Yanlış hatırlamıyorsam The Paris Review'a verdiği röportajda Marquez, bugün büyülü gerçekçilik diye adlandırdığımız türün püf noktasını anlatıyordu. Unutulmaz romanı Yüzyıllık Yalnızlık'ta bir gazetecilik tekniğini romana uyarladığını söyler: "Örneğin, gökyüzünde uçan filler var derseniz insanlar size inanmayacaktır; ancak gökyüzünde 425 filin uçtuğunu söylerseniz, insanlar muhtemelen size inanacaktır." Marquez, nevi şahsına münhasır romanını, büyükannesinin en sıra dışı ya da korkutucu olayları bile kayıtsız bir tonda anlatmasına öykünerek; kredibilite sağlayabilmek için okura detaylar vererek tamamlar. Bu etki dört bir yanınızı öyle bir sarmalar ki, yıllarca süren uykusuzluk, en sıra dışı ilişkiler, ölüm sonrası öylecene yaşamaya devam etmek büyülü bir şekilde size gerçekmiş gibi gelmeye başlar.
Middlesex'in sayfaları arasında dolanırken, damağındaki tanıdık tadı tanımlayamayan bir gourmet gibi hissediyordum kendimi; tâ ki düne kadar. Desdemona'nın, odasına girip on yıl boyunca yatması ve bunun lalettayin bir olaymış gibi anlatılması; bir anda kafamda bir şimşek çaktırdı. Bir madlen kekten aldığı ısırıkla edebiyat tarihinin en uzun geri gidişini yaşayan Proust'a öykünerek ben de Marquez'in inanılmaz olaylardan müteşekkil dünyasında hızlı bir gezintiye çıktım hafızamda. Aziz Nesin, Falih Rıfkı'nın Zeytindağı romanını düşündüğünde, romanı çok beğenmesine rağmen hafızasında hemen hemen hiçbir şey kalmadığını; ancak aklında bir alev topunun canlandığını söyler. Ben de Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlığı'nı düşündüğümde zamanın tuhaf aktığı; küçük olayların büyük destanlara dönüştüğü enteresan bir kasaba hatırlıyorum...
Middlesex'te bu denli yoğun olmasa da yine aynı tadı alıyorum. Sanki çok büyük, acı, inanılmaz, aykırı olaylar, bir cerrah soğukluğu ile anlatılıyor ve bu, tuhaf bir şekilde, her şeyi daha inandırıcı hale getiriyor. Bunca yıl sonra edebiyatın beni hâlâ bu denli heyecanlandırmasının esas sebebi, bu çocuksu keşifler herhalde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder