29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir gün, ki o gün asla gelmeyebilir...

Bazı filmler/kitaplar/albümler vardır ki onlarla ilgili konuşurken ya da bir şeyler yazarken sanki o güne kadar onları beğenmiş herkes omzunuza çöker. Onların ağırlıklarını hisseder, biraz tedirgin bir şekilde konuşursunuz; kimi olumsuz yargılarınızı paylaşamazsınız söz gelimi, bazı uç görüşleri içinize atmak zorunda hissedersiniz, yanlış bir söz söyleyip omzunuzdaki onca insanı kızdıracağınızdan ya da beğeninizi onların istediği gibi ifade edemeyeceğinizden korkarsınız. Bir klasiği sevmeme hakkınız yoktur! Nurullah Ataç'ın yeniye olan takıntısı da buradan gelir; yeniyle ilgili konuşmak kolaydır, yargılarınıza kimse sert bir şekilde yanıt vermez, çoğu kez "Olabilir, bu da senin görüşün." cümlesiyle konuşma noktalanır.

Yazıya böyle bir paragrafla başlamamın nedeni, yazının konusu olan filmi beğenmemem değil; film kültürümün olmadığını belirttiğim bir blogda 3. kez bir filmden söz edeceğim! Üstüne üstlük bu film, birçok sinemasever tarafından "En sevdiğim filmler" listesinin üst sıralarında kendine yer bulan bir film. O nedenle, filmlerle ilgili diğer yazılarımda olduğu gibi bu yazımda da hatam varsa affola demek istiyorum daha en başta.

The Godfather üçlemesinin ilk filmini, ilk olarak 2010 yılında izledim. Büyük bir mafya ailesinin önce aldığı yaraları daha sonra da bu yaraları açanların cezalandırılmasını anlatan   bu filmi -bende takıntı haline gelen birçok filmde olduğu gibi- hep yanıbaşımda tutarım ve rastgele bir sahnesini açıp büyük bir keyifle izlerim ara ara. Bu bana, her karışını bildiğim ve sevdiğim bir sokakta rahatça, zaman sorunum olmadan dolaşıyormuşum hissi verir. Binaları istediğim gibi seyrederim, istediğim yerde daha ara bir sokağa saparım, istediğim zaman tekrar ana sokağa geri dönerim. İlk gördüğümde tadını çıkartamadığım kimi manzaraların tadına varırım dilediğimce.

The Godfather,  daldan dala atlayarak film içerisinde dolaşma keyfini -filmin yönetmeni Francis Ford Coppala'nın müthiş bir başarısı- en yoğun yaşadığım takıntılı filmim diyebilirim. Bu filmle ilgili ne denli çok sahnenin, görüntünün belleğimde kazılı olduğunu fark ettikçe şaşıyor ve Coppala'ya hayran oluyorum. Filmin açılış sahnesi, Vito Corleone'nin elinde kedisiyle sinema seyircilerinin karşısına ilk çıkışı, sonrasında kızıyla yaptığı vals, vurulduğu an, Michael Corleone'nin polis şefini ve Solozzo'yu vurması, kızgın oğul Sony Corleone'nin kız kardeşinin kocasını sokakta öldüresiye dövmesi, yine Sony Corleone'nin vurulması; Vito Corleone'nin vaftiz oğlunu filmde asla oynatmayacağını söyleyen yapımcının, yatağında değerli atının kesik başıyla uyanması... Bunlar sadece ilk anda aklıma gelenler. Neredeyse 3 saate varan bu film, Coppala'nın bu başarısı sayesinde seyircinin dikkatini sürekli kendi üzerinde tutmasını çok iyi biliyor. Birçok kişi, benim bu görüşüme katılıyor olacak ki bugün hala bu filmin pek çok sahnesine gönderme yapılan filmler izliyoruz.

Bu filmde beni çarpan bir diğer unsursa, bu müthiş sahnelerin iyi diyaloglarla desteklenmiş olması; öyleki bu filmin -bir tanesi yazımın başlığını oluşturan- birçok repliği ("Ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım.", "Bir gün, ki o gün asla gelmeyebilir, senden bir iyilik isteyeceğim.", "Luca Brasi balıklarla beraber uyuyor."...) hala akıllarda. Unutulmaz sahnelerin unutulmaz diyaloglarla süslenmesi, bu filmin değerini oldukça arttırıyor; ancak bu saydıklarım, bu filmin bende neden bir takıntı olduğunu tam olarak açıklamıyor: Coppala'nın başarısı olan görüntülere eklenen diyalogların üzerine, Nino Rota'nın eşsiz müziklerini de eklemek gerekiyor bu takıntıyı biraz daha açıklayabilmek için. Rota'nın müziği, iyi bir terzinin elinden çıkmış bir takım elbise gibi oturuyor filmin üzerine; öyleki o sahneleri ve diyalogları bu müzik olmadan düşünmek neredeyse imkansız. (Bu belki de, başka bir açıdan filmin bir eksikliği olarak da görülebilir -sahnedeki eksikliği müzikle kapatma çabası-; ancak amatör bir müzisyen olarak bu müziğin beni çok küçük yaşlarda tavladığını ve daha filmi izlemeden beni ona bağladığını söylemem gerek.) Rota'nın müziğinin ruhu, filmi sarıp sarmalıyor. Müzikleri bestelerken her bir sesin üzerinde tek tek düşünmüş, etkisini tartmış olsa gerek; çünkü melodiyi incelediğinizde, yarım seslerin oldukça usta bir biçimde kullanıldığını fark ediyorsunuz. O yarım sesler melodiye bir soru-cevap havası katıyor: İlk cümlede sorduğunu, bir sonrakinde yanıtlıyor ve bir modülasyonla, tüm bu soru-cevap oyununu yineleyip hikayeyi açmaya başlıyor Rota. Bir vals olan bu parça, Vito Corleone'nin, oğlu Michael'la yaptığı son konuşmada ruhunu gösteriyor: "Bir aptal olmayı ve meşhurların tuttuğu bir ipin üzerinde dans edip cambazlık yapmayı reddettim."

Biraz ukalaca bir cümle olacak; ama yazımın amacına tam olarak ulaşması için bunu da yazmak zorundayım: Doğru oyuncu seçimi ise filme olan bu takıntımın bir diğer sebebi. Burada öyle büyük bir başarı var ki, bu filmde rol alanların çoğu, hala ilk olarak bu filmle anılıyorlar. Marlon Brando, Al Pacino, Robert Duvall, (ikinci filmdeki rolüyle) Robert de Niro denildiğinde hala çoğu kez bu filmdeki rolleri geliyor akla. Tam da bu noktada, yazar Mario Puzo'nun başarısından da bahsetmek gerekiyor. Puzo'nun bu karakterlere hayat verirken onlara bir kişilik de veriyor; bu, hikayenin ucuz bir mafya filmi olmasını engelleyen en önemli unsur sanırım. Bunu o denli başarılı yapıyor ki, filmde herkes kendine bir karakter seçip kendini onunla özdeşleştirebiliyor -belki de hikayeyi kafasında devam ettirip kendince başka hikayeler uydurabiliyor-. Bu, filmin yıllardır eskimemesinin en önemli sebeplerinden biri olsa gerek (Yine de bu görüşü söylerken, filmin erkeksi bir film olduğunu da özellikle belirtmeli.)
 
O halde geldik, bu takıntının son nedenine: Tüm bu üçlemenin alt metni olan Michael Corleone'nin geçirdiği değişime... Blogu takip edenler, önceki yazılarımdan bu konunun beni ne denli heyecanlandırdığını biliyorlar. Filmin başında, ailenin küçük ve etliye sütlüye bulaşmaz oğlu olan Michael Corleone, giderek acımasız ve soğukkanlı bir mafya babasına dönüşüyor; öyleki -2. filmde göreceğimiz üzere- abisini öldürecek kadar!.. Ailesini koruma adı altında içindeki bütün şiddet duygusu fütursuzca açığa çıkıyor.

The Godfather,  binlerce kişinin bakışını, beğenisini omzumda hissettiğim için değil, bu homojen, parçalanamaz yapısı nedeniyle takıntılı filmlerim arasında üst sıralarda yer alıyor ve tam da bu nedenle onu izlerken -yukarıda da yazdığım gibi- bildiğim ve sevdiğim bir sokakta rahatça geziyormuş gibi hissediyorum. Yine de dikkatli olmalıyım orada dolaşırken; biri her an beni balıklarla uykuya gönderebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder