Marcel Proust, ıhlamuruna daldırdığı madlen kekinden aldığı bir ısırıkla, geçmişinin derinliklerine daldığı; hafızanın şaşırtıcı gücünü okurlara gösterdiği, ciltler boyu devam eden ve başlaması biraz cesaret gerektiren (ben daha gösteremedim) destansı bir yolculuğa çıkar. Proust, ağzına attığı ilk lokmada hissettiklerini tam olarak anlayamaz; ardından yavaş yavaş derinliklere dalmaya başlar ve binlerce sayfa boyunca o derinliklerden çıkamaz; okurunu da peşi sıra sürükleyerek zamanda bir yolculuğa çıkar.
O düzeyde olmasa da, hepimiz zaman zaman böyle hisseder; ama ne hissettiğimizi bilmeden içimizin derinliklerine bakar dururuz. Dilimize dolanan bir melodi, gün batarken esen bir meltemin serinliği, soğuğun insanı zinde tutan o tuhaf kokusu ile kimi zaman, farkında olmadan, geçmişimizin derinliğine doğru yolculuğa çıkarız. Beri yandan geçmişi algılamamız, hafızamızın eledikleri içerisinden doğru anıyı seçmemiz kimi zaman vakit alır. "Yahu ben bunu nereden hatırlıyorum?" sorusuna behemehal yanıt veremememiz, çoğu kez bundandır.
Bir zamandır, Charles Dickens'tan David Copperfield'ı okuyorum. Dickens ile biraz geç, 25 yaşımda tanıştım ben. Gece yarısı uyanır, Dickens'ın Büyük Umutlar'ının sayfaları arasında kendimi kaybeder; okur ha okurdum. Bugün geriye dönüp baktığımda, o kitaba dair bir iki silik sahne dışında zihnimde hiçbir şey kalmamış; ama o akıp giden olaylar silsilesinin zihnimde yarattığı etki hâlâ taptaze. Dickens'la daha sonra bir randevum daha oldu: İki Şehrin Hikâyesi. 2014 ya da 2015 civarı okudum sanırım. Kitabın içinde kaybolmuş, Dickens'ın kurgu dehâsına şaşıp kalmıştım. Şimdi, yıllar sonra, zihnimde hep gri bir şekilde canlanan Dickens'ın dünyasına bu kez David Copperfield ile dönmek istedim.
David Copperfield'ı okurken, damağımda eski, tanıdık; ama tam da öyle olmayan bir tat hissettim. Bunun üzerine uzunca düşündüm; bu tadın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sayfalarının arasında kaybolduğum kitabın üzerimdeki o memnun edici, huzur veren etkinin kaynağını merak ettim ve pek de beklemediğim bir yerde buldum.
Küçük Dave'in dünyası bana, küçüklüğümde okuduğum Kemalettin Tuğcu romanlarını hatırlatıyor... Onun acılarla yoğrulmuş melodramlarının tadını hissediyorum yine damağımda; ama tam da öyle olmayan bir şekilde yaşıyorum bunu. Kemalettin Tuğcu, benim için küçüklüğüm, ilk kitaplarım demek. Bugün, Dickens'ın Dave'i ile birlikte, ıhlamura daldırılan bir madlenin etkisi ile Tuğcu okuduğum dönemlere geri dönüyorum. Sanki, 9 yaşındaki Deniz'in heyecanı, yazar olma isteği ve naif kitap okuma keyfi ile dolanıyorum David Copperfield'ın sayfaları arasında. Bunca yıllık okurluktan sonra, doğrusu, yalnızca kitap okumanın o naif keyfini bana yaşatan bir kitabın içinde kaybolmak müthiş bir keyif.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder