yazımızın konusu, Nuri Bilge Ceylan'ın taşra üçlemesinin son filmi olan ve Ceylan'ı dünya çapında tanınan bir yönetmen konumuna getiren Uzak.

Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı ve Koza haricindeki tüm filmlerini izledim. Kesinlikle bir şaheser olan son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da yı hariç tutarsak en çok etkilendiğim filmleri İklimler ve Uzak oldu. 2008 yılında izlediğim Üç Maymun, Nuri Bilge Ceylan ile ilk randevumdu ve itiraf ediyorum, ortalamanın altında bir sinema izleyicisinin vereceği tepkiyi vererek filme sövüp saymıştım (Yine de yakın zamanda tekrar izlediğim bu film, Ceylan'ın filmleri arasında Kasaba'dan sonra bana en uzak gelenidir)! Geçen 3 yılın ardından bu yaz başında Zeynep'le İklimler'in başına oturduğumda bir tedirginlik ve belki bir önyargı vardı; ancak kendini seyirciye yavaş yavaş açan film bittiğinde çok etkilenmiş ve Ceylan'ın diğer filmlerini ard arda izlemiştim. İklimler'in hemen ardından izlediğim Uzak, Nuri Bilge Ceylan'la 3. randevum oldu.

Açılış sekansında, karla kaplı bir arazide -kasabanın çıkışı olsa gerek- bir adamın bata çıka yürüdüğünü görürüz. Zorlanarak yolu tamamlayıp kameraya döndüğünde bu adamın Kasaba'da "Buralardan gitmem lazım; ben bu kasabaya sığmıyorum!" diyen ailenin asi çocuğu olduğunu anlarız. Aslında bu iki filmi birbirine bağlı okumak gibi bir zorunluluğumuz yok; ancak bu anlamda bir devam hikayesi olarak da düşünülebilir Uzak. Adamın bir minibüse bindiğimi görmemizle bu sekans son bulur. Kimdir bu adam?

Filmin künyesi gözümüzün önünden geçtikten sonra bir başka adamla tanıştırır bizi Nuri Bilge Ceylan. Arka planda bir kadın soyunmaktadır; adamın yüzü sıkıntılıdır. Sevişme başlangıcında bir çift görürüz; ancak bunun, içinde duygu barındırmayan bir seks oyunu olduğu düşüncesi de kafamızda yer eder. Kadının apartmandan sert ve hızlı adımlarla çıkışı bu düşünceyi güçlendirir. Bu sahneden sonra tekrar adama döneriz. Yatağa bulaşmış bir şeyi -ki tahmin etmemiz çok zor değildir- siler, mutfağa gider; bir şeylere bakar. İlk başta anlamayız; ama film açıldıkça mutfakta bir fare olduğunu, kapının kirişine de bu nedenle bir tuzak kurulduğunu anlarız. Tam o anda telefon çalar, koşarak gelir; ancak telesekreter ondan önce davranmıştır. Adamın adının Mahmut olduğunu annesinin telesekretere bıraktığı mesajdan anlarız. Baştaki seks sahnesinden sonra Mahmut kişiliğiyle ilgili ikinci soruyu sorarız: Neden telefonu açmıyor, annesiyle konuşmak istemiyor? Derken sabah olur, Mahmut bölük pörçük bir kahvaltı eder ve akabinde evinin bir odasında seramik fotoğrafları çeker. Yönetmen hepi topu 4 sahneyle Mahmut'u bize anlatmıştır bile: Dağınık bir yaşam süren, sorunlu, içinde bir boşluk olan, yalnız bir fotoğrafçı. Peki karda batıp çıkan adama nolmuştur?

Sorumuzun yanıtını kısa sürede alırız: Karda batıp çıkan adamı Mahmut'un sokağında görürüz. Onun apartmanının kapısının önünde dolanır. Kapıcıyla yaptığı kısa sohbetten Mahmut'u aradığını, memleketten akrabası olduğunu anlarız. Adam oralarda dolanır, güneş gözlüğünü takıp bir sigara yakarak sokaktaki bir kıza caka satar kendince. Mahmut, akşam eve döndüğünde memleketten akrabası olan ve bizim yazının başından beri Saramagovari bir şekilde karda batıp çıkarak yürüyen adam olarak tanımladığımız adamı apartmanın girişindeki kapıcının masasında uyuklarken bulur ve evine çıkarır. Bunu yapmakla da kalmaz, adamın adını söyleyerek bizi o uzun hitaptan kurtarır: Yusuf.

Mahmut ve Yusuf, evin mutfağında konuşurlarken hikayeyi anlamaya başlarız: Yusuf'un çalıştığı fabrika yaklaşık 1000 kadar kişiyi -Üfff, 1000 kişi! Bir kasaba dolusu insan!- işten çıkartmıştır. İşsiz kalanlar arasında Yusuf ve babası da vardır. Yusuf çareyi kasabadan kaçıp gemilerde çalışmak olarak düşünmüş, bir iş bakmak için de İstanbul'a gelmeye karar vermiştir. Aslında Yusuf'un herhangi bir vasfı yoktur; amaç bir şekilde kasabanın dışına çıkmaktır. Nuri Bilge Ceylan'ın ilk uzun metraj filmi olan Kasaba'da da aynı aktör aynı düşünceleri dile getirmemiş midir zaten? Sanki kasabanın dışında müthiş bir mutluluk ve enerjiyle akıp giden bir hayat vardır. Nitekim Yusuf, Mahmut'un yaptığı uyarı sonrası -Uzun yolculuklar oluyor, dayanabilecek misin?- verdiği yanıtta bu düşüncesini bir anda açığa vurur: Gezmek istiyorum ya hep siz mi gezeceksiniz bu dünyayı, biraz da biz gezelim, nolacak yani? Mahmut'un derdinin başka olduğunu da bu cümleden hemen sonra anlarız: Gez bakalım, her yer aynı yani hiçbir yerin birbirinden farkı yok da, bu işin kesinleşmesi kaç gün sürer?


Bu sorudan anlarız ki Mahmut, memleketlisi Yusuf'un bu misafirliğinden memnun değildir. Bu filmin ilk kırılma noktasıdır. Benim düşünceme göre bu filmi Mahmut karakteri üzerinden okumak daha doğrudur. Yaşadığı dağınık, bölük pörçük, sıkıntılı ve boş yaşantıda bu adama yer yoktur! Yusuf bu soruya "Tam olarak bilmiyorum da..." diye üç noktalı bir yanıt verince Mahmut bir atak daha yapar: "Bana bir hafta demiştin de?.." Bu yabancının verdiği rahatsızlığa bir hafta dayanabilecek şekilde ayarlamıştır kendisini Mahmut, bunun aşılmasını istemez. Yusuf'a yatacak yer gösterip evin kurallarını söyledikten sonra -Banyodaki değil küçük tuvaleti kullan, sigarayı mutfakta içiyoruz- onu odada yalnız bırakır. Salona geçen Mahmut, Yusuf'un ayakkabılarından pis bir koku geldiğini fark eder, ayakkabıların içine koku sıkar ve onları ayakkabılığa kaldırır. Bu filmde en sevdiğim şey, küçük hareketlerin rahatsız ediciliğini çok iyi yakalamasıdır. Bu sahne, buna iyi bir örnek teşkil ediyor.

Ertesi güne geçtiğimizde Yusuf'un -daha önce de yazdığım gibi- sadece gemilerde ne iş olsa yapmak için değil büyük şehrin havasını tatmak, biraz avarelik etmek, bütün bir hayatını geçirdiği kasabadan biraz olsun başını çıkartmak için de geldiğini öğreniriz. Evet, Yusuf iş de bakar; ama bu sanki biraz da görev duygusuyla yapılır. Günün akşamında Mahmut, Yusuf'a işiyle ilgili sorduğu soruyla aslında "Bu daha ne kadar sürecek?" sorusuna yanıt arar. Bir sonraki gün, Mahmut'un arkadaşlarıyla yaptığı fotoğraf-kadın sohbeti, Yusuf'un bu dünyaya ne kadar uzak olduğunu bize gösterir. Benzer bir durumu günün akşamında beraber izledikleri Tarkovski filminde de görürüz; ama bu sahne bizim için bir açıdan daha önemlidir. Yusuf filmi sıkıcı bulup yatmaya karar verdikten sonra Mahmut bir porno film açar. Sabah arkadaşlarıyla fotoğraf üzerine derin sohbetler yapan adam, filmin başından itibaren sunulan tabloya baktığımızda cinsel açlık çeken birisidir ve bu anlamda Yusuf'la benzeşmektedir. Filmin ilerleyen sahnelerinde gördüğümüz üzere Yusuf birçok kadından etkilenir: Mahallede caka sattığı kadın, Beyoğlu Sineması'nda dergilere göz gezdiren kadın, metroda bacağı bacağına değen kadın... Yusuf'unki bir hoşlanmadan çok bu kadınlarla sevişme isteğidir. Mahmut, taşradan gelen bu adamın yanında entelektüel ve ağır karakterli bir görünüm çizmeye çalışır: Taşradan şehre gelmiş ve şehirde tutunmayı başarmış biri gibi gözükür; ama aslında o da ayak altında dolanan biridir. Taşrayı, çıktığı kasabayı unutmaya çalışmaktadır; ama içten içe çok da uzakta olmadığını bilir. Annesi, Yusuf, ona hep güç bela kurtulduğu kasabayı hatırlatır; bu nedenle onlardan uzak durmaya çalışır. O burada yalnız ve kırık dökük de olsa bir yaşantı kurmuştur; annesinden gelen bir telefon ya da Yusuf'un burada yaptığı konaklama bu kapalı hayata çomak sokmakta ve kurtulmak için uğraştığı; ama hala derinlerde bir yerde yaşattığı taşra yaşantısını hatırlatmaktadır.

Film ilerledikçe Mahmut'un hayatına dair bir şey daha öğreniriz: Bitmiş bir evliliği vardır ve sanki derinlerde bir yerde Mahmut bu evliliğin bitişiyle ilgili kendini suçlamaktadır. Dahası 3 aylıkken alınmış bir çocuk vardır ve bu Mahmut'un eski eşini, bir daha çocuğu olamayacağı gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Mahmut durumu boşanmak üzereydik, ondan istemedim diye açıklamaya çalışsa da bu konu bir yerde onun da canını yakar. Kısacası bu kırık dökük yaşantı başkalarının hayatını da mahvetmiştir... Mahmut sadece ailesinden, memleketinden, Yusuf'tan değil, her şeyden uzak, sorumsuz ve sorunlu bir anti-kahramandır. Bu kapalı ve yalnız yaşantıyı bir zırh gibi üzerine geçirmiş, tüm sorumluluklarından kurtulmaya çalışmaktadır. Nitekim annesinin hastalığı sırasında da İstanbul'da değildir. Ablasının ısrarlı telefonları sonucu bir gece refakatçi kalmak dışında pek bir şey yapmaz. Bu işin tek olumsuz yanı, yalnızlığı ve sorumsuzluğu bir zırh gibi üzerine geçiren Mahmut, bir de ablasına ve yeğenine açmak zorunda kalmıştır evini, bir süre için.

Filmdeki bir diğer kırılma noktasıysa Mahmut'un, filmin başında gördüğümüz kadınla birlikte olmak için Yusuf'tan eve 22.00'ye kadar gelmemesini rica etmesidir. Yusuf bütün bir gün İstanbul'da dolaşır, geri döndüğündeyse Mahmut'u oldukça sinirli bulur: Yaşadığı cinsel bunalım, suçluluk duygusu, Yusuf'un ne zaman gideceğinin belirsiz olmasının yarattığı sinirlilik bu bölümde gün yüzüne çıkar. Yalnız yaşantısına çomak sokan, ona kasabayı, arada kalmışlığı, çok da uzağında olmayan kişiliğini hatırlatan bu adama duyduğu öfke bir anda patlar: Peki oğlum bu durumda ne yapacaksın, bana onu söyle! Bunun üzerine Yusuf, Mahmut'un fotoğraf işlerini yaptığı seramik firmasında kendisine bir yer ayarlayıp ayarlayamayacağını sorar. Mahmut'un yanıtı serttir; çünkü Yusuf'un böyle bir iş bulması demek aynı zamanda Mahmut'un başına tebelleş olması demektir. Senin ne vasfın var ki işe alsınlar, diyerek onu ezer; ama içten içe biliriz ki Yusuf'un bir vasfı olsa da Mahmut onu istememektedir. Kavga sırasında Yusuf da Mahmut'tan yakınır: Burası çok değiştirmiş sizi! Aslında burası değiştirmemiştir Mahmut'u; arada bırakmıştır.


Kaybolan gümüş saat hikayesiyse son nokta olur. Kavga sonrasında Mahmut haldır haldır bir şeyler aramaya başlar evin içinde, bir süre sonra Yusuf ne aradığını sorar. Gümüş, köstekli bir saattir Mahmut'un aradığı. Yusuf görmediğini söyler. Emin misin diyerek üsteler Mahmut. Görmedim, görmüş olsam söylerim, niye söylemeyeyim ki? Mahmut biraz durur, sonra odadan çıkar ve saati aramaya devam eder; nitekim bir sürü ıvır zıvırın bulunduğu bir kutunun içerisinde bulur saati; ama Yusuf'a söylemez. Böyle bir suçlamanın Yusuf'un canını acıtacağını bilmesine rağmen susar. Nitekim bu olaydan sonra film hızlı bir çözüme doğru yol alır. Yusuf düşünceli bir şekilde sigara içer akşam ve bir karar verir. Biz bu kararın ne olduğunu ertesi gün öğreniriz: Pılını pırtını toplayıp evden gider. Gitmeden önce balkonda son sigarasını içerken boğazdan geçen tankerlere bakar. Nereye gider Yusuf? Kafasına koyduğu gibi gemilerde bir iş mi bulur? Yoksa Gidersem bir daha hayatta çıkamam dediği kasabaya mı döner? Bunu bilemeyiz. Mahmut'sa, yeni eşiyle birlikte Kanada'ya giden eski eşini izler gizlice havaalanında. Eski eşi, Mahmut'un bencilliği nedeniyle belki bir ömür boyu çocuk sahibi olamayacaktır; ancak kızgın ya da kırgın değildir. Yeni bir hayat kurmuştur kendine ve bir şekilde mutludur. Bu, Mahmut'un içindeki vicdan azabını ve suçluluk duygusunu arttırır. Eve döndüğünde portmantoda, filmin başında Yusuf'a verdiği anahtarlığın asılı olduğunu görür. Yusuf'un odasını kontrol eder ve onun gittiğini anlar. Mahmut'u Boğaz'a nazır bir bankta düşünceli bir şekilde sigara içerken görürüz; oysa bir gün önceki kavgada Yusuf'a sigarayı bıraktığını söylemiştir. Mahmut'u düşünceli bir şekilde boğaza bakar halde bırakır ve filmi bitiririz.

Yazımın başında filmi Mahmut karakteri üzerinden okumanın daha doğru olduğunu söylemiştim. Öyle düşünüyorum; çünkü Yusuf'un gelmesiyle bütün düzeni alt üst olan ve uzakta kalmayı tercih ettiği yaşantısıyla yüzleşmek zorunda kalan Mahmut'tur. Yusuf, Mahmut'u sıktığının farkında bile değildir. Elbette  bir saf ve temiz çocuk da değildir; ama bozuk şivesinin, antrede bıraktığı kokmuş ayakkabıların, Mahmut Abisi yokken salonda sigara içmenin, o televizyon seyrederken başında durup ekrana bakmanın Mahmut'un sinirini bozduğunu bilmez. Aynı nedenle, seramik firmasında iş istediğinde Mahmut'un kızmasına da anlam veremez. Filmin alt katmanında yer alan rahatsızlık, vicdan azabı, mutsuzluk, arada kalmışlık, hayatı ıskalamışlık duygularını hep Mahmut'ta görürüz.

Aslında bu yazı yerine Ceylan'ın son filmi olan ve 2,5 saat boyunca hayranlıkla izlediğim Bir Zamanlar Anadolu'da yı yazmalıydım; ancak bu denli detaylı bir yazıyı filmi bir kez daha izlemeden yazabilmem zor. Nuri Bilge Ceylan'ı gerçek anlamda dünyaya tanıtan ve Cannes'dan 2 ödülle dönen bu filmle ilgili geç de olsa bir şeyler karalamak istedim. Sürç-i lisan ettikse affola!..

3 Ekim 2011 Pazartesi

2001: Bir "Sinir Bozan" Uzay Efsanesi (Bu Monolithi Kim, Neden Bıraktı?)

Stanley Kubrick, sinema severler tarafından yere göğe konulamayan ve "Amerikan sinemasının deha düzeyine en yakın yönetmeni" olarak anılan, her filmi bir başyapıt kabul edilen unutulmaz bir yönetmen. Yine de çoğu kişi Kubrick'i ya çekimlerini tamamladıktan kısa bir süre sonra hayata veda ettiği son filmi "Eyes Wide Shut" ya da Anthony Burgess'in romanından uyarlanan "A Clokcwork Orange" hatırlıyor. Romanı da bir modern klasik kabul edilen A Clockwork Orange, Amerikan sinemasını seven kişilerin ciddi bir kısmı tarafından "En Beğendiğim Filmler" listesinin üst sıralarında kendine yer buluyor. İlginç olan yan, Kubrick'e bu kadar hayran olan bu kişilerin çoğunun, yönetmenin filmografisinde çok önemli bir yer tutan, Oscar ödüllerine katıldığı sene en iyi film ödülünü alamaması birçok eleştirmen tarafından "Akademinin alnında kara bir leke olarak kalacak!" şeklinde yorumlanan ve bilimkurgu sinemasının atıf klasiği haline gelen "2001: A Space Odyssey"e mesafeli durması ya da bihaber olması! Kubrick'in, Arthur C. Clarke'a "Dillere destan bir bilimkurgu filmi çekmeye var mısın?" demesiyle başlanan proje bugün gerçekten bir bilimkurgu klasiği haline gelmiş durumda; öyleki 2008 yılında çekilen -A Space Odyssey'den 40 yıl sonra, bir bilimkurgu filminin eskimesi hatta gülünç hale gelmesi için yeterince uzun bir süre- Moon'da dahi bu uzun ve sinir bozucu filme yapılan atıfları görebiliyoruz.

Bilimkurgu, pek keyif almadığım bir tür olmasına rağmen Kubrick'in 1968 yılında çektiği bu filmi tekrar tekrar izlemekten ve sahnelerini yorumlamaktan büyük keyif alıyorum. Bu filmle Atilla Dorsay sayesinde tanıştım. Dorsay, Uzman TV isimli internet sitesinde "Dünya sinemasındaki en iyi 5 film hangisidir?" sorusuna verdiği yanıtta listesine bu filmi de alıyor ve nedenini de şöyle açıklıyordu: "(...)Belki defalarca görülmesine karşın -meraklıları öyle yapmıştır- tam anlamıyla anlamı çözülememiş, hala bir bulmaca olarak kalmış; dolayısıyla insana hala yeniden, bir kez daha görme arzusu veren bir başyapıt." Sanırım 2001: A Space Odyssey'de beni çeken şey tam da bu oldu: Önce Dorsay'ın tavsiyesine uyup filmi izledim; kafam allak bullak oldu; ama yine onun dediği gibi "Ben bu filmi anlamadım, Allah kahretsin!" diyerek filmi bir köşeye atmak yerine film üzerine düşündüm, Arthur Clarke'ın 4'lemesini okudum ve Kubrick'i anlamak için çaba sarf ettim. Bu çaba, film içerisinde yaptığım her gezintide filme olan sevgimi güçlendirdi. Bugün, çokları için sinir bozucu olan bu destan, benim büyük bir keyifle izlediğim filmler arasında yer alıyor.

Bu monolithi kim neden bıraktı?
Film, büyük patlama öncesi olarak düşünebileceğimiz bir karanlıkta başlıyor ve bu karanlığı bize 2 dakikadan biraz daha uzun bir süre -öyleki ilk izlediğimde görüntüde bir problem mi var acaba diye düşünmüştüm- gösteriyor. Bu karanlığın sonunda iki gezegen ve hemen arkalarında parıldayan güneşi görüyoruz. Tam bu anda Richard Strauss'un Also Sprach Zarathustra'sı çalınıyor kulaklarımıza. "Tanrı öldü!" diyerek üstün-insan kavramını ortaya atan ünlü filozof Nietzsche'nin ünlü kitabının adını taşıyan bu eserin özellikle seçildiğini filmin ilerleyen kısımlarında daha net görüyor,. insanlığın, kendini bir sonraki aşamaya taşıyacak her adımında bu müziği duyuyoruz. Müzik bittikten kısa bir süre sonra "The Dawn of Man" ismini taşıyan ilk bölüm başlıyor. Afrika'dan çeşitli yerlerin gösterildiği birkaç sahneden sonra bir maymun kabilesini görüyoruz. İlerleyen sahnelerde ilkel ve vahşi bir yaşamın hakim olduğu coğrafyadaki bu kabilenin bir düşman kabileye sahip olduğunu ve bu iki kabilenin yaşam sınırlarının birbirlerinden bir su birikintisi ile ayrıldığını görüyoruz. Birbirleriyle pasif kabadayıcılık oynayan bu iki kabileyi bize gösterdikten sonra günü geceye kavuşturuyor Kubrick. Bir uzay filminin böyle ilkel, insanlık öncesini anlatan bir sekansla başlaması, bu filmin değişik bir bilimkurgu olduğu izlenimini yaratıyor izleyicide. Ertesi sabah, ilk gördüğümüz maymun kabilesinin uyanışını izliyoruz. Kabiledeki bir maymun şaşkınlıkla bir yere bakıyor ve diğer arkadaşlarını da uyandırıyor. Kısa bir süre sonra bu şaşkınlığın nedeninin -bugün artık bir simge haline gelmiş- siyah bir monolith olduğunu öğreniyoruz.

Aletin keşfi
Film ilk kırılma noktasını böylelikle yaşıyor: Bu monolithi kim bıraktı? Kabile, monolithin etrafına adeta çıldırmış gibi zıplamaya başlar; sanki birçok içgüdüyü aşırı bir halde yaşıyor gibidirler, izleyici bunun nedenini anlamaz. Bu delirme sahnesinin hemen ardından yine filmin başındakine benzer birkaç yer görüyoruz. Derken kabiledeki bir maymun, bir hayvanın -büyük olasılıkla filmin başında bir leopar tarafından parçalanan hayvan- kemikleriyle oynamaya başlıyor. Kalınca bir kemiği eline alıyor, kokluyor ve diğer kemiklere vurmaya başlıyor. Strauss'un Also Sprach Zarathustra'sı ikinci kez çalınıyor: Alet keşfediliyor. Maymun elindeki kemikle hayvanın iskeletini paramparça ediyor. İlerleyen sahnelerde, bunu diğer arkadaşlarına da öğrettiğini görüyoruz. Kubrick, eski zamanda geçen bu kısmı neden koyduğunu anlatmak için bir kez daha bir araya getiriyor iki kabileyi su birikintisinin başında. Alet kullanmayı öğrenen kabile pasif kabadayılık yapmayı bir kenara bırakıyor ve diğer kabileden bir maymunu öldürüyor. Alet kullanmayı öğrenen kabiledeki bir maymunun, Afrika çölüne doğru elindeki kemiği fırlatmasıyla insan-öncesi dönemde geçen bu bölüm kapanıyor. İzleyici hala şunu soruyor kendine: Bu monolithi kim, neden bıraktı?

Kubrick bu konuda hiçbir zaman konuşmaz. Filmin bu kilit noktasıyla ilgili hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak Arthur Clarke'ın kitapları bize yardımcı olur bu konuda. Monolith, çok gelişmiş bir uygarlık tarafından bırakılmıştır Afrika'ya. Bu gelişmiş uygarlık, zekanın ve bilincin değerini fark etmiş ve uzayda aynı bilinç düzeyinde canlılar aramaya, evrimleşebilecek canlılar keşfetmeye başlamıştır. Filmde gördüğümüz bu ilk monolith, gelişmiş uygarlığın bıraktığı ilk izdir. Monolith bilincin ve zekanın bu ilkel topluma geçmesini sağlar. Kabile çok alt bir düzeyde de olsa düşünmeye ve daha da önemlisi öğrenmeye, öğrendiklerini aktarabilmeye başlar; ancak uygarlığın istediği daha da yüksek bir bilinç düzeyidir. Filmin ilerleyen kısımlarında da göreceğimiz üzere aynı monolithten ayın bir kraterine de yerleştirilmiştir ve bu monolith güneş ışığını gördüğü anda, doğrudan doğruya Jüpiter'deki ikizine bir sinyal gönderir. Anlaşılan, bu gelişmiş uygarlık deneylerinin başarılı olup olmadığını öğrenmek için bir plan hazırlamıştır! Öncelikle Dünya gezegeninde bilinçlenecek, zekasını kullanabilecek bir canlı olup olmadığını görmek için, kabilenin yaşadığı topraklara bir monolith bırakmışlardır. Bu canlılar, eğer gerçek bilinç düzeyine erişirlerse elbet bir gün uzaya çıkacaklar ve tek uyduları olan aya gideceklerdir. Uygarlık, böyle bir durumdan haberdar olmak için ayın bir kraterinin içine ikinci bir monolith gizler. Gün ışığını gördüğü anda tek ve sürekli bir sinyal veren bu ikinci monolith, Jüpiter'e bu mesajı gönderir.

Gelişmiş zeka-Gelişmiş aletler
İkinci bölümde, gelişmiş bilinç düzeyine erişen insanoğlunun neler başardığını görürüz. 4 milyon yıl önce bir kemikle başlayan sürecin sonunda insan uzaya çıkmıştır. O zamanlar Dünya'da bile yaşamayı beceremeyen atalarına inat şimdi çıplak bir şekilde yaşayamayacağı bir yerde, uzayda yaşayabilmektedir. İnsanoğlunun zekasının ürünü olan aletler vals eşliğinde gözümüzün önünden geçerken 4 milyon yıl önce başlayan bir deneyin başarıya ulaştığına tanıklık ederiz; ancak kafamız hala "Bu monolithi kim, neden bıraktı?" sorusuyla meşgul olduğu için bunun farkına varmayız. Gelişmiş uygarlık da henüz haberdar değildir deneyinin sonucundan.

Tüm bu aletleri, Dr. Heywood Floyd'un aya yolculuğu sırasında görürüz. Bu da bizi, hikayenin ikinci basamağına taşır: Aydaki bir kriterde (Tycho) 12 metre derinde gömülü bir monolith bulunmuştur ve Floyd'dan bir inceleme yapması istenmiştir. Kubrick bu seyahati, ilk monolithin insanoğlunu nereden nereye getirdiğini göstererek bir görsel şölene çevirir. Öncelikle bir uzay istasyonuna varan Dr. Heywood Floyd'un burada birkaç tanıdığıyla yaptığı konuşmada  monolithin bulunduğu bilgisinin gizli tutulduğunu öğrenmiş oluruz. Aya doğru yolculuğa devam eden Floyd burada toplanan konseyde bir konuşma yapar ve durumun kısa bir özetini çıkartır. Bir süre sonra ekip olarak monolithin yanına giderler. Tam fotoğraf çektirmek üzereyken güneşin ilk ışınları monolithe vurur. İlk güneş ışığını aldıktan sonra monolith Jüpiter'e çok yüksek frekanslı sürekli bir sinyal gönderir. Deneyin başarıya ulaştığı artık uygarlığa da bildirilmiştir; ancak filmi ilk defa izleyen biri bunu ikinci kez ıskalar: Bu monolithi kim, neden bıraktı?

HAL'e inanıyor musun?
Biz bu sorunun yanıtını düşüneduralım, film Jupiter Mission isimli bölüme geçer. Aydaki monolithin bulunmasının üstünden 18 ay geçmiştir ve bilimadamları Jüpiter'e giden bu sinyali takip etmekte kararlıdırlar. Bu amaçla Güneş Sistemi'nin devi Jüpiter'e ilk insanlı yolculuk yapılır; ancak bu esas görevle ilgili astronotlara bilgi verilmez. 5 astronot (3'ü uyur halde) bu amaçla Discovery-1 isimli uzay aracıyla Jüpiter'e doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Bir de HAL 9000 vardır; yolculuğun güvenli geçmesini sağlayacak olan, insanoğlunun alet yapabilmesinin son örneği olan üstün yapay zeka HAL! İnsanoğlu alet yapmakta o denli ustalaşmıştır ki ürettiği aletler kendi zeka düzeyini aşmaktadır. HAL 9000 bilgisayarları, bugüne kadar tek bir hata dahi vermemişlerdir ve yapay zekanın son ürünüdürler. İnsanoğlunun yaptığı aletler, onu aşmış, başka bir düzeye ulaşmışlardır; ancak -nedense- HAL, ilk andan itibaren izleyiciye güven vermez. Bize rahatsızlık hissi veren sadece o ruhsuz ve tek düze konuşması değildir; başka, daha derinlerde bir şey bizi rahatsız eder. Bir icada, bir alete bu denli güven duyulmasını kuşkuyla karşılar izleyici. Nitekim haksız olmadığını zaman içerisinde görür: HAL yanlış bir karar vererek mürettebatın ona karşı olan güveninin zayıflamasına neden olur. Uyanık olan iki astronot ile HAL arasında bir soğuk savaş başlar. HAL bu durumun bir insan hatası olduğunu söyler ve aslında haklıdır. Haklı olduğunu, Arthur Clarke'ın kitabından öğreniyoruz; HAL'e birbiriyle çelişen iki bilgi yüklenmiştir: Astronotlar güven içerisinde Jüpiter'e ulaştırılmalıdır; ancak bu aynı zamanda onların hayatına mal olabilecek bir görevdir ve astronotların bu durumdan haberi yoktur. Böyle bir durumda HAL yine göreve devam etmelidir. Diğer bir deyişle HAL'e hem astronotların can güvenliği emanet edilmiş hem de görevi tehlikeye atacak bir durum oluşması durumunda onları engelleme hakkı tanınmıştır.
Bu insan hatası Jüpiter görevinin esas amacını bilmeyen astronotların hayatını tehlikeye atar. Nitekim HAL öncelikle uyur vaziyetteki 3 astronotu, ardından Frank Poole'u öldürür. Kalan son astronot Bowman'ı da geminin dışında tutmaya çalışır; ancak Dave bir yolunu bulur ve tekrar gemiye girer. HAL'in düşünmesini, karar vermesini sağlayan bütün diskleri tek tek, acele etmeden yuvalarından çıkarır. HAL devre dışı kaldıktan bir müddet sonra, yolculuğa çıkmadan önce kaydedilmiş ve sadece HAL'in bildiği, Jüpiter görevinin iç yüzünü açığa çıkartan bir video ile karşılaşır. Bu sahneyle birlikte son bölüm olan Jupiter and Beyond The Infinite başlar.

Filmin en çok tartışılan, "Bu adam ne yapıyor Allah aşkına?" diye sinirli sorular sordurtan kısmı da burasıdır. Tek başına kalan Bowman Jüpiter' girer ve bu andan itibaren karmakarışık bir görüntüler silsilesi başlar. Yaklaşık 10 dakika süren bu silsileden itibaren film bütünüyle yoruma açık bir hale gelir. Neyi ifade eder bu karmaşa? Clarke'ın kitaplarını okuduktan sonra bir yıl önce bu konuya şöyle bir yorum getirmiştim kendimce: Bowman, ilk monolithi 4 milyon yıl önce Dünya'ya bırakan ve sonra buradaki canlıların bilinç düzeyinin gelişmesini bekleyen uygarlık tarafından deneyin sonuçlarını görmek için -bir anlamda- esir alınır. Bir zaman tünelinden geçen Bowman, kendini bembeyaz bir şatoda bulur. Yüzüne yapılan yakın plan çekimden anladığımız kadarıyla biraz yaşlanmıştır. Anlamaya çalışarak etrafına bakar. Salonda yaşlı bir adam yalnız başına akşam yemeğini yemektedir. Baştan itibaren içten içe "Bu monolithi kim, neden bıraktı?" sorusunu soran izleyiciler heyecanlanır; çünkü nihayet her şeyin bir yere bağlanacağı hissi burada doruğa ulaşır; ancak beklenen olmaz. Kameraya doğru yürüyen adam, Bowman'ın çok daha yaşlanmış halinden başka biri değildir! Ağır adımlarla kameraya doğru yürür, etrafına bakınır. İki dakika önce orada şaşkın şaşkın etrafına bakan orta yaşlı Bowman bir ses mi çıkartmıştır? Ama o Bowman çoktan yaşlanmıştır! Döner ve yemeğini yemeye devam eder. Yanlışlıkla bir şarap kadehini kırar. Kırılan parçalara bakmak için eğildiğinde kafasını çevirir, yatakta ölüm döşeğinde bir adam vardır: Dave Bowman! Kamera açısı değişir ve diğer tüm Bowman'lar yok olmuştur. Yaşlı adamın önünde, filmin başından beri kim tarafından konulduğu, ne işe yaradığı belli olmayan o siyah monolith durmaktadır. Monolithe dönen kamera yatağa tekrar çevrildiğinde Bowman cenin halinde yataktadır. Also Sprach Zarathustra bir kez daha çalınır kulağımıza ve son sahnede bu ceninle dünyayı aynı karede görürüz! Monolith bir adım daha atlatmıştır insanoğluna: Artık başka bir bilinç düzeyindedir; ama daha cenin halindedir, yolun çok başındadır.

İlk gösteriminde çok kişinin sinema salonunu terk ettiği bu film, bugün bilimkurgu sinemasının baş yapıtı kabul ediliyor. Oscar ödüllerine katıldığında "Özel Efekt" dışında hiçbir ödül alamayan film, yazımın başında da belirttiğim gibi, akademinin alnında kara bir leke. Bir bilimkurgu filmi için son derece uzun bir süreyi, 40 küsur yılı geride bırakan bu "sinir bozucu" uzay efsanesi, daha uzun yıllar çeşitli derinliklerde yorumlanacak ve şu soruyu sorduracak gibi: Bu monolithi kim, neden bıraktı?



22 Eylül 2011 Perşembe

Bir gün bir fotoğraf gördüm...

Bugüne kadar bu bloga beni etkileyen filmler, kitaplar ve albümler ile ilgili 17 yazı yazdım. Elimden geldiğince bu eserlerde ne bulduğumu, beni nelerin etkilediğini anlatmaya çalıştım. Bunu yaparken de bazen o filmden kareler ekledim yazıya, bazen o albümü yapan grubun bazen kitabın yazarının fotoğraflarını koydum; ancak bu yazıyla bu bütünlüğü bozuyorum! Bu yazı bir istisna teşkil edecek ve tek fotoğraflı ilk yazı olma ünvanını elde edecek.

Bu fotoğrafla ilk olarak Orhan Pamuk'un İstanbul: Hatıralar ve Şehir isimli otobiyografik kitabında karşılaştım. Orhan Pamuk'la ilgili olan bir önceki yazımda belirttiğim gibi erken gelen akşamüstlerinden, beyaz yakalı ilkokul öğrencilerinin sokaklara bir anda yayılan kalabalığından, kederli işsizlerle dolu küçük mahalle kahvehanelerinden uzun uzun dem vuran bu kitapla aramdaki ilk bağ, 45. sayfada yer alan (en azından kitabın YKY'den çıkan ilk baskısında öyleydi) bu Ara Güler fotoğrafı oldu. Kitabında Ara Güler arşivinden birçok fotoğrafa yer veren Orhan Pamuk (ki eski İstanbul'un unutulmamasını; o dönemdeki insanların yaşamlarını anlatan fotoğraları çeken kişinin Ara Güler olduğunu düşünürsek son derece yerinde bir karar.) yanlış hatırlamıyorsam tam bu fotoğrafın altında bahsediyordu erken gelen akşamüstlerinin yarattığı hüzünden. Hüzün! İşte parantez içerisinde belirtmediğim bir seçilme nedeni daha: Ara Güler'in fotoğraflarından, adeta fışkıran hüzün duygusu, Orhan Pamuk'un bütün kitap boyunca çeşitli imgelerle anlatmaya çalıştığı hüzünle birebir örtüşüyor, onu tamamlıyor ve kitabın -dolayısıyla şehrin- tamamına yayılan hüznün görsel bir hale gelmesini sağlıyor. Orhan Pamuk'un uzun uzun bahsettiği o duyguyu özetleyiveriyor o fotoğraflar. Kitapta, bu yazıya konu olan fotoğraf gibi birçok -tanıdık, tanımadık- Ara Güler fotoğrafı yer alıyor; ancak bu fotoğrafın yeri benim için biraz ayrı.

Büyük olasılıkla erken gelen bir akşamüstü (ya da akşam) iş çıkışı çekilmiş olan bu fotoğrafta ben, küçükken kış aylarında hissettiğim ancak o zamanlar tanımlayamadığım hüznü buluyorum. Arabaların farlarından çıkan ışık, sadece erken gelen bir akşamüstünün hüznünü değil aynı zamanda iş çıkışının yorgunluğunu da anlatıyor bana. Kitapta anlatılan hüzünden farklı bir hüzün de görüyorum ben bu fotoğrafta: Yeni başlayan akşamın yarattığı mutluluk da var bu fotoğrafta; ama o mutluluk da hüzünden besleniyor aslında. Erken gelen akşamüstünün yarattığı hüznün mutluluğu arabaların farlarından fışkırıyor adeta!

Yine de tüm bunlar, bu fotoğrafın benim için kitaptaki diğer fotoğraflardan daha önemli olmasını açıklamaya yetmiyor. Arabaların farlarından çıkan o ışıkla ilk karşılaştığımda hissettiğim hüznün esas nedeni, erken gelen akşamüstünün kararttığı caddeyi aydınlatan farlardan çıkan sarı ışığın sanki bütün zaman-mekan tünellerinden geçerek Amerika'da olan Sinem'i yanıma getirmesiydi. Geçen yıl bu zamanlarda kitabı okurken bu fotoğrafla ilk karşılaştığımda, Sinem'le bir önceki kış haftada en az 2-3 kez kahve eşliğinde yaptığımız sohbetler aklıma geldi ve içimdeki hüzün bu tek kareyle elle tutulur hale geldi: Erken gelen kış akşamlarında yaptığımız sohbetler, o sohbetleri yaptığımız kafe, o kafeye giderken -genellikle iş çıkışı buluştuğumuz için- sahil yolunu dolduran ve sarı-beyaz ışıklarıyla yolları ışıl ışıl aydınlatan; hüznü olduğu kadar garip bir mutluluğu da taşıyan arabalar şimşek hızıyla aklımdan geçti, o zamanlar -şimdi de- Amerika'da olan dostumu ne denli özlediğimi bir anda fark ettim. Fotoğrafın sahibi Ara Güler'in de dediği gibi, bu imgeler, fotoğrafın bizlere çağrıştırdıkları, bize hissettirdikleri nedeniyle tekrar tekrar bu fotoğrafa bakmak ve o duyguları yaşamak istiyorum.

Tüm bunları, Sinem'e yazdığım bir mektupta anlatmıştım aslında; ancak bugün Ara Güler'in Banu Güven'le yaptığı bir röportajı izlerken bu fotoğrafı tekrar görünce gülümsedim, geçen yıl bana hissettirdiklerini hatırladım ve onunla ilgili bir istisnai yazı yazmak istedim. Kafamda yarattığı tüm bu imgeler ve hissettirdiği o hüzün nedeniyle (ki bu artık Orhan Pamuk'un kitapta uzun uzun anlattığı hüzünle aynı duygu değil) bu fotoğrafın yeri benim gönlümde çok ayrı.

16 Eylül 2011 Cuma

Orhan Pamuk üzerine...

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."

Bu iki meşhur cümle, Nobel ödüllü ilk ve -şu an için- tek romancımız Orhan Pamuk'un iki romanının açılış cümleleri. Dünya çapında prestij sahibi birçok ödüle layık görülen, kitapları büyük reklam kampanyalarıyla duyrulan, romanları üzerine uzun uzun konuşmaların yapıldığı; ancak kendi ülkesinde, kendi dilinde bir türlü kabul görmeyen, dışlanan, "Satılıyor; ama okunmuyor!" cümlesinin gizli öznesi olan, yaptığı malum açıklama nedeniyle bir kesim tarafından -ki bu kesime mensup insanların ciddi bir bölümü, değil bir romanını okumak, Pamuk hakkında malum açıklama haricinde hiçbir bilgiye sahip değiller- afaroz hatta manevi anlamda linç edilen, üzerinde yorum yapmanın gittikçe zorlaştığı bir yazar Orhan Pamuk. Romanlarıyla ilgili görüşler ya ifrat ya tefritten öteye geçmiyor: Ya yere göğe konulamayan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük romancılarından biri; ya da hiçbir şekilde okun(a)mayan ve kitaplarını kötü bir çeviriye benzer bir dille yazan bir sahte yazar olarak gösteriliyor. Son bir senedir yaptığım okumalarda Pamuk'un külliyatının ciddi bir kısmını geçtiğim için bu konudaki görüşlerimi içeren bir yazı yazmak istedim. Umarım bu yazı ya ifrat ya tefrit havasında olmaz.

Orhan Pamuk'u ilk olarak 2002 yılında okumaya çalıştım. Başlangıç olarak annemin de tavsiyesiyle, 22 yaşında üniversiteyi ve ressam olma hayallerini bırakarak yazmaya başladığı, 4 yılda bitirdiği ve iki ödül aldığı ilk romanını tercih ettim: Cevdet Bey ve Oğulları. Işıkçı ailesini eksen kabul eden bu roman 3 ana bölümden oluşuyordu ve II. Abdülhamit dönemindeki bir günden başlayıp (Genç Cevdet Bey'in hayata ilişkin tasarılarını öğrendiğimiz bir gündür bu) 1970 yılına kadar geliyordu; yine de Pamuk'un ele aldığı asıl dönem batılılaşma hareketlerinin yoğun olduğu cumhuriyetin ilk yıllarıydı. Pamuk'un kendi ailesi için de bu dönem önemliydi; çünkü mühendis olan dedesi, o dönemde yaptığı demiryolu sayesinde zengin olmuş ve ailesinin refah içerisinde yaşamasını sağlamıştı. Bir diğer deyişle Orhan Pamuk ilk romanının konusunu çok uzakta aramamış ve bir anlamda kendi ailesinden yola çıkarak bir roman yazmıştı. Cevdet Bey ve Oğulları, Pamuk'un daha sonraki romanlarında da sıklıkla konu edineceği "Doğu-Batı arasında kalmış insanlar"ı işliyordu. Işıkçı ailesinin yaşantısı anlatılırken fonda, 3 kuşakta değişen aile yaşantısından küçük detayları atlamadan ve acele etmeden bahsediyordu. 15 yaşında bu kitabın içinden çıkmaya çalışan bir çocuk olarak bu tempo düşüklüğü beni çok sıkmış, romanın derinliklerini anlayamamış ve bütün inadıma rağmen kitabı yarısında elimden atmıştım. Bundan sonra bir iki deneme dışında 6 yıl kadar bir daha herhangi bir Orhan Pamuk kitabını elime almadım. Cevdet Bey ve Oğulları'nı 2008 yılında okuyup bitirdiğimde bu kez oldukça beğenmiş olmama rağmen Pamuk'la bir sonraki buluşmam ancak 2010'un  sonbaharında olacaktı.

Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı otobiyografik kitabı İstanbul: Hatıralar ve Şehir'i okurken, uzun uzun tasvir ettiği ve Ara Güler'in fotoğraflarıyla görsel hale getirdiği hüzün duygusu, Pamuk'la aramda bir bağın oluşmasını sağladı. Erken gelen akşamüstlerinden, beyaz yakalı ilkokul öğrencilerinin sokaklara bir anda yayılan kalabalığından, kederli işsizlerle dolu küçük mahalle kahvehanelerinden uzun uzun dem vuran bu kitap beni Pamuk'un külliyatını okumaya teşvik etti. 

Araya başka kitaplar da alarak bir yıldır bu okumayı sürdürüyorum. Pamuk'un Beyaz Kale ve Kara Kitap dışındaki bütün kitaplarını okudum. 2006 yılında Nobel'i aldıktan sonra, birçok kişinin aşırı bir duygusallıkla yerden yere vurduğu bu yazarın yazarlığını eleştirmenlerden ya da "Orhan Pamuk'un kitapları hakkında şu kişi şöyle diyor!" şeklindeki yorumlardan değil, birinci elden öğrendim. Şunu gereksiz duygusallıklara kapılmadan, yazdığı metinlerden yola çıkarak kabul etmeliyiz: Orhan Pamuk, roman sanatına yıllarını vermiş ve onun bütün inceliklerini öğrenmiş; bunu romanlarında başarıyla kullanmış usta bir romancı. Bunu söylememin bazı nedenleri var tabii.

  • Orhan Pamuk bir kurgu ustasıdır. Bunun -benim okuduğum romanları içerisinde- en önemli kanıtı, 1998 yılında basılan Benim Adım Kırmızı isimli romanı. 1591 İstanbul'unda geçen ve hepi topu 9 günün anlatıldığı, özet olarak "1591 yılında işlenen bir cinayeti anlatan" bu romanı tarafsız bir gözle okuyan her okur bunu kabul edecektir sanırım. (Bir edebiyat tarihçisi olarak değil, bir okur olarak değerlendiriyorum.)
  • Kitaplarının hemen hepsinde çeşitli katmanlar görüyoruz. Son romanı Masumiyet Müzesi'nin ardından Banu Güven'le yaptığı bir röportajda söylediği şu cümleler bunu çok iyi açıklıyor (hatırımda kaldığı kadarıyla yazıyorum): "Ben Benim Adım Kırmızı'da Türk toplumuna resim sanatı içerisinden baktım. Kar'da siyasi bir pencereden baktım. Bu romanımda da aşkın içerisinden bakıyorum. " Aslında bu açıklama, Orhan Pamuk'un kitaplarının neden çok satılıp az okunduğunu da bize söylüyor. Yukarıda Benim Adım Kırmızı'yla ilgili gülümseyerek söylediğim cümleden yola çıkalım: "1591 yılında işlenen bir cinayeti anlatan..." Bu romana, uzun bir cinayet romanı gibi bakan okur kitlesinin Benim Adım Kırmızı'dan tat alamamasının nedeni, Orhan Pamuk'un açıklamasında yatıyor aslında. Orhan Pamuk, bir cinayeti de anlattığı bu romanda aslında, resim sanatı içerisinden Doğu ve Batı arasında kalan insanları anlatıyor. Avrupa'da yaygınlaşan yeni resim anlayışıyla padişah tarafından yaptırılan gizli bir resmin nakkaşlar arasında yarattığı gizemin, korkunun -ki bu korku cinayetle daha da artar-, nakkaşlık sanatının, Türk kültüründeki resim anlayışının ve bu anlayışın Avrupa'dan gelen yeni resim anlayışı karşısındaki durumunun uzun uzun anlatıldığı bu roman, bir tarihi polisiye roman bekleyen okuyucu kitlesini büyük bir hayal kırıklığına uğratmış olsa gerek.
  • Hemen her romanında farklı bir tat bulabiliyoruz. Kendi deyimiyle, 19. yüzyıl gerçekçi romanı etkilerini taşıyan -ki bu nedenle bir kesim tarafından tartışmasız en iyi kitabı olarak kabul edilen- Cevdet Bey ve Oğulları'yla başlayan yazarlık yolculuğu, klasik okur kitlesinin bir türlü benimseyemediği post-modern romandan yoluna devam etti. Olayların değil atmosferin, şiirselliğin önemli olduğu ve yazmanın kendisini konu edinen bu zor roman türünü benimsemeyen; anlamadığını yok sayan okur kitlesiyle Pamuk'un arası her bir romanda daha da açıldı.
  • Romanların alt katmanını oluşturan materyali (resim, siyaset, aşk vb...) küçük hikayeler, olaylar ile gün yüzüne çıkartıp romanı zenginleştiriyor, tek bir olayın anlatıldığı bir uzun hikaye olmaktan çıkartıyor, bunu yaparken yüzeydeki konudan uzaklaşmayı da göze alabiliyor. Benim Adım Kırmızı'da bir yerden sonra cinayeti kimin işlediğinden çok, nakkaşların kendi sanatları ve Avrupa'dan çıkmış yeni resim anlayışı üzerine düşüncelerine ve çekincelerine; bu yeni anlayışın kültürümüzle çatışmasına ve bu çatışmanın yarattığı -birini öldürmeye kadar varacak- gerilime dair kısımlar okur için daha önemli, daha ilgi çekici olmaya başlıyor. (Tam bu noktada kurgu ustalığına bir kez daha değinmek gerek; çünkü bu zenginleştirme, kitabın ucuz bir cinayet romanı olmasını engelleyen esas unsur.)
Yine de, Pamuk hakkındaki eleştrilerde katıldığım noktalar da var ki dil konusunda maruz kaldığı eleştriler bunların başında geliyor. Tam da bu nedenle usta bir romancı diyebilmeme rağmen büyük bir yazar diyemiyorum. Bir de tabii, Orhan Pamuk tarafından hala yanıtlanmamış, birebir aynı olan metinler tartışması var ki buna bir edebiyat tarihçisi olmadığım için -bir diğer deyişle yeterli bilgim olmadığı için- girmek istemiyorum.

Yıllardır süregelen "Kitapları okun(a)mıyor!" tartışmasıyla ilgili benim görüşümse şöyle: İnsanlar çoğu kez, kendi bilgi ve/veya estetik düzeyini aşan sanat eserlerini kötülemeyi severler; çünkü çoğu kez hatayı yazara/müzisyene/ressama yüklemek işin kolay tarafıdır (Bu Orhan Pamuk'tan bağımsız olarak da geçerli). Bir kitabı yarıda bırakan bir okur şu soruyu dürüstçe yanıtlamalıdır: Bu kitabı kendi estetik yargılarımla (bir diğer deyişle zevkimle) ters düştüğüm için mi bırakıyorum, yoksa anlamadığım için mi? Bu sorunun yanıtı önemlidir; çünkü bir şeyi anlayıp sevmemek ile anlamamak arasında çok büyük fark vardır. Özellikle Orhan Pamuk gibi, kitapları değerlendirilirken sadece estetik yargıların değil, siyasi düşüncelerin de işin içine dahil olduğu yazarlarda bu soru, "Ben iyi bir okurum." diyen kişi tarafından dürüstlükle yanıtlanmalıdır

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir gün, ki o gün asla gelmeyebilir...

Bazı filmler/kitaplar/albümler vardır ki onlarla ilgili konuşurken ya da bir şeyler yazarken sanki o güne kadar onları beğenmiş herkes omzunuza çöker. Onların ağırlıklarını hisseder, biraz tedirgin bir şekilde konuşursunuz; kimi olumsuz yargılarınızı paylaşamazsınız söz gelimi, bazı uç görüşleri içinize atmak zorunda hissedersiniz, yanlış bir söz söyleyip omzunuzdaki onca insanı kızdıracağınızdan ya da beğeninizi onların istediği gibi ifade edemeyeceğinizden korkarsınız. Bir klasiği sevmeme hakkınız yoktur! Nurullah Ataç'ın yeniye olan takıntısı da buradan gelir; yeniyle ilgili konuşmak kolaydır, yargılarınıza kimse sert bir şekilde yanıt vermez, çoğu kez "Olabilir, bu da senin görüşün." cümlesiyle konuşma noktalanır.

Yazıya böyle bir paragrafla başlamamın nedeni, yazının konusu olan filmi beğenmemem değil; film kültürümün olmadığını belirttiğim bir blogda 3. kez bir filmden söz edeceğim! Üstüne üstlük bu film, birçok sinemasever tarafından "En sevdiğim filmler" listesinin üst sıralarında kendine yer bulan bir film. O nedenle, filmlerle ilgili diğer yazılarımda olduğu gibi bu yazımda da hatam varsa affola demek istiyorum daha en başta.

The Godfather üçlemesinin ilk filmini, ilk olarak 2010 yılında izledim. Büyük bir mafya ailesinin önce aldığı yaraları daha sonra da bu yaraları açanların cezalandırılmasını anlatan   bu filmi -bende takıntı haline gelen birçok filmde olduğu gibi- hep yanıbaşımda tutarım ve rastgele bir sahnesini açıp büyük bir keyifle izlerim ara ara. Bu bana, her karışını bildiğim ve sevdiğim bir sokakta rahatça, zaman sorunum olmadan dolaşıyormuşum hissi verir. Binaları istediğim gibi seyrederim, istediğim yerde daha ara bir sokağa saparım, istediğim zaman tekrar ana sokağa geri dönerim. İlk gördüğümde tadını çıkartamadığım kimi manzaraların tadına varırım dilediğimce.

The Godfather,  daldan dala atlayarak film içerisinde dolaşma keyfini -filmin yönetmeni Francis Ford Coppala'nın müthiş bir başarısı- en yoğun yaşadığım takıntılı filmim diyebilirim. Bu filmle ilgili ne denli çok sahnenin, görüntünün belleğimde kazılı olduğunu fark ettikçe şaşıyor ve Coppala'ya hayran oluyorum. Filmin açılış sahnesi, Vito Corleone'nin elinde kedisiyle sinema seyircilerinin karşısına ilk çıkışı, sonrasında kızıyla yaptığı vals, vurulduğu an, Michael Corleone'nin polis şefini ve Solozzo'yu vurması, kızgın oğul Sony Corleone'nin kız kardeşinin kocasını sokakta öldüresiye dövmesi, yine Sony Corleone'nin vurulması; Vito Corleone'nin vaftiz oğlunu filmde asla oynatmayacağını söyleyen yapımcının, yatağında değerli atının kesik başıyla uyanması... Bunlar sadece ilk anda aklıma gelenler. Neredeyse 3 saate varan bu film, Coppala'nın bu başarısı sayesinde seyircinin dikkatini sürekli kendi üzerinde tutmasını çok iyi biliyor. Birçok kişi, benim bu görüşüme katılıyor olacak ki bugün hala bu filmin pek çok sahnesine gönderme yapılan filmler izliyoruz.

Bu filmde beni çarpan bir diğer unsursa, bu müthiş sahnelerin iyi diyaloglarla desteklenmiş olması; öyleki bu filmin -bir tanesi yazımın başlığını oluşturan- birçok repliği ("Ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım.", "Bir gün, ki o gün asla gelmeyebilir, senden bir iyilik isteyeceğim.", "Luca Brasi balıklarla beraber uyuyor."...) hala akıllarda. Unutulmaz sahnelerin unutulmaz diyaloglarla süslenmesi, bu filmin değerini oldukça arttırıyor; ancak bu saydıklarım, bu filmin bende neden bir takıntı olduğunu tam olarak açıklamıyor: Coppala'nın başarısı olan görüntülere eklenen diyalogların üzerine, Nino Rota'nın eşsiz müziklerini de eklemek gerekiyor bu takıntıyı biraz daha açıklayabilmek için. Rota'nın müziği, iyi bir terzinin elinden çıkmış bir takım elbise gibi oturuyor filmin üzerine; öyleki o sahneleri ve diyalogları bu müzik olmadan düşünmek neredeyse imkansız. (Bu belki de, başka bir açıdan filmin bir eksikliği olarak da görülebilir -sahnedeki eksikliği müzikle kapatma çabası-; ancak amatör bir müzisyen olarak bu müziğin beni çok küçük yaşlarda tavladığını ve daha filmi izlemeden beni ona bağladığını söylemem gerek.) Rota'nın müziğinin ruhu, filmi sarıp sarmalıyor. Müzikleri bestelerken her bir sesin üzerinde tek tek düşünmüş, etkisini tartmış olsa gerek; çünkü melodiyi incelediğinizde, yarım seslerin oldukça usta bir biçimde kullanıldığını fark ediyorsunuz. O yarım sesler melodiye bir soru-cevap havası katıyor: İlk cümlede sorduğunu, bir sonrakinde yanıtlıyor ve bir modülasyonla, tüm bu soru-cevap oyununu yineleyip hikayeyi açmaya başlıyor Rota. Bir vals olan bu parça, Vito Corleone'nin, oğlu Michael'la yaptığı son konuşmada ruhunu gösteriyor: "Bir aptal olmayı ve meşhurların tuttuğu bir ipin üzerinde dans edip cambazlık yapmayı reddettim."

Biraz ukalaca bir cümle olacak; ama yazımın amacına tam olarak ulaşması için bunu da yazmak zorundayım: Doğru oyuncu seçimi ise filme olan bu takıntımın bir diğer sebebi. Burada öyle büyük bir başarı var ki, bu filmde rol alanların çoğu, hala ilk olarak bu filmle anılıyorlar. Marlon Brando, Al Pacino, Robert Duvall, (ikinci filmdeki rolüyle) Robert de Niro denildiğinde hala çoğu kez bu filmdeki rolleri geliyor akla. Tam da bu noktada, yazar Mario Puzo'nun başarısından da bahsetmek gerekiyor. Puzo'nun bu karakterlere hayat verirken onlara bir kişilik de veriyor; bu, hikayenin ucuz bir mafya filmi olmasını engelleyen en önemli unsur sanırım. Bunu o denli başarılı yapıyor ki, filmde herkes kendine bir karakter seçip kendini onunla özdeşleştirebiliyor -belki de hikayeyi kafasında devam ettirip kendince başka hikayeler uydurabiliyor-. Bu, filmin yıllardır eskimemesinin en önemli sebeplerinden biri olsa gerek (Yine de bu görüşü söylerken, filmin erkeksi bir film olduğunu da özellikle belirtmeli.)
 
O halde geldik, bu takıntının son nedenine: Tüm bu üçlemenin alt metni olan Michael Corleone'nin geçirdiği değişime... Blogu takip edenler, önceki yazılarımdan bu konunun beni ne denli heyecanlandırdığını biliyorlar. Filmin başında, ailenin küçük ve etliye sütlüye bulaşmaz oğlu olan Michael Corleone, giderek acımasız ve soğukkanlı bir mafya babasına dönüşüyor; öyleki -2. filmde göreceğimiz üzere- abisini öldürecek kadar!.. Ailesini koruma adı altında içindeki bütün şiddet duygusu fütursuzca açığa çıkıyor.

The Godfather,  binlerce kişinin bakışını, beğenisini omzumda hissettiğim için değil, bu homojen, parçalanamaz yapısı nedeniyle takıntılı filmlerim arasında üst sıralarda yer alıyor ve tam da bu nedenle onu izlerken -yukarıda da yazdığım gibi- bildiğim ve sevdiğim bir sokakta rahatça geziyormuş gibi hissediyorum. Yine de dikkatli olmalıyım orada dolaşırken; biri her an beni balıklarla uykuya gönderebilir.

10 Temmuz 2011 Pazar

Saramago'nun "Körlük"ü üzerine...

Nobel ödüllü romancı José Saramago'nun "Körlük" isimli romanını yeni bitirdim. Ben de dahil olmak üzere pek çok kişi bu kitaptan, 2008 yılında çekilen aynı isimli filmi sayesinde haberdar oldu sanırım. Yönetmenliğini Fernando Meirelles'in yaptığı, başrolünde Julianne Moore'un oynadığı filmi çok beğenmemiş; ancak romanı merak etmiştim. İyi romanların sinema uyarlamalarının çoğu kez başarısız olduğunu bildiğim için -ki romanı okuduktan sonra bu kitabın filme uyarlanmasının hemen hemen imkansız olduğunu düşünmeye başladım- filmi izledikten bir süre sonra Saramago'nun kitabını aldım ve okumaya başladım.

Roman (aynı zamanda film) ismi belirsiz bir şehrin ana caddesinde kırmızı ışıkta duran bir arabanın şöförünün panik cümlesiyle açılıyor: "Kör oldum!" Kitap boyunca birinci kör olarak adlandırılan bu adam, kısa bir zamanda bütün kenti etkisi altına alacak ve beyaz körlük olarak adlandırılacak hastalığın ilk kurbanı, birinci körü eve götüren ve sonrasında da içindeki şeytana uyup arabayı çalan adamsa -ki Saramago roman boyunca ondan oto hırsızı diye bahsediyor- ikinci kurbanı oluyor. Körlük, birinci körü muayene eden doktora da bulaşıyor ve salgın süratli bir şekilde yayılıyor. Bir zaman sonra ilk 6-7 körden oluşan bir grup ve hasta olma olasılığı taşıyan bir başka grup hükümet tarafından, kullanılmayan bir akıl hastanesinde karantina altına alınıyor. Aslında bir anlamda ölüme terk ediliyorlar; çünkü daha ilk gün şu talimatlar okunuyor beyaz körlere:

  1. Nedeni olursa olsun bir ölüm meydana geldiğinde içerdekiler ölüyü hiçbir dinsel tören yapmadan bahçe duvarının dibine gömeceklerdir.
  2. Binadan izinsiz olarak ayrılmak kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelecektir.
  3. Tüm yemek artıklarının yakılması gerekmektedir.
  4. Sözü geçen yakma işleminden doğacak olumsuzluklardan içeridekiler sorumlu tutulacaktır.
15 maddeden oluşan bu talimatlardan alıntıladığım 4 talimat, alınan karantina kararının diğer yüzünü gösterir okura: Beyaz körler ölüme terk edilmiştir. Karantina altında olmasına rağmen gören ve tüm roman boyunca görme yetisini kaybetmeyen tek kişi ise göz doktorunun karısıdır. Beyaz körler, kendilerince bir düzen kurarlar; ancak salgının yayılması nedeniyle karantina altına alınan kişi sayısı arttıkça işler çığrından çıkmaya başlar. Bir zaman sonra, Saramago tarafından vicdansızlar olarak adlandırılan bir koğuş, yemek düzenine el koyar: Bundan böyle yemek için değerli eşyalar verilecektir. Değerli eşyalar tükenince?.. Vicdansızlar bu sefer de diğer koğuşların kadınlarını isterler. Giderek artan baskı ve şiddet, vicdansızların liderinin, doktorun karısı tarafından öldürülmesi sonucu yerini tam anlamıyla bir korku ve kaos ortamına terk eder. Bir zaman sonra karantina altındakiler, özgür olduklarını; çünkü salgının bütün bir kente yayıldıklarını fark ederler. Doktorun karısı dışında kentte salgından kurtulabilen tek bir kişi bile yoktur, insanlar sokak köpekleri gibi gruplar halinde gezmektedirler sokaklarda ve bir lokma yiyecek için birbirlerini boğazlamaktadırlar. Bazı insanlar çiğ etle beslenmeye başlamışlardır. Birkaç ay öncesine kadar modern yaşamın sembolü olan caddeler, arabalar, yüksek binalar, süpermarketler şimdi beyaz kör çeteleri tarafından yağmalanan, sığınak olarak kullanılan yerler olmuştur. Roman, birinci körün görme yetisini kazanmasıyla sona erer: Bir diğer deyişle salgın biter. Göz doktorunun şu cümlesi ise, aslında 360 sayfalık romanın bir özetidir: Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük: Gördüğü halde görmeyen körler.

Saramago neyin peşindedir bu romanda? Neden hiçbir karakterin adı yoktur? Neden şehrin dahi adını bilmeyiz?

Bu roman Saramago'nun evrensel bir sorunu işlediği bir romandır. Bu nedenle yerel özelliklerden itinayla uzak durur Saramago: Olay, herhangi bir zamanda herhangi bir şehirde geçmiş olabilir. Hastalığa yakalananların milliyeti önemli değildir. Evrensel bir paydada buluşturur onları Saramago: Hiyerarşik yapının egemen olduğu bir toplum. Körlük salgını işte bu hiyerarşik yapıyı alt üst eder; ya da biz öyle olduğunu zannederiz. Oysa romanın sonunda doktorun cümlesinden öğreniyoruz ki yazar zaten bir kaos ortamında yaşadığımızı düşünmektedir: İnsanlar zaten kördür, sadece bunu bilmezler. İçlerindeki bu ilkel hayvanı ortaya çıkartmak için onları körleştirir. Saramago bu salgını doğal körlükten ayırmak için ona farklı bir ad takar: Beyaz körlük. Salgına yakalananların gözüne bembeyaz bir perde iner, sanki bir süt denizinde yüzüyor gibidirler. Karantina altına alınanları izlerken, bozulan hiyerarşik yapının mikro düzeyde tekrar kuruluşuna tanık oluruz. İnsanların içindeki şiddet eğilimini, güce tapınmayı, hayvani cinsel açlığı gözler önüne serer Saramago. Hastanedeki bu görüntüler, salgının bütün kente yayılması durumunda olacakların bir özeti gibidir. Nitekim tüm şehre yayılan hastalık aynı görüntülerin şehrin her tarafında görülmesine neden olur. Köpek çeteleri gibi gezen beyaz kör çeteleri bir lokma yemek için birbirlerini linç ederler, kim nerede yer bulursa orada yaşamaya başlar. Karantinadaki belirsizlik, korku ve kaos bütün kente yayılmıştır artık. Romanın sonunda Saramago, modern yaşantı dediğimizin de bundan bir farkı olmadığını romanın sonunda doktora söylettiği cümlelerle belirtir.

Konusu kadar anlatım tarzıyla da çarpıcı ve yoğun bir roman Körlük. Dikkatimi çeken ilk şey Saramago'nun virgül ve nokta dışında hemen hemen hiç noktalama işareti kullanmaması ve paragrafların sayısının oldukça düşük olması; öyleki roman çok büyük bir iç konuşma olarak düşünülebilir. Dikkatimi çeken diğer bir unsursa anlatıcının Tanrısal vasıflarla donatılmış olması. 3. kişi ağzından anlatılan romanda her ne kadar baş karakter doktorun karısı gibi görünse de, anlatıcı rahat bir şekilde istediği herhangi bir kişinin bilincinin içine girebiliyor ve biz okurlara da bunu gösterebiliyor. Dahası zaman çizelgesi üzerinde istediği gibi ilerleyebiliyor anlatıcı. Bazen büyük anlatıdan ayrılıp küçük hikayeleri anlatıyor ve elbette böyle zamanlarda bu küçük hikayeleri hızlı bir şekilde bize aktarıyor. Bir diğer deyişle anlatıcı bir anayolda ilerlerken arada yan yollara sapıyor, bize oradaki manzaraları gösteriyor; ama buralarda hızını biraz arttırıyor ve çabucak geri dönüyor ana yola. Roman boyunca şöyle bir hava var sanki: Biz, anlatıcının rehberliğinde kentte bir gezintiye çıkıyoruz. Eline mikrofonu alan anlatıcı da bize kentteki kaosu anlatıyor. Biz otobüsün koruması altındayız ve körlük salgınından etkilenmiyoruz. Merkezimiz ise elbetteki doktorun karısı; çünkü görebilen tek kişi o.

Şimdi, yine Saramago'dan "Görmek"i okuyorum. Beyaz körlük salgınından kurtulan ismi belirsiz kentte meydana gelen büyük çaplı esrarengiz olayın ikinci perdesiyle ilgili neler yazacağım bakalım...


10 Haziran 2011 Cuma

Walter White: Bir Başka Tarfup Yılmaz

Bu yazıyı büyük bir mutlulukla yazıyorum; çünkü Breaking Bad'in 4. ve son sezonunun başlayacağı tarihi bugün öğrendim: 17 Temmuz 2011, Walter White'ın ekrana dönüş tarihi. Dizi 2010'da noktalanan 3. sezonun ardından 1 yıllık çok uzun bir ara vermiş ve izleyenlerini merak içerisinde bırakmıştı. Sünepe ve silik bir kimya öğretmeninden kendine güvenen ve sert karakterli bir uyuşturucu satıcısına dönüşen Walter White'ın hikayesini ağır bir tempoyla adım adım anlatan dizinin 4. sezonunun ne zaman başlayacağına dair çeşitli söylentiler vardı. Yakın zamanda internet üzerinden yayımlanan tanıtımlar bu belirsizliğe bir nokta koydu.

Breaking Bad benim için yalnızca keyif aldığım bir dizi değil; aynı zamanda bana ilham veren ve yolculuğuna içimde devam eden bir karakteri barındıran bir dizi. 2009 yılının aralık ayında kafamda oluşmaya başlayan ve 2010 yılının kasım ayında yazmaya başladığım Tarfup Yılmaz karakterini daha rahat çözümlememi sağlayan bir karakter Walter White. Ona baktığım zaman Tarfup Yılmaz'ın bir sonraki aşamasını görüyorum: Yıllardır içinde sakladığı nefret dışarı çıkmış ve artık birçok şey umrunda değil! O güne kadar söylemediği, anlatmadığı her şey bir anda etrafa saçılmış ve yıllardır gizli gizli içinde biriktirdiği nefret duygusu dört bir yanını doldurmuş. Bundan sonrası umrunda değil! Garip bir şekilde, kendini en canlı hissettiği an da bu! Yıllar önce kaçırdığı fırsatlar nedeniyle hayatın bir yerinde kaybettiği özgüveni geri gelmiş ve artık ondan vazgeçmeye de niyeti yok. Evet, belki yaptıklarından vicdan azabı duyuyor; ama yıllar sonra ilk kez biraz da kendisini düşünmenin, insanlara rest çekmenin, bağırıp çağırmanın, birilerine kızmanın tadını çıkartıyor.

Walter White karakterini canlandıran Bryan Cranston'ın bu karakterin iç dünyasıyla ilgili söylediklerine bir bakalım:

"...Bu adam 25-30 yıl önce karşısına çıkan fırsatları kaçırdığı için büyük pişmanlıklar içerisinde olan biri. Bu yüzden bunalımda, artık 50 yaşında. Bana göre sosyolojik olarak bu durumda olan insanlar iki kategoriden birisine giriyorlar: Ya kendi talihsizlikleri için bütün dünyaya öfke duyup diğerlerini suçluyorlar, herkese öfke ve şüphe ile yaklaşıyorlar; ya da her şeyi içlerine atıp silik bir tip haline geliyorlar."
Benim karakterim Tarfup Yılmaz, herkese öfke duyan; ama bu öfkeyi içinde yaşayan bir silik tipti. Benim düşünceme göre, Walter White da bu öfkeyi öyle ya da böyle içinde duyuyor; ancak bunu yıllar boyunca kimseye hissettirmiyor. O tutkulu biri, tutkuyla bağlı kimyaya; ancak kaçırdığı fırsatlar, onun bu işle ancak bir kimya öğretmeni olarak ilgilenmesine izin veriyor. Arkadaşının, White'ın fikriyle kazandığı milyonlarca dolar White'ın nefretini katmerliyor; ama o bunu kesinlikle dışa vurmuyor: Ta ki tedavi edilemeyecek kadar hasta olduğunu öğrenene kadar. Bu haber, White için bir kırılma noktası. Bu haberden sonra ailesine para bırakmak için, kalan ömrü boyunca uyuşturucu satmaya (zira anladığı tek iş kimya!) karar veriyor. O güne kadar bir trafik cezası dahi yememiş ahlak sahibi öğretmenimiz Walter White, zaman içerisinde acımasız ve sert kişilikli bir adama dönüşüyor. Yıllar boyu içinde tuttuğu hınç, şiddet eğilimi dışa vuruyor ve White kendini, hiç hissetmediği kadar canlı hissediyor.

Sanırım böyle bir haber Tarfup Yılmaz için de bir kırılma noktası olurdu. Bıyıklarını kesmek isteyip de hiçbir şey yapmadığı o adamla ilgili şiddet dolu bütün isteklerini bir bir gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Tarfup Yılmaz da tutkulu biri olsa gerek, ne olduğunu bilmesem de onun gibi düşünmeye çalıştığım zamanlarda, hep tutkulu olduğunu; ama bu tutkusunu -aynı Walter White gibi- içine atmak zorunda kaldığını hissettim. Tutkusunu dilediğince yaşayamamış her insan gibi Tarfup Yılmaz'ın da içi nefretle doluydu, aynı White gibi. Aradaki tek fark Tarfup Yılmaz'ın herhangi biri kırılma yaşamamış, aksine sonsuz bir döngüye girmiş bir hayal kahramanı olmasıydı.

Tarfup Yılmaz'ın akrabası Walter White 17 Temmuz 2011'de hikayesini anlatmaya devam edecek. Darısı Tarfup Yılmaz'ın başına...