Uzun bir zaman sonra tekrar merhaba!
Marquez'in ölümünün ardından yazdığım yazının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti; ancak ben bir türlü yeni bir yazı yazmadım. Umarım bu, düzenli bir yazma düzenine geçeceğimi müjdeleyen bir yazı olur. Neredeyse 1 yıllık bir aranın ardından merhaba!
Eylül ayında, sevgili Kerem Işık'ın "Elim sende!"sine cevap olarak hazırladığım 10 kitaptan oluşan bir liste vardı. "En sevdiğim 10 kitap"tan oluşan bu liste, neden bilmiyorum, daha sonra uzunca bir süre beni rahatsız etti. Aslında böyle listeleri, pek çok kişinin aksine, yararlı bulurum. Zevkine güvendiğiniz insanlardan alınan bu "En iyi" listeleri, okuma rotanızı belirlemede yararlı olabiliyor; sonradan yapılan tartışmalar da ayrı bir keyifli oluyor. Yine de liste hazırlama konusunda, hızla değişen zevklerimden olsa gerek, pek başarılı değilim. Kimi zaman, yakın dönemde okuduğum bir kitap beni öyle derinden etkiliyor ki, bir anda hazırladığım liste alt üst olabiliyor. Üstelik bu değişim, kitabın gücüne bağlı olarak, tek bir kitapla sınırlı kalmayabiliyor. Kitabın gücünden kastım nedir?
Marquez yazısında değindiğim bir kavram vardı: Bükülmüş Gerçeklik. Ben bir kitabı, gerçekliği bükebilme yetisine göre değerlendiriyorum. Bu güç ne kadar büyükse, hazırlanan listelerin değişmesinde de o kadar etkili oluyor. Uzun bir süredir beklettiğim bir Dostoyevski romanını, söz gelimi "Karamazov Kardeşler"i okuduğumda, klasik anlatının gücü beni o denli çekiyor ki listedeki modernist romanlar gözüme batmaya başlıyor veya. Kitaplığın bir köşesinde unuttuğum"Şato", son sayfalarını çevirdiğimde gerçekliği öyle bir bükmüş oluyor ki o listeye modernist çizgideki anlatıları dizmeye başlıyorum. Bu nedenle, bir durağanlık sağlayamadığım için bir türlü "En sevdiğim kitaplar" listesi çıkartmayı başaramıyorum. Yakın zamanda hazırlamış olmama karşın şu anda bile o listeye dahil etmek istediğim (ve bunun tabii sonucu olarak çıkartmak istediğim) kitaplar yer alıyor.
Elbette bu tür listelerin kaderi de biraz bu: Değişmek zorundalar. Güzellikleri de buradan geliyor; ancak söz konusu olan "En sevilen kitaplar" olunca, değişim hızı o denli yüksek oluyor ki kimi zaman bu listeler inandırıcılıklarını kaybetmeye başlıyorlar. Bu nedenle, Kerem Işık'a gecikmeli de olsa buradan yanıt veriyorum; ancak farklı ve biraz daha durağan olduğuna inandığım bir listeyle: "Edebiyat algımda kırılmaya neden olan 5 yazar ve nedenleri"
2005 yılında "Hayvan Çiftliği"ni okurken sarsılmış, kitabın büyüsüne kendimi kaptırmıştım. O güne değin okuduğum kitaplardan farklı olarak günlerce aklımdan çıkmamış, tekrar tekrar kendini okutmuştu. Diğer yandan, böylesine karmaşık bir meselenin, alegorik bir anlatıyla, neredeyse okumayı yeni öğrenmiş bir çocuğun dahi anlayabileceği kadar sade bir biçimde anlatılmasına hayran kalmıştım. Bu hissi, aradan 10 yıl geçmesine rağmen, bugün de çok değerli buluyorum. Orwell, iyi bir romanın, daha doğrusu bir metnin, daha derinlerde bir yerde bir merkezinin olması gerektiği düşüncesini bana geçiren ilk yazardır.
Bazı yazarlar vardır ki siyasal meseleleri sürekli olarak gündemlerinde tutarlar ve duruşları o kadar insanidir ki anlattıkları meseledeki duruşlarına hak verdiğiniz için mi, yoksa gerçekten büyük bir yazar olduğu için mi değerli olduklarına bir türlü karar veremezsiniz. Bu yazarlarda siyasi duruş o denli ön plana çıkar ki kimi kez yazarlıklarına haksızlık edilir. (Bizim edebiyatımızdaki en güzel örneği Aziz Nesin'dir. Kendisi ile ilgili yazılarda diğer aydınlara dahi cesaret veren korkusuzluğundan; bitmek bilmez çalışkanlığından, "Her şeyden önce insan!" demesinden o denli dem vurulur ki bu önemli yazarın edebî yanı gölgede kalır.) Orwell da bundan nasibini alan yazarlardan biridir. Bugün, yalnızca iktidarın eziciliğini özetleyen dört kelimelik "Büyük Birader seni izliyor!" cümlesiyle anılıyorsa da Orwell, iyi ürünler vermenin çok zor olduğunu düşündüğüm distopya türünde, ucuzluğa kaçmayan sadeliği ile kalıcı eserler vermeyi başarmış birkaç yazardan biri.
"Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi, Dostoyevski'yi de keşfetmek insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilk gençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz." Suç ve Ceza'nın İletişim Yayınları'ndan çıkan baskısının arka kapağında yer alan bu sözler Borges'e ait. Dostoyevski ile ilgili hemen herkesin ortak bir yargısıdır: Onunla -genelde- 20'li yaşlarınızın başında tanışırsınız. Benim için de öyle oldu ve 20 yaşında tanıştığım bu adamın insan ruhunun en derin noktalarına kadar inmesine hayran kaldım. Tutku dolu kişiliğiyle sevdiği şeylerden aynı zamanda nefret eden, nefret ettiği şeyleri ruhunun derinliklerinde bir yerde tarifsizce seven; acı çeken, beri yandan bu çektiği acıdan zevk alan insanlar fırlıyordu Dostoyevski'nin kaleminden. 20'li yaşlar, bu nedenle Dostoyevski ile tanışma yaşlarıydı. O, kendisinin karanlık noktalarını keşfetmekten korkmayan, ruhundaki tezatlıkları öğrenmekten çekinmeyen bir okuyucu istiyordu; gençliğin verdiği asiliği, inancı-inançsızlığı, tutkuyu, kafa karışıklığını, kendi içinde neler olup bittiğine dair merakı, öfkeyi... arzulayan bir yazardı. Vazgeçemediği tezatlıklar vardı: Ölüm-yaşam, acı-mutluluk, inanç-inançsızlık, zalimlik-vicdan azabı... Bir Dostoyevski kitabının tadına varılabilmesi için tüm bunların okuyucunun da ruhunda olması gerekir ve bu duygular, ancak ergenliğin sona ermesi, gençliğin başlaması ile insanın ruhunda canlanmaya başlar. İçinde çelişkiler olmayan, kendinden bütünüyle emin birinin Dostoyevski'yi gerçekten anlayabileceğinden şüpheliyim.
Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler Okuma Güncesi"nde de yazdığım gibi, climaxler yaparak tüm bunları mizansenler üzerinden anlatmasıyla beni derinden etkiledi. Bugün de Dostoyevski'nin en ufak bir şeyi bile ıskalamayan kurgu kabiliyetine ve duyguları canlandırabilme, romandaki kişileri kanlı canlı hale getirebilme yeteneğine hayranım.
Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler Okuma Güncesi"nde de yazdığım gibi, climaxler yaparak tüm bunları mizansenler üzerinden anlatmasıyla beni derinden etkiledi. Bugün de Dostoyevski'nin en ufak bir şeyi bile ıskalamayan kurgu kabiliyetine ve duyguları canlandırabilme, romandaki kişileri kanlı canlı hale getirebilme yeteneğine hayranım.
Bilge Karasu: Kırılma noktam olan 5 yazar içinden hakkında bir şeyler karalaması en zor olan yazar Bilge Karasu. Onunla sadece bir kere karşılaştık ve beni allak bullak etti. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı okurken öyküyle, öykünün enstrümanlarıyla romanın derinliğine inebilen bir yazarla tanıştım. Hem işlediği konu ağırdı, hem de her cümlesine, hatta bir şairin titizliğiyle her bir kelimesine dikkat edilmiş bir metin vardı; bu nedenle kitabı okurken, çok yoğun bir tatlı yiyormuş gibi hissetmiştim kendimi. Her geçen cümle damağımda ayrı bir tat bırakıyordu ve ben, ister istemez, bu cümbüşü bir yerde kesip o ana kadar okuduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Bu kitap beni öylesine etkiledi ki, pek çok Bilge Karasu kitabı almama rağmen bir türlü okumaya cesaret edemedim. Bu efsunlu okuma sürecinin büyüsünün dağılacağından endişe ettiğim için de Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı da bir daha okumadım; ama edebiyat algım bir kez daha kırılmıştı. İyi bir metnin, hem dil hem de kurgu açısından çok katmanlı olması gerektiğini bana anlatan yazar Bilge Karasu olmuştur.
Oğuz Atay: Atay'la ilgili daha önce de yazdım aslında. Gerçi yazının ana konusu Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım'ıydı; ama yine de az da olsa benim için önemini dile getirmiştim. Berna Moran'ın "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak adlandırdığı Tutunamayanlar'ı çok önce almış olmama rağmen ancak Bilge Karasu ile olan yolculuğumu bitirdikten sonra okuyabildim. O zamanlar tam olarak ne anladığımı, neyi sindirip neyi sindirmediğimi kavrayamamış; romanın ciddi bir bölümünü anlamlandıramamıştım; ne var ki zaman geçtikçe bu romanın içimdeki yolculuğunun devam ettiğini fark ettim. En ufak bir etki bırakmadığını düşündüğüm o cümleler deryasından bir sürü şey yapışmıştı üzerime. Bugün, bu hissin, Atay'ın gerçekliği ne denli büken biri olduğunun kanıtı olduğunu düşünüyorum. Bu roman, aynı zamanda modern roman tekniklerinin Türkçe'de nasıl çalışabileceğini, nasıl bir dünya yaratılabileceğini göstermesi bakımından da benim için önemliydi. Bir anda şiir yazmaya başlıyor, noktalama işaretleri kullanmadan sayfalarca yazıyor, ardından tuhaf bir biyografiye geçiyor... Atay, romanda biçimi değiştirmeye, anlaşılamama pahasına cesaret eden birkaç yazardan biriydi. Merkezi o kadar gizliyordu ki insanlar "Aklına gelen her şeyi yazmış bu adam!" diye tepkiler veriyorlardı; oysa Tutunamayanlar, biçimin içerikle ahenginin en yüksek olduğu romanlardan biriydi. Bugün baktığımda, hem anlatım biçiminin ve kendine has dilinin, hem de karakterlerinin tutunamama haline duyduğu hüzün ve çaresizlik ile karışık merhamet duygusunun benim için çok kıymetli olduğunu söyleyebilirim.
Jose Saramago: Saramago ile bundan 4 yıl önce tanıştım. İnsanla ilgili çok temel bir problemi, söz gelimi ölüm gerçeğini, bir imkânsız üzerinden (ölümün faaliyetlerine son vermesi) anlatıp psikolojik ve -daha çok- sosyolojik gerçekler seriyordu insanın önüne. Dostoyevski gibi, karanlık dehlizlere giriyor; ancak odağına bireyi değil, toplumu alıyordu. Dostoyevski'nin odağı bireydi: Bireyin çelişkileri, ikircikleri, gel-gitleri... Saramago ise, imkânsız bir durumdan yola çıkarak toplumun ruhunu tartmaya çalışıyordu. Bir ateist olmasına rağmen, romanındaki anlatıcının tanrısallığı o güne kadar okuduğum romanların hepsinden daha yüksekti; öyle ki Saramago, tanrısı olduğu bu roman dünyasında bir imkânsızı mümkün kılarak oyunu açıyor ve ondan sonra neler olduğunu işi aceleye getirmeden anlatıyor gibiydi.
Beni etkilemiş yazarlar elbette sadece buraya aldığım 5 yazarla sınırlı değil. Hayatımın çeşitli dönemlerinde başımı döndüren pek çok yazar oldu; ancak bu saydığım 5 yazarı okuduktan sonra içimde bir şeylerin değiştiğini, edebiyat algımın farklı bir yere kaydığını, bir kırılma yaşadığımı hissettim. Sevgili Kerem Işık'ın "elim sende"sine, değişme hızı oldukça yüksek olan o 10 kitaplık listenin yanısıra bu 5 yazarlık ikinci bir liste ile de yanıt veriyor ve ekliyorum: Elim sende Kerem Işık!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder