Bir zamandır üzerime çöken atalete inat, dün Arakçılar'ın üzerine bir de Paterson'ı izledim; iyi ki de izlemişim. Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissettiren bir filme rast gelmemiştim. Doğrusu ya, benim gibi bir müzmin karamsarı böyle duygulara yöneltmek epey zordur. Arada sırada bunları hissettiğim, içimi yeşerten filmlere denk gelince çok mutlu oluyorum.
Jim Jarmusch'a nedense hep mesafeli durdum ve bir türlü sinemasıyla tanışamadım. Paterson ile bu mesafeyi kırmak istedim, iyi de etmişim. Film, bir şair-otobüs şöförünün bir haftasını anlatıyor. Hayatı büyük bir dinginlik içerisinde yaşayan Paterson, siyah ve beyaz kadar kendisinden farklı kişilikteki eşi Laura ile birlikte, insana müthiş bir huzur veren hayatını sürdürüyor. Geçmiş dönem romantikleri gibi, yalnızca defterine yazdığı, elinde tek kopya bulunan şiirleri ile yaşamı dinginlikle, geldiği gibi yaşıyor. Beri yandan eşi Laura, insanın kızmaya kıyamayacağı bir ayran gönüllülük ve coşkuyla yaşıyor hayatı: Bir gün cupcake prensesi olmayı düşlerken, daha bir gün country şarkıcısı olmaya merak salıyor. Laura keyifle, tadını çıkararak, doya doya ve coşkuyla yaşıyor sadece. Paterson'ın dinginliği ile her yere çizdiği siyah-beyaz desenler misali tezat bu kişiliği izlemek de ayrı bir keyif veriyor. Film bir haftalık bir rutini anlatıyor; ancak tuhaf bir şekilde bu rutin son derece renkli ve huzurlu bir etki yaratır insanın içinde. Sanırım, kendimi çokça bulduğum bir film olduğu için de sevdim: Yazılarını yayımlatamayan, belki başarısız bir yazar müsveddesi; ama yine de, yazmak büyük bir keyif ve dinginlik veriyor.
TRT 2'de "Film Önü- Film Arkası" programında Mehmet Açar ve Alin Taşçiyan'ın sohbetini de izledim. Açıkçası ben Paterson'ı hep başarısız bir şair olarak konumlandırmıştım; belki de bu, şiirden ne kadar anlamayan biri olduğumun kanıtıdır. Eskiden böyle zamanlarda kendimi kötü hisseder; hiçbir şey anlamadığımı düşünürdüm. Şimdi tam tersi, "Aa, sahi; böyle düşünmemiştim!" dedirtiyor.
Neden bilmiyorum; ama zaman zaman bu tarz yorumlarla kendi yorumlarım örtüştüğü zaman mutlu oluyorum. Sanırım bunun nedeni, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'a bir köşe yazarına başrol vermesine sebep olan dert: Biz bir konu üzerine düşünmeyi sevmeyiz. Birileri bizim adımıza düşünsün, biz de onlara katılalım isteriz. Köşe yazarları biraz bu rolü üstlenirler.
Ben de, içimde hâlâ böyle özgüvensiz birini taşımaya devam ediyorum sanırım.
Kara Kitap demişken... :)
YanıtlaSil