23 Aralık 2020 Çarşamba

Don Quijote'nin Seyir Defteri: David Copperfield

Marcel Proust, ıhlamuruna daldırdığı madlen kekinden aldığı bir ısırıkla, geçmişinin derinliklerine daldığı; hafızanın şaşırtıcı gücünü okurlara gösterdiği, ciltler boyu devam eden ve başlaması biraz cesaret gerektiren (ben daha gösteremedim) destansı bir yolculuğa çıkar. Proust, ağzına attığı ilk lokmada hissettiklerini tam olarak anlayamaz; ardından yavaş yavaş derinliklere dalmaya başlar ve binlerce sayfa boyunca o derinliklerden çıkamaz; okurunu da peşi sıra sürükleyerek zamanda bir yolculuğa çıkar.

O düzeyde olmasa da, hepimiz zaman zaman böyle hisseder; ama ne hissettiğimizi bilmeden içimizin derinliklerine bakar dururuz. Dilimize dolanan bir melodi, gün batarken esen bir meltemin serinliği, soğuğun insanı zinde tutan o tuhaf kokusu ile kimi zaman, farkında olmadan, geçmişimizin derinliğine doğru yolculuğa çıkarız. Beri yandan geçmişi algılamamız, hafızamızın eledikleri içerisinden doğru anıyı seçmemiz kimi zaman vakit alır. "Yahu ben bunu nereden hatırlıyorum?" sorusuna behemehal yanıt veremememiz, çoğu kez bundandır.

Bir zamandır, Charles Dickens'tan David Copperfield'ı okuyorum. Dickens ile biraz geç, 25 yaşımda tanıştım ben. Gece yarısı uyanır, Dickens'ın Büyük Umutlar'ının sayfaları arasında kendimi kaybeder; okur ha okurdum. Bugün geriye dönüp baktığımda, o kitaba dair bir iki silik sahne dışında zihnimde hiçbir şey kalmamış; ama o akıp giden olaylar silsilesinin zihnimde yarattığı etki hâlâ taptaze. Dickens'la daha sonra bir randevum daha oldu: İki Şehrin Hikâyesi. 2014 ya da 2015 civarı okudum sanırım. Kitabın içinde kaybolmuş, Dickens'ın kurgu dehâsına şaşıp kalmıştım. Şimdi, yıllar sonra, zihnimde hep gri bir şekilde canlanan Dickens'ın dünyasına bu kez David Copperfield ile dönmek istedim.

David Copperfield'ı okurken, damağımda eski, tanıdık; ama tam da öyle olmayan bir tat hissettim. Bunun üzerine uzunca düşündüm; bu tadın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sayfalarının arasında kaybolduğum kitabın üzerimdeki o memnun edici, huzur veren etkinin kaynağını merak ettim ve pek de beklemediğim bir yerde buldum.

Küçük Dave'in dünyası bana, küçüklüğümde okuduğum Kemalettin Tuğcu romanlarını hatırlatıyor... Onun acılarla yoğrulmuş melodramlarının tadını hissediyorum yine damağımda; ama tam da öyle olmayan bir şekilde yaşıyorum bunu. Kemalettin Tuğcu, benim için küçüklüğüm, ilk kitaplarım demek. Bugün, Dickens'ın Dave'i ile birlikte, ıhlamura daldırılan bir madlenin etkisi ile Tuğcu okuduğum dönemlere geri dönüyorum. Sanki, 9 yaşındaki Deniz'in heyecanı, yazar olma isteği ve naif kitap okuma keyfi ile dolanıyorum David Copperfield'ın sayfaları arasında. Bunca yıllık okurluktan sonra, doğrusu, yalnızca kitap okumanın o naif keyfini bana yaşatan bir kitabın içinde kaybolmak müthiş bir keyif.

14 Aralık 2020 Pazartesi

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Paterson

Bir zamandır üzerime çöken atalete inat, dün Arakçılar'ın üzerine bir de Paterson'ı izledim; iyi ki de izlemişim. Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissettiren bir filme rast gelmemiştim. Doğrusu ya, benim gibi bir müzmin karamsarı böyle duygulara yöneltmek epey zordur. Arada sırada bunları hissettiğim, içimi yeşerten filmlere denk gelince çok mutlu oluyorum.

Jim Jarmusch'a nedense hep mesafeli durdum ve bir türlü sinemasıyla tanışamadım. Paterson ile bu mesafeyi kırmak istedim, iyi de etmişim. Film, bir şair-otobüs şöförünün bir haftasını anlatıyor. Hayatı büyük bir dinginlik içerisinde yaşayan Paterson, siyah ve beyaz kadar kendisinden farklı kişilikteki eşi Laura ile birlikte, insana müthiş bir huzur veren hayatını sürdürüyor. Geçmiş dönem romantikleri gibi, yalnızca defterine yazdığı, elinde tek kopya bulunan şiirleri ile yaşamı dinginlikle, geldiği gibi yaşıyor. Beri yandan eşi Laura, insanın kızmaya kıyamayacağı bir ayran gönüllülük ve coşkuyla yaşıyor hayatı: Bir gün cupcake prensesi olmayı düşlerken, daha bir gün country şarkıcısı olmaya merak salıyor. Laura keyifle, tadını çıkararak, doya doya ve coşkuyla yaşıyor sadece. Paterson'ın dinginliği ile her yere çizdiği siyah-beyaz desenler misali tezat bu kişiliği izlemek de ayrı bir keyif veriyor. Film bir haftalık bir rutini anlatıyor; ancak tuhaf bir şekilde bu rutin son derece renkli ve huzurlu bir etki yaratır insanın içinde. Sanırım, kendimi çokça bulduğum bir film olduğu için de sevdim: Yazılarını yayımlatamayan, belki başarısız bir yazar müsveddesi; ama yine de, yazmak büyük bir keyif ve dinginlik veriyor.

TRT 2'de "Film Önü- Film Arkası" programında Mehmet Açar ve Alin Taşçiyan'ın sohbetini de izledim. Açıkçası ben Paterson'ı hep başarısız bir şair olarak konumlandırmıştım; belki de bu, şiirden ne kadar anlamayan biri olduğumun kanıtıdır. Eskiden böyle zamanlarda kendimi kötü hisseder; hiçbir şey anlamadığımı düşünürdüm. Şimdi tam tersi, "Aa, sahi; böyle düşünmemiştim!" dedirtiyor.

Neden bilmiyorum; ama zaman zaman bu tarz yorumlarla kendi yorumlarım örtüştüğü zaman mutlu oluyorum. Sanırım bunun nedeni, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'a bir köşe yazarına başrol vermesine sebep olan dert: Biz bir konu üzerine düşünmeyi sevmeyiz. Birileri bizim adımıza düşünsün, biz de onlara katılalım isteriz. Köşe yazarları biraz bu rolü üstlenirler.

Ben de, içimde hâlâ böyle özgüvensiz birini taşımaya devam ediyorum sanırım.

13 Aralık 2020 Pazar

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Arakçılar (Manbiki kazoku/ Shoplifters)

 Uzun zamandır film izleyemiyordum; bugün 2018'deki Cannes Film Festivali'ndan Palme D'or ile dönen "Mankibi Kazoku"yu (bundan sonra Türkçe adıyla Arakçılar olarak anacağım) izledim. Aynı sene Nuri Bilge Ceylan'ın "Ahlat Ağacı" da yarışmadaydı. Doğrusu, Arakçılar'ın bu denli öne çıkmasına epey şaşırdım. Cannes'ın sahiden belirli bir bakışı olabiliyor gibi hissediyorum. Kimi temalar, bir şekilde daha öne çıkıyor ve avantajlı konuma geliyorlar.

Arakçılar ne anlatıyor? En yalın tanımıyla, birbirlerinin seçilmiş ailesi olan, fakirliğin uç noktasında bir grup arakçının hikâyesi. Bu kişiler ilk bakışta bir aile gibi duruyor; ancak zamanla, kan bağı olan değil; birbirlerine tuhaf bir sevgiyle bağlı olan, seçilmiş bir aile olduklarını görüyoruz. Arakçılar, yalnızca dükkandan ufak tefek şeyleri değil; başkalarının hayatlarını da araklıyorlar. Ailelerinden kopup bu aileye dahil olan çocukları konu ediniyor; ama, Yeşilçam sinemasında görmeye alışık olduğumuzun aksine, bu kez sert bir ortama değil; bilakis birbirlerine sevgiyle bağlanmış insanlara tanık oluyoruz. Film genel olarak bu iskelet üzerine oturuyor: Aile nedir? Gerçek anne-baba kimdir?

Rahatça akıp giden bir film; beri yandan, neden bilmiyorum; ama beni derinden etkilemedi. Belki de konunun farklı şekillerde Yeşilçam tarafından da ele alınıp suyunun çıkartılması nedeniyle en azından benim için konunun tavsamasından kaynaklıdır. Elbette Arakçılar bambaşka bir estetik dil ile konuyu ele alıyor; ancak yemeğin kendisi size uzak olunca, aşçı nice iyi olursa olsun arada her dem bir mesafe kalıyor. Doğrusu, farkında olmadan Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı ile de kıyaslamış olabilirim. Hakçası, sahiden onu geride bırakıp büyük ödüle ulaşmayı hak eden bir film miydi, emin değilim. Beri yandan bu bir spor müsabakası değil; belli ki o yılki jürinin damak tadı ile benimki çok farklıymış. Benzer bir şeyi, 2011'deki Cannes sonrasında da yaşamış; şimdi hayranı olduğum Dardennelerin o yıl Bir Zamanlar Anadolu'da ile Jüri Büyük Ödülü'nü paylaştıkları Bisikletli Çocuk filminin bir türlü içine girememiştim.

İçeride kıyas mekanizmaları çalışıyor demek ki, biz farkına varmasak bile.

8 Aralık 2020 Salı

Don Quijote'nin Seyir Defteri: Bakir İntiharlar

Kitapla yolculuğum bitti, aşağı yukarı bir hafta olmuştur herhalde. Doğrusu, bana pek bir şey söylemedi; bilemiyorum, belki de ben merkezi görmemi sağlayacak noktaları birleştirmekte zorlanmışımdır. Middlesex gibi akıcı; ancak aynı zamanda farklı katmanlardan oluşan bir romandan sonra biraz sönük kaldı. Hadi kabul edeyim, başladığım için bitirdim.

Ne zaman başladığım bir kitabı böyle kendimi zorlayarak bitirsem, Sabahattin Eyuboğlu'nun Mîna Urgan'a söylediği şu cümle aklıma gelir: "Karpuzu kestin, kelek çıktı; yine de yemeye devam edecek misin?" Haklı olmasına haklı; ama ben ne zaman bunu aklımdan geçirsem, içimden bir yan şöyle diyor: "Kelek olduğundan emin misin? Belki de senin damak tadın yoktur?" Kimi zaman kişinin kendini zorlayarak bir şeyi bitirmesinin ne gibi olumlu sonuçları olduğunu da biliyorum; zira zorlanmak, aynı zamanda büyümek demektir. Kendi yolculuğumda bunun pek çok örneğini gördüm.

Öte yandan, Bakir İntiharlar beni büyüten bir kitap da olmadı sanırım. Neyse, şimdi yeni bir Euginedes ile devam: Evlilik Meselesi