22 Eylül 2019 Pazar

Kronolojik Açıdan Tersine Döndürülmüş Bir Vicdan Muhasebesi (*)

Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi?
(Bir Zamanlar Anadolu'da)

Savcı Nusret, elleri kelepçeli iki katil zanlısının rehberliğinde bütün bir gece çeşme çeşme dolaşıp aradıkları ve sabaha karşı buldukları cesetle ilgili tutulması gereken tüm tutanakları hazırladıktan sonra, yıllardır açmaya çekindiği pandoranın kutusunu onun yerine açan doktoru otopsi odasında bırakarak hastanenin bahçesine doğru ağır ağır yürümeye başladığında kafasının içinde hâlâ doktorun sesi yankılanıyordu: "E zaten intiharların çoğu, başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, Savcı Bey?" Savcı, boğazına heyula gibi çökerek nefes almasını engelleyen bu cümlenin soluk borusunu tıkamasını engellemek adına kravatını gevşetti ve beyaz gömleğinin yaka düğmesini çözdü. Hastanenin bahçesine vardığında bütün bir gecenin günahının omuzlarına çöktüğünü, üzerine başka bir cesedin toprağının döküldüğünü hissediyor; yüreğinden ağzına toprak tadı geliyor, giderek nefes almakta zorlanıyor, zorlandıkça kravatını biraz daha gevşetiyordu.

Bu küçük taşra kasabasına tayinini istemeye o elim olaydan sonra karar vermişti. Ardı arkası kesilmeyen sorulardan ve tuhaf bakışlardan kaçmak için aklına başka bir çözüm gelmiyordu: "Gencecik kadın, bir sağlık sorunu da yok; nasıl olur da kalp krizi geçirir Nusret?", "Otopsi yaptırmak lazım, olacak iş değil!", "Doğumda bir problem de olmamıştı, nasıl olur?"... Savcı Nusret bu soruları duydukça midesinden boğazına doğru bir alev topunun dörtnala geldiğini hissediyor; kravatının düğümünde takılı kalan alev topu boğazını yakıyordu: "Savcıyım ben, benim işim şüphelenmek. Olacağı varmış demek, otopsi falan yapılmayacak.!" diyerek soruları savuşturmaya çalışırken bir yandan da alev topunun etkisini biraz olsun hafifletebilmek adına kravatını gevşetiyordu. Uyumadan hemen önce ağzını dolduran toprak tadı şimdi her yerdeydi.

Savcı Nusret, bir gece önce evinde yakın arkadaşlarını ağırlamış, üç duble rakının etkisiyle çakırkeyif olmuş ve misafirleri yolculamasının ardından etrafı toparlayıp lavaboyu temizleyen eşine arkadan sarılarak boynuna bir öpücük kondurmuştu: "Kemal nasıl da sarhoş oldu, değil mi?" Karısının ağzından buz gibi bir "evet" dışında hiçbir şey çıkmamış; ancak savcı, alkolün etkisiyle bunun ayırdına varamamıştı. Hemşirelik yapan eşi iki gece önce nöbetteydi. Doğum izni biteli bir buçuk ay olmuş, henüz iş temposuna ayak uyduramamış, savcı da eşini nöbet sonrası böyle yorgun görmeye alışmıştı. Eşini mutfakta bırakıp henüz yaşını doldurmamış kızının yanına gitti. Diğer gecelerin aksine pembe beşiğinde mışıl mışıl uyuyan bebeğe sevgi dolu gözlerle baktı, önce sağ elinin işaret parmağıyla pamuk yumuşaklığındaki yanağına hafifçe dokundu, ardından kendini tutamayıp aynı yanağa bir öpücük kondurdu; ancak bu buse, uykusu zaten hafif olan bebeğin ağlayarak gözlerini açmasına yetti. Savcı ne yapacağını bilemez bir halde kalakalmışken eşi mutfaktan koşarak geldi ve bebeği kucağına alarak hafif hafif sırtına vurup ninni mırıldanmaya başladı. Kısa bir süre sonra bebek tekrar uykuya daldı. "Şu bizim külüstürü satıp yerine adamakıllı bir araba mı alsak?" dedi Savcı Nusret. "Nasıl üstersen öyle yap, ben yakında öleceğim." dedi kadın. Savcı Nusret, neredeyse bir yıldır duyduğu; ama önce hamileliğe ardından lohusalığa vurarak önemsemediği bu lafı bu kez de yoğun iş temposuna ayak uyduramamasına yorarak duymazdan geldi. Yorgundu. Yatak odasına geçti ve kravatını gevşeterek soyunmaya başladı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Ağzında tuhaf bir toprak tadı vardı, bütün oda toprak kokuyordu; ciğerlerinin diri diri gömülmüşçesine toprakla dolduğunu hissediyordu. Kokunun hafızasını çalıştırma şekline şaştı.

Çok sarhoştu, ne kadar içtiğini hatırlamıyordu, rüyada gibiydi, gerçeklikle tek bağı kravatını çözen bir kadın elinin hareketiydi. Yağmur yağıyordu. El, önce kravatını ardından beyaz gömleğin düğmelerini çözdü; kemeri çıkartıp pantolonu indirdi. Savcı Nusret, nöbeti nedeniyle ertesi akşama kadar eve dönmeyecek olan karısının yatağında, bambaşka bir ıslaklıkla mutlu oldu, kütük gibi sızıp horlamaya başladı. Bu mutlu uyku, "Sen Nusret'le hamileliğini kutla bugün; ver bakalım güzel haberi!" diyerek nöbeti ondan devralan arkadaşı sayesinde eve erken dönen karısı onu yatakta yakalayana kadar devam etti. Karısı tek bir söz söylememiş, kendini sessizlikle mühürlemişti. Oda buram buram toprak kokuyordu. Bütün kokunun boğazına dolduğunu hissetti.

Savcı Nusret hastanenin bahçesinde toprak kokusundan nefes alamıyor, nefes alamadıkça gözleri yaşarıyordu. Aynı anda doktor otopsiyi bitirdi. Maktulün ciğerlerinde toprak parçalarına rastlandı.

(*) Bu öykü Aylak Adam Yayınları'ndan çıkan "Öyküden Çıktım Yola- 252 Yazardan Minimal Öyküler" isimli derlemede yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder