29 Eylül 2019 Pazar

Kerem Işık'la Iskalı Karnaval Üzerine (*)

Kerem Işık'la 2012 yılında yayımlanan ikinci kitabı Toplum Böceği sayesinde tanıştım. Öykücülüğümüzün giderek dil ve kurgu olarak kendi içine gömülen ve ânı yakalama amacı güden metinlere yöneldiği son yıllarda distopik dünyaları mizahi bir dille anlatması çok ilgimi çekmiş ve hoşuma gitmişti. Toplum Böceği'yle çıktığı miztopik yolculuğa Iskalı Karnaval ile devam eden Kerem Işık'la distopya/miztopya, öykü, roman, edebiyat anlayışı ve son kitabı Iskalı Karnaval üzerine konuştuk.

Deniz: 2012 yılında yayımlanan ve Haldun Taner Öykü Ödülü'ne layık görülen Toplum Böceği ile ilk kitabın Aslında Cennet de Yok'tan oldukça farklı bir öykü dünyasına yöneldin. Mizahi distopik ya da -benim deyimimle- miztopik olan bu dünyayı izlemeye Iskalı Karnaval'da da "genel olarak" devam ediyoruz; ancak kitabın açılış öyküsü olan "Kalbi Büyüyen Adam" bu dünyaya bir istisna teşkil ediyor. Bütün insanlığı kucaklamaya yetecek bir sevgiyle dolan adamımızın hüzünlü sonunun anlatıldığı bu kısa öyküyü, iki kitabı adeta bir köprü gibi birbirine bağlayan bir öykü olarak düşünebilir miyiz?

Kerem: "Kalbi Büyüyen Adam"ı bir köprü-öyküden ziyade, Toplum Böceği'nde ve daha çok Iskalı Karnaval'da anlatılan karakterlerin farklı bir veçhesini ortaya koyan bir öykü olarak düşünebiliriz sanırım. Hayallerinin ve ulaşmaya çalıştıkları hedeflerin peşinden koşarken sürekli olarak içinde bulundukları distopik ortamların azizliğine uğrayan bu karakterlerin gerçeklerle yüzleştikten sonraki hallerini ortaya koyuyor diyebiliriz.

Deniz: Distopik dünyaları mizahi bir dille ifade etmeyi tercih ediyorsun. Distopya yazarlarının asık suratlı anlatımını düşünürsek bu hiç de alışık olmadığımız bir dil. Bu dünyayı böyle bir dille ifade etmeyi tercih etme sebebin nedir?

Kerem: Aslında olaylar böyle gelişti diyebilirim. Toplum Böceği'nde belirmeye başlayan bu anlatım dilinin hem benim dünya görüşüme uygun olduğunu hem de anlatmak istediklerimi rahat bir şekilde ifade edebilmeme olanak sağladığını fark ettim. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi. Yazarken acı çekmek, sancılar içinde kıvranmak gibi klişe söylemlerden iyiden iyiye uzaklaşmamı sağladı bir kere. Okumaktan keyif alacağım metinleri, keyif aldığım bir yaratım süreciyle kaleme almak bana anlatılmaz bir keyif veriyor. Dolayısıyla da -özellikle Iskalı Karnaval'da daha belirgin bir şekilde- bu dili tercih ettim. Ayrıca yazın ve okur çevrelerinde her daim hor görülmüş, tanımı muğlak o yüksek edebiyat klasmanında değerlendirilmemiş olan mizahın aslında müthiş bir etkiye sahip olduğunu sanıyorum herkes kabul edecektir.

Deniz: Mizahın temel düsturlarından biri de yabancılaşmadır. "Ben o değilim ki!" düşüncesi ile kendimizi gösterilen durumdan soyutlar ve gülmeye başlarız. Miztopik öyküleri yazarken bu temel düsturu düşünerek mi yazıyorsun?

Kerem: Yabancılaştırma bilerek kullandığım bir etki değil. Zaten bu etki daha ziyade okurun algısıyla da alakalı kanımca. Aynı metni okuyan bir kişi kendini anlatılan durumdan soyutlayarak gülmeye başlarken bir diğeri tam tersine kendini bahsi geçen karakterle birebir özdeşleştirebilir. Daha ziyade beklenmedik olay etkisinden bahsedilebilir belki. Ne de olsa mizahi durumlar genellikle beklenmedik olayların gerçekleşmesi şeklinde de nitelendirilebilir. Olağandan sapan şeylere güleriz. Yazarken temel aldığım düşünceyi şu şekilde özetleyebilirim belki: Yazdıklarımın insani olan her şeye, hayatımıza, şimdimize ya da geleceğimize dokunmasına özen göstererek okurun mizahla dram arasındaki diyalektik ilişkiden birini seçmesine olanak sağlamak. Ne de olsa Anatole France'ın dediği gibi "Komik insani olduğunda bir süre sonra acı verir."

Deniz: "Bana Veri Gerek Veri", temel düşüncesi açısından bana Aldous Huxley'nin "Cesur Yeni Dünya"sını anımsattı. Cesur Yeni Dünya kendime hep şu soruyu sorarak okuduğum bir kitaptı: Bu bir distopya mı, yoksa ahlaki boyutu tartışmaya açık bir ütopya mı? Öyküye atıf yaparsak, Ömer'in top değil de bot istediğini anlayan, doğumgünlerinde insanları "Ne alsam?" derdinden kurtaran, "Israrlı baş ağrılarımın nedeni migren mi?" sorusunu behemehal yanıtlayan bir VeriMatik, yaşamı daha kolay hale getirmez mi? Sence asıl distopya, teknolojiye körü körüne biat edilmesi ve insanın hata yapma hakkının toplum mühendisliği ile elinden alınması mıdır?

Kerem: Bence bahsedilen VeriMatik yaşamı daha kolay hale getirmez, aksine bana çok da korkutucu geliyor. Her şeyi neden satın aldığımız bir makineye soralım ki? Asıl distopya budur diyemem elbette; fakat bu da kesinlikle distopik bir unsur gibime geliyor. Aslında başımıza ne geliyorsa biraz da bu yetinememe halinden geliyor sanırım. Hep daha fazlasını isteme durumu... Tabii burada bir çelişki de var; zira bu dürtümüz olmasaydı şu anda faydalandığımız pek çok teknoloji de olmazdı; o nedenle neyi nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz diyebiliriz belki. Burada da karşımıza yine kapitalizm çıkıyor. Her şeyi bir arzu nesnesine dönüştürüp orada yeni yeni pazarlar oluşturmaya çabalaması. Belki de VeriMatik'i -senin de örneklediğin gibi- ısrarlı baş ağrıların sebebine yanıt bulmak için kullansak sorun olmaz; ama kapitalizm bu, rahat durur mu; yapıştırıveriyor reklamı.

Deniz: "Arzulanan Dünya"da günümüzdeki tatil anlayışının bir parodisini görüyoruz: Ana karakterlerimiz Namaste Otel'inde abartılı bir hürmet görüyor, yapay bir krallıkta geçici hükümdar oluyorlar; lalettayin insanlar suni yıldızlara dönüşüyorlar ve asla yalnız kalamıyorlar. Günümüz dünyasının insan ruhunu en çok zedeleyen yanı budur diyebilir miyiz? Modern dünyanın seni en çok öfkelendiren yanı kendisiyle baş başa kalmaktan korkan, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyormuş gibi tatilde bile bir şeyler yapmak zorunda olduğu endişesiyle yaşayan bireyler yaratmış olması mıdır?

Kerem: Modern dünyanın beni öfkelendiren öyle çok yanı var ki, nereden başlayacağımı dahi kestiremiyorum. Bahsettiğin sürekli bir şeylere yetişmek zorunda olma hali de bunlardan biri elbette. Sosyal medyanın pompaladığı ve artık kanımca saçma bir hal alan paylaşma dürtüsünün de bunda etkisi vardır mutlaka. Sanki yalnız kalıp sadece yaşadığımız anın tadını çıkarırsak bir şeyler eksik kalacak gibi hissediyoruz herhalde. Andy Warhol'un o meşhur sözünü günümüze uyarlayacak olursak: "Bir gün herkes 15 dakikalığına trending topic olacak!" Sorunun ilk yarısında değindiğin kısma gelirsek: özellikle tatil ve organizasyon sektörlerindeki aşırılık uzun zamandır aklımı kurcalayan bir konuydu. Abartılı düğünler, sonu gelmeyen bayi toplantıları, rahatsız edici bir tatminsizlik... İnsanların arasında hem ekonomik anlamda hem de modern dünyaya bakış açısı anlamında oluşmaya başlayan kutuplaşma her geçen gün daha da belirginleşiyor. Bir uçta zenginleştikçe kendi yapay krallıklarını kurmaya başlayanlar, öte yanda her şeyi geride bırakıp doğaya dönme peşinde koşan organik yaşamcılar ve işin kötüsü nesillerdir bu şekilde yaşamayı o denli kanıksamış durumdayız ki başka türlüsünün nasıl mümkün olabileceğine dair fikir dahi yürütemiyoruz...

Deniz: Son zamanlarda başımıza bela olan kavramlardan biri de başarı. İnsanlar, iş hayatlarına bakarak başarılı-başarısız olarak tasnif ediliyor, hatta damgalanıyorlar. Başarı kavramı izafiyetini yitireli epey oluyor. "O En Güzel Klişe"nin baş karakteri, bir zamanların altın çocuğu Rıfat da başarılılar sınıfından başarısızlara düşmüş biri ve mutsuz. Başarı ve mutlak mutluluk, zaman içinde insanlara hayatı zehreden ve bir şeyleri ıskalamalarına neden olan iki zorunluluğa mı dönüştü?

Kerem: Maalesef öyle. Özellikle de bizim de içinde bulunduğumuza benzer gelişmekte olan toplumlarda. Hatta toplumsal kavrayış bunu o denli içselleştirmiş durumda ki birkaç adım daha ileri giderek başarıyla zekayı da özdeşleştirmeye başlamış durumda. Başarının en önemli kıstaslarından biriyse maddi zenginlik. Tabii bu durum elinden geleni yaptığı halde farklı sebepler nedeniyle kabul gören anlamda bir başarı elde edemeyenleri içten içe yiyip bitiren muazzam bir psikolojik zulme dönüşebiliyor.

Deniz: "Kılçıksız Sanat"ta özellikle şu cümle dikkatimi çekti "...bırakın yazarları, hiç kimsenin bu şekilde dertlenmesini istemiyoruz ve bunu da tasvip etmiyoruz." Bu cümle, Huxley'nin vahşisinin kitabın sonunda  Mustafa Mond'la olan konuşmasını aklıma getirdi. Modern dünya, mutsuz olma hakkımızı elimizden alıp mutlu olma zorunluluğunu mu dayatıyor? Hepimizin ruhani yorgunluğunun bundan kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Mutlu olmak yegâne gaye midir, yoksa hepimiz, Dostoyevski kahramanları gibi, mutsuzluktan içten içe keyif mi alırız?

Kerem: Bu çok öznel bir soru. Kimileri mutsuzluktan keyif alıp yazarken bile acı çekiyor olmaktan bahsederken benim gibi bazıları -zaman zaman karamsalar metinler ortaya koysalar da- umuttan, mizahtan, hayallerden beslenir Dolayısıyla ruhani yorgunlukların kaynakları da kişiden kişiye değişecektir. Sözgelimi kendi adıma zaman zaman haksızlıklarla dolu böylesine kötücül bir dünyada ısrarla insana inanarak geleceğe dair umutlar beslemenin güçlüğünden kaynaklı ruhani yorgunluklara kapıldığımı söyleyebilirim. Tabii ki Kılçıksız Sanat'tan alıntıladığın o cümle aslında son derece ideolojik bir tavırla sarf ediliyor. Sansür kurulundaki görevlilerin tek derdi, onay verdikleri kitapların okurlarda bir nevi afyon etkisi yaratarak zihinlerine suni umutlar pompalaması.

Deniz: Son iki kitabında baskın olan havaya binaen sormak istiyorum: Kendini bir "tür öykücüsü" olarak görüyor musun? Yazdıklarının distopya olarak sınıflandırılması seni rahatsız ediyor mu?

Kerem: Kendimi kesinlikle bir tür öykücüsü olarak görmüyorum. Distopya sınıflandırması da beni rahatsız etmiyor. Hatta kendimi öykücü olarak da nitelendirmek istemiyorum. Mesela halihazırda bir novella üstünde çalışıyorum, aklımda üçlemeye dönebilecek bir bilimkurgu hikâyesi var; fakat notlarını aldığım çok sayıda öykü de var, blog sayfamda yahut gazete-dergi gibi farklı mecralarda deneme yazıları yazmaya çalışıyorum vakit elverdikçe. Dolayısıyla öykücüyüm diyemem, demek de istemem. Distopya sınıflandırması için de aynı şey geçerli. Aslında Cennet de Yok ile Toplum Böceği yahut Iskalı Karnaval arasında nasıl geniş bir uçurum varsa, aynı şey bir sonraki kitapla Iskalı arasında da olabilir. Yazmak sürekli bir arayış halinde olmakla eşdeğer benim için. O arayış esnasında bulduklarım beni bir süreliğine tatmin etse de çok geçmeden aynı içsel kıpırdanmaları yeniden yaşamaya başlıyorum.

Deniz: Distopyalar en temelde tamamlamış toplum düşüncesine karşı olan  metinlerdir; ancak ütopyalara baktığımızda da, söz gelimi More'un Utopia'sı, Campanella'nın Güneş Ülkesi isimli hayali ülkesi, Platon'un Devlet'i vb. tamamlanmış bir toplumun resmedildiğini görüyoruz. Toplumun mutlak mutluluğa eriştiği bu metinlere bakınca da aslında bir anlamda toplum mühendisliği görüyoruz. "Toplumun mutlak mutluluğu" gayesine ulaşmak adına böyle bir mühendislik kabul edilebilir mi yoksa insanın özgür iradesini kısıtlayan her şey distopik bir dünyadan mı fırlamıştır?

Kerem: Bunun kabul edilebilecek bir yanının olduğunu düşünmüyorum. Platon'un Devlet'ini ele alalım. Filozof Kral fikri ilk anda kulağa hoş gelse de gerçek dünyada, hele hele günümüz dünyasında bir toplumun ayakta kalabilmesi için filozoflardan ziyade iktisatçılara ihtiyaç olduğu söylenebilir. Elbette ki olması gerekenin bu olduğunu söylemiyorum; anlatmak istediğim şey, filozoflarca yönetilmek istemeyen insanların da olacağı ve böyle bir dayatma bu kez onlar için distopik bir dünya yaratmış olur.

Deniz: Aslında Cennet de Yok'taki öykülerine baktığımızda biraz daha bedbin bir hava görüyoruz, kurgu algın da Toplum Böceği'ndeki ve Iskalı Karnaval'dakinden farklı. Bu son iki kitapta, deyim yerindeyse, sinematografik bir anlatım tercih ediyorsun. Gözümüzde görüntülerin canlanmasını istiyor, mizansenler üzerinden derdini anlatıyorsun. Nuri Bilge Ceylan bir röportajında "Merak eden insan(ın) değiş(eceğini)" belirtiyor ve bunu kendi filmografisinden örneklerle açıklıyor; ister istemez bir şeylerin değiştiğini ve bir yöne doğru sıkıştığını söylüyordu. İlk kitabından bugüne nasıl bir edebi dönüşüm geçirdiğini düşünüyorsun? Ceylan'ın bu görüşlerine sen de katılıyor musun?

Kerem: Evet, ilk kitapta öyle bir hava olduğu doğru; fakat oradaki öyküler yaklaşık beş yıllık bir zaman diliminde, çok farklı şeyler deneyip kendime özgü bir yol çizmeye çalıştığım bir dönemde yazılmıştı. İlk kitabı yayınevine teslim ettikten sonra yazdığım ilk öykü "Toplum Böceği"ydi ve o öyküye son noktayı koyduktan sonra "İşte bu!" dediğimi çok iyi hatırlıyorum. İlk kitaba kıyasla artık çok daha rahat yazdığımı söyleyebilirim. Bir metnin içime sinip sinmediğine dair zihnimdeki kıstaslar artık çok daha net. Dolayısıyla Ceylan'ın görüşlerine katıldığımı söyleyebilirim. Okuduğum kitaplar, değişen ilgi alanlarım ve hepsinden önemlisi zihnimde her daim yeni fikirlerin belirmesini sağlayan felsefe sayesinde edebi dönüşüm geçirdiğim doğru olabilir.

Deniz: Üç öykü kitabın yayımlandı, biriyle saygın bir edebiyat ödülü kazandın. Yine de ben senin öykülerine baktığımda bir romancı kumaşı görüyorum: Ânı çizmek, ânı yakalamak; küçük şeylere, kelimelere büyük anlamlar yüklemek isteyen bir öykücü gibi değil de anlattıklarını daha derinde bir kavrama bağlamaya çalışan bir romancı gibisin. Bu elbette benim yaptığım bir ayrım. Bu ayrıma katılıyor musun? Aynı fikirde değilsen, bir öykücü ile romancı arasındaki farkı nasıl tanımlarsın?

Kerem: Haklı olabilirsin. Çok kısa öyküler yazarken bile benim için sınırları önceden çizmek ve başlangıcıyla sonunu bilip zihnimde buna göre bir kurgu oturtmak çok önemli. Uzun öyküler yazdıkça anlatmak istediğim hikâyeyle karakterleri derinlemesine ele almaktan ve hatta az önce bahsettiğim gibi metnin kurgusu üzerinde düşünüp taşınmaktan çok keyif aldığımı anladım. Tüm bunlar, kabul gören anlamdaki öykü yazma tanımına pek uymuyor sanırım. Ayrıca uzun metinler yazarken kendimi daha rahat hissedip daha rahat kalem oynatabiliyorum; ancak tabii, her zaman söylediğim gibi, bu tamamen anlatmak istediğim hikâyenin kapsamı ve onu ne kadar derinleştirmek istediğimle alakalı. Örneğin halihazırda üzerinde çalıştığım bir novella ve notlarını almaya başladığım bir bilimkurgu üçlemesi var; fakat bu durum bir daha asla öykü yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette.

Deniz: 01 Mayıs 2015 tarihli blog yazında edebiyat algında kırılmaya yol açan beş yazarlık bir liste yaptın. Bu yazarlar arasında Karel Čapek'in özek bir yeri olduğunu söyledin. Čapek, Bahçıvanın Bir Yılı isimli kitabında doğanın öldüğünü zannettiğimiz zaman aslında bir tohumun toprak altında filizlenmeye başladığını, yalnızca bizim göremediğimizi söyler. Čapek'i senin için özel yapan şeylerden biri de insanlığa olan inancını hiç yitirmemiş olması. Son iki kitabında hicvettiğin yaşantının derinlerinde bir yerde bir tohumun filizlendiğine inanıyor musun?

Kerem: Čapek hem yazdıklarıyla, hem politik duruşuyla hem de hayata ve insana bakışıyla benim için gerçekten çok özel bir yerde duruyor. Ben de onun gibi her şeye inat, ısrarla insana dair bir inanç beslemeye devam ediyorum sanırım. Bunun izlerine öykülerde de rastlanabilir. "HAYDA!"daki Merve'nin yahut "Rıza'nın İmalatı"ndaki Rıza'nın kaçış yolu bulabilmeleri ya da "Süper Kahraman Diyeti"ndeki çocuğun öykünün sonunda anlatıcıya gülümsemesi... Tüm bunlar o derinlerde filizlenen tohumun metinlerdeki tezahürleri olabilir.

Deniz: Seni günümüz öykücülüğünde farklı konumlandıran seçimlerinden biri de öykülerini fantastik bir dille anlatman. Bu tarzdaki metinler genelde kısıtlı bir çevre tarafından ilgi görürler ve iyi edebiyat kategorisi içerisinde değerlendirilmezler. Yakın zamana kadar polisiye de böyle değerlendiriliyordu; ancak bu algı yavaş yavaş kırılmaya başladı. Fantastik-bilimkugru ile ilgili görüşlerin neler? Bir romanı fantastik ya da bilimkurgu yapan unsurlar nelerdir? Bu türlere haksızlık yapıldığını düşünüyor musun?

Kerem: Bilimkurgu metinleri yazdığımı söylediğimde akıllara önce hâlâ sivri burunlu roketler, lazer silahları, uzay mekikleri, zaman yolculuğu gibi bazı kalıplar geliyor. Fantastik için de aynı durum söz konusu olsa gerek. İlk akla gelen Yüzüklerin Efendisi ya da Harry Potter olur muhtemelen. Keza polisiye için de... Sözgelimi Cinler yahut Suç ve Ceza'nın polisiyeyle dirsek temasında olduğu açık; fakat polisiye yazıyorum dediğinizde akıllarına hemen bir cinayet ve onu çözmeye çalışan bir dedektif geliyor. Dolayısıyla evet, bu türlere haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Örneğin Ursula LeGuin yıllardır bunun mücadelesini veriyor. LeGuin demişken aklıma hemen Atwood ile aralarında geçen tartışma geliyor. Aslında benim yazmak istediğim metinler Margaret Atwood'un varsayımsal kurgu tanımına daha yakın ve bu ifadenin bilimkurguya kıyasla çok daha kuşatıcı olduğunu düşünüyorum.

Deniz: "Kalbi Büyüyen Adam" ile başlamıştık, onunla bitirelim istiyorum. Kitaptaki diğer öykülerinden hem anlattığı hem de anlatım biçimi itibariyle oldukça farklı. Bedbinlik demek istemiyorum; ama yoğun bir hüzün var bu öyküde ve dil anlayışı olarak da kitabın geri kalanıyla bir kontrast oluşturuyor. Edebi anlayışın bu istikamete doğru mu gidiyor? Mizahi anlatıcıdan uzaklaşmak mı istiyorsun? Romancı kumaşını daha net olarak ortaya koyan metinler bizi bekliyor diyebilir miyiz?

Kerem: "Kalbi Büyüyen Adam" daki bedbinlik dozu kitaptaki diğer öykülere kıyasla daha yoğun olsa da bana kalırsa umut veren bir yanı da yok değil. Ayrıca -özellikle daha kısa olan- metinlerin içsel dinamiklerini tutturma konusunda ekstra bir çaba sarf etmek gerekiyor. Diyeceğim o ki "Kalbi Büyüyen Adam" mizahi anlatıcının altından kalkabileceği bir öykü değildi. Örneğin az önce bahsettiğim uzun metinler kimi bölümlerinde anlatım tarzındaki değişiklikleri kaldırabilecek bir yapıya sahip olabilir. Dolayısıyla yer yer mizahi anlatının devreye girmesi de gerebilir. Elbette ki tüm bunlar şu an sadece birer ihtimal. Yazmaya başlamadan hiçbir şeyi kestirmek mümkün olmuyor. Zaten belki de işin en güzel yanı bu...

(*) Bu röportaj kitap-lık'ın Temmuz-Ağustos 2015 sayısında yayımlanmıştır.

22 Eylül 2019 Pazar

Kronolojik Açıdan Tersine Döndürülmüş Bir Vicdan Muhasebesi (*)

Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi?
(Bir Zamanlar Anadolu'da)

Savcı Nusret, elleri kelepçeli iki katil zanlısının rehberliğinde bütün bir gece çeşme çeşme dolaşıp aradıkları ve sabaha karşı buldukları cesetle ilgili tutulması gereken tüm tutanakları hazırladıktan sonra, yıllardır açmaya çekindiği pandoranın kutusunu onun yerine açan doktoru otopsi odasında bırakarak hastanenin bahçesine doğru ağır ağır yürümeye başladığında kafasının içinde hâlâ doktorun sesi yankılanıyordu: "E zaten intiharların çoğu, başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, Savcı Bey?" Savcı, boğazına heyula gibi çökerek nefes almasını engelleyen bu cümlenin soluk borusunu tıkamasını engellemek adına kravatını gevşetti ve beyaz gömleğinin yaka düğmesini çözdü. Hastanenin bahçesine vardığında bütün bir gecenin günahının omuzlarına çöktüğünü, üzerine başka bir cesedin toprağının döküldüğünü hissediyor; yüreğinden ağzına toprak tadı geliyor, giderek nefes almakta zorlanıyor, zorlandıkça kravatını biraz daha gevşetiyordu.

Bu küçük taşra kasabasına tayinini istemeye o elim olaydan sonra karar vermişti. Ardı arkası kesilmeyen sorulardan ve tuhaf bakışlardan kaçmak için aklına başka bir çözüm gelmiyordu: "Gencecik kadın, bir sağlık sorunu da yok; nasıl olur da kalp krizi geçirir Nusret?", "Otopsi yaptırmak lazım, olacak iş değil!", "Doğumda bir problem de olmamıştı, nasıl olur?"... Savcı Nusret bu soruları duydukça midesinden boğazına doğru bir alev topunun dörtnala geldiğini hissediyor; kravatının düğümünde takılı kalan alev topu boğazını yakıyordu: "Savcıyım ben, benim işim şüphelenmek. Olacağı varmış demek, otopsi falan yapılmayacak.!" diyerek soruları savuşturmaya çalışırken bir yandan da alev topunun etkisini biraz olsun hafifletebilmek adına kravatını gevşetiyordu. Uyumadan hemen önce ağzını dolduran toprak tadı şimdi her yerdeydi.

Savcı Nusret, bir gece önce evinde yakın arkadaşlarını ağırlamış, üç duble rakının etkisiyle çakırkeyif olmuş ve misafirleri yolculamasının ardından etrafı toparlayıp lavaboyu temizleyen eşine arkadan sarılarak boynuna bir öpücük kondurmuştu: "Kemal nasıl da sarhoş oldu, değil mi?" Karısının ağzından buz gibi bir "evet" dışında hiçbir şey çıkmamış; ancak savcı, alkolün etkisiyle bunun ayırdına varamamıştı. Hemşirelik yapan eşi iki gece önce nöbetteydi. Doğum izni biteli bir buçuk ay olmuş, henüz iş temposuna ayak uyduramamış, savcı da eşini nöbet sonrası böyle yorgun görmeye alışmıştı. Eşini mutfakta bırakıp henüz yaşını doldurmamış kızının yanına gitti. Diğer gecelerin aksine pembe beşiğinde mışıl mışıl uyuyan bebeğe sevgi dolu gözlerle baktı, önce sağ elinin işaret parmağıyla pamuk yumuşaklığındaki yanağına hafifçe dokundu, ardından kendini tutamayıp aynı yanağa bir öpücük kondurdu; ancak bu buse, uykusu zaten hafif olan bebeğin ağlayarak gözlerini açmasına yetti. Savcı ne yapacağını bilemez bir halde kalakalmışken eşi mutfaktan koşarak geldi ve bebeği kucağına alarak hafif hafif sırtına vurup ninni mırıldanmaya başladı. Kısa bir süre sonra bebek tekrar uykuya daldı. "Şu bizim külüstürü satıp yerine adamakıllı bir araba mı alsak?" dedi Savcı Nusret. "Nasıl üstersen öyle yap, ben yakında öleceğim." dedi kadın. Savcı Nusret, neredeyse bir yıldır duyduğu; ama önce hamileliğe ardından lohusalığa vurarak önemsemediği bu lafı bu kez de yoğun iş temposuna ayak uyduramamasına yorarak duymazdan geldi. Yorgundu. Yatak odasına geçti ve kravatını gevşeterek soyunmaya başladı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Ağzında tuhaf bir toprak tadı vardı, bütün oda toprak kokuyordu; ciğerlerinin diri diri gömülmüşçesine toprakla dolduğunu hissediyordu. Kokunun hafızasını çalıştırma şekline şaştı.

Çok sarhoştu, ne kadar içtiğini hatırlamıyordu, rüyada gibiydi, gerçeklikle tek bağı kravatını çözen bir kadın elinin hareketiydi. Yağmur yağıyordu. El, önce kravatını ardından beyaz gömleğin düğmelerini çözdü; kemeri çıkartıp pantolonu indirdi. Savcı Nusret, nöbeti nedeniyle ertesi akşama kadar eve dönmeyecek olan karısının yatağında, bambaşka bir ıslaklıkla mutlu oldu, kütük gibi sızıp horlamaya başladı. Bu mutlu uyku, "Sen Nusret'le hamileliğini kutla bugün; ver bakalım güzel haberi!" diyerek nöbeti ondan devralan arkadaşı sayesinde eve erken dönen karısı onu yatakta yakalayana kadar devam etti. Karısı tek bir söz söylememiş, kendini sessizlikle mühürlemişti. Oda buram buram toprak kokuyordu. Bütün kokunun boğazına dolduğunu hissetti.

Savcı Nusret hastanenin bahçesinde toprak kokusundan nefes alamıyor, nefes alamadıkça gözleri yaşarıyordu. Aynı anda doktor otopsiyi bitirdi. Maktulün ciğerlerinde toprak parçalarına rastlandı.

(*) Bu öykü Aylak Adam Yayınları'ndan çıkan "Öyküden Çıktım Yola- 252 Yazardan Minimal Öyküler" isimli derlemede yayımlanmıştır.