Kitabı birkaç gün önce bitirdim. Başından beri şunu sordum kendime: Neden bu kitabın merkezinde hermafrodit bir birey var? Bu soru, içinde kaybolduğum sayfalar boyunca beynimi kurcaladı durdu, Neden? Önemsiz gibi görünse de, bu sorunun yanıtının oldukça önemli; hatta romanın merkezi ile birebir ilintili olduğunu düşünüyorum.
Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı isimli kitabında rastladığım ve o günden bu yana sıklıkla kullandığım merkez kavramını anlamak, bir roman okuru için oldukça önemli. Bu kavramı blogdaki başka yazılarımda daha önce de açıklamıştım. Peki Middlesex'in merkezi ne? Hermafrodit bir bireyin yaşadığı sıkıntılar mı? Hayır! Bu sadece, merkeze gitmek için kullandığımız bir yol, o kadar.
Geçen hafta okuduğum kısımdan sonra kafamda bir anda şimşek çaktı: Bursa'da başlayan bir macera; Kurtuluş Savaşı'nın sonlarında, köylerinden kaçıp Amerika'da öteki olan iki kardeş. Ensest ilişkilerini ömür boyu gizleyen iki ötekinin torunu, hermafrodit bir öteki. Anadolu'da iki yabancı, Amerika'da iki yabancı; aynı bedende birbirine yabancı iki kişiyi taşıyan bambaşka bir öteki. Yaşadıkları, nefes aldıkları toprakta tam kök salamayan; hep bir şekilde dışarıda kalan insanlar ve bir anlamda, onların acısının sembolü Cal.
Bence, Jeffrey Eugenides'in ustalığı tam da burada yatıyor. Hermafrodit bir bireyin gençlik bunalımları, kendi vücudunu, kendini anlama çabasını izlerken; bir yandan da, derinlerde bir yerde, bir şekilde köksüz kalmış insanların, ötekilerin acısını duyuyoruz.
Don Quijote'nin seyir defteri, yine Euginedes'ten Bakir İntiharlar ile devam edecek.
İyi pazarlar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder