Aslında bu haftaki yazım, Aziz Nesin'i konu edinen ve yıllardır tamamlanmayı bekleyen bir yazıydı; ancak, 2 haftadır herkesin dilinde olan bir film üzerine yazmak daha cazip geldiği için o yazıyı bir hafta daha bekletmeyi uygun gördüm. Genelde her bir sahnesini birkaç defa izlediğim filmler üzerine yazdım, ilk defa güncel bir film üzerine sıcağı sıcağına bir şeyler karalamış olacağım.
Damien Chazelle'nin hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği film temel olarak dünya çapında bir davulcu olmak isteyen Andrew'un okuldaki mükemmeliyetçi hocası Fletcher ile olan manipülatif ilişkisini konu ediniyor. Etüdünü yaparken, okulun en iyi orkestrasının efsanevî ve mükemmeliyetçi hocası Fletcher'ın dikkatini çeken Andrew, sabahın 06.00'sında ilk provaya davet ediliyor ve tam 3 saat boyunca bekletiliyor. Fletcher'ın manipülasyon tekniğini başat yöntem olarak kullandığı kişisel eğitim sisteminin içeriğine dair ilk ipucumuz da bu. Filmde bu manipülasyon metodunun karikatirüze denecek kadar abartılı hallerini görüyoruz: Öğrencisinin burnunun dibine girerek avazı çıktığı kadar bağırmak, kafasına sandalye fırlatmak, araba kazası geçirip kan revan içinde konsere gelen ve bagetleri tutamayan öğrencisinin gözünün yaşına bakmamak vs... Tüm bu teknikleri neden kullandığını ise film ilerledikçe anlıyoruz: "Birine yapabileceğin en büyük kötülük, ona 'Sen iyisin!' demektir." Fletcher, öğrencinin içindeki Charlie Parker'ı çıkartmak adına onu sürekli aşağılayarak manipüle etmeye dayanan eğitim yöntemini bu cümle üzerinden meşru kılıyor. Film, bu manipüle tekniğinin sonucunu, bir müzisyen-şef kavgası üzerinden gösteren bir finalle bitiyor.
İzleyiciler tarafından beğenilmiş olmasına rağmen müzisyen kesim Whiplash'i pek beğenmedi; hatta neredeyse komik bir zırvalık olarak gördü. "Müzisyen bir Rocky anlatımı gibi!" diyen dahi var. Amatör bir müzisyen olarak, bu yorumlara pek katılmıyorum ve bu yorumun filmin merkezini ıskalayan bir yorum olduğunu düşünüyorum. Whiplash, bir davulcu ve hocası arasındaki manipülatif ilişkiyi konu edinen bir film; ancak bu, ona bir müzik filmi dememiz için yeterli bir sebep değil. Nasıl ki Haneke'nin La pianiste'i, Polanski'nin Pianist'i birer müzik filmi değilse, bu film de bir müzik filmi değil. Merkezindeki sorulara (Mükemmel olmak adına eğitimde manipülatif bir yöntem kabul edilebilir mi? Sanatta mükemmel olmak yegâne gaye midir? Ya mükemmelsin ya da bir hiçsin düşüncesi doğru mudur?) müzik üzerinden ulaşmayı deneyen bir film.
Whiplash, blogda Petros Amca ile Tutku Dersleri başlığında yazdığım, Apostolos Doxiadis'in Petros Amca ve Goldbach Sanısı'nda da geçen bu soruyu, müzik üzerinden yanıtlamaya çalışıyor. Bahsettiğim kitapta da ana karakterimiz, 250 yıldır çözülememiş bir sanıyı çözerek altın heykelini diğer matematikçilerin yanına diktirmeyi kendisine hedef edinmiş ve bunun dışındaki hayatı yaşanmaya değmez olarak değerlendiren bir matematikçiydi. Whiplash, merkezindeki soruları izleyicinin kafasında canlandırmak için bir müzisyeni kullanıyor; bu, bir müzik filmi olmak için yeterli sebep değil. Whiplash, Milos Forman'ın Amadeus'u, Clint Eastwood'un Bird'ü ya da Taylor Hackford'un Ray'i gibi ana kişisi nedeniyle odak noktalarından biri de müzik olan bir film değil. Burada müzik ve daha özelinde davulculuk, sadece bir araç.
Popüler sinema, karikatürizasyonu seven bir sinema. Olayların abartılı bir şekilde cereyan etmesi, adeta popüler sinemanın alameti farikası. Pek çok kişinin hayranlıkla izlediği Avatar da aslında bir karikatürizasyon: Kızılderililerin katledilmesinden duyulan toplumsal vicdan azabının karikatürize bir hali. Bugün bir boksörle konuşsak ve Rocky serisi ile ilgili yorumlarını dinlesek alacağımız yanıt, büyük olasılıkla, "Karikatür gibi." olacaktır.
Yanlış hatırlamıyorsam Haldun Taner'e ait bir sözdü: "Tiyatro bir aynadır; kabare ise dev aynasıdır." Kabare tiyatrosu, olayları abartarak ve büyüterek izleyicinin gözüne sokmak gayesindedir. Bu, bir anlamda karikatür için de söylenebilecek bir söz. Karikatür, kasıtlı olarak yanlış ve abartılı çizimler ya da durumlar üzerinden hareket eder: Normalden büyük burunlar, kocaman kafalar, orantısız açılmış ağızlar, absürd tepkiler... Tüm bu abartılar, karikatürün temel enstrümanlarıdır.
Herhangi bir film popüler sinema diline uygun olarak yapılacaksa muhakkak bu karikatürize durumlardan yararlanmalıdır, aksi halde istediği başarıyı elde edemez. Rocky serisi, gerçek bir boks müsabakası üzerinden anlatılırsa aynı gişeye ulaşamaz. Bu nedenle, özellikle dördüncü filmde zirveye çıkan bir karikatürizasyona başvurulur: Bir boksör, ringde döve döve öldürülür, üstelik karşısındaki çam yarmasında en ufak bir yara dahi yoktur. Rus boksör, sanki hiçbir şey olmamış da sinek ölmüş gibi "Ölürse ölür!" deyip kestirip atar. Bu abartı, popüler sinema dilinin olmazsa olmazıdır. Çağan Irmak'ın filmlerinden bir örnek verelim: Babam ve Oğlum'da baba karakterinin kollarını açtığı sahneyi düşünün. Bugüne dek, herhangi bir cenazede böyle bir sahne gördünüz mü? Bu, oğlunun ölümünden kendini sorumlu tutan bir babanın vicdan azabının karikatürize edilmiş, bir diğer deyişle kasten abartılmış halidir ve teatrel bir havada cereyan eder: Diğer oğlu koşarak babasını yıkar geçer ve biz de kıssadan hissemizi almış oluruz. Ertem Eğilmez'in Gülen Gözler'indeki son sahne: Vecihi, uçakla evden içeri girer. Karikatür abartısında bir sahnedir.
Whiplash, ilgiyi üzerinde toplayıp gişe başarısı sağlayabilmek adına bu karikatürizasyondan yararlanıyor: Andrew'un etüd yapmaktan elleri kanamaya başlıyor, Fletcher'dan dayak yiyor, ölümcül bir kaza geçirmesine rağmen hâlâ konsere çıkıp çalmaya çalışıyor vs... Gerçekçi mi? Elbette değil ve zaten amacı da gerçekçi olmak değil. Peki kendi gerçekliğine inandırabiliyor mu?
İşte asıl soru bu, kendi gerçekliğine inandırabiliyor mu? Ben bu sorunun yanıtının evet olduğu kanaatindeyim. Bunların her biri kafayı dünyanın en büyük caz davulcusu olmakla bozmuş, bu uğurda henüz yeni başladığı bir ilişkisini bile bir kalemde silebilecek, kendine güvendiği tek an, Fletcher'ın orkestrasına kabul edildiğini öğrendiği an olan, takıntı ile tutku arasında bocalayan ergenlik sürecinin sonundaki bir gencin kendini kanıtlama çabaları. Bu filmin müziğe tutunduğu tek nokta, bu gencin tutkusunun davul çalmak olması. Daha önce de belirttiğim gibi, Petros Amca ve Goldbach Sanısı'nda da baş karakterin yegâne derdi heykelini Archimedes'in yanına diktirebilmekti ve ona göre bilimde ikincilere yer yoktu; ya birinciydin ya da hiçbir şey. Altından bir vasat bile en nihayetinde sadece "vasat"tı. Bu anlamda o kitap ne kadar matematik romanı ise, bu da o kadar müzik filmi. "Evet; ama çok yüzeysel!" Popüler sinema içinde değerlendirilebilecek bir filmin çok katmanlı olması, yapısı ve kullandığı enstrümanlar nedeniyle imkansız değilse de pek mümkün değil. Whiplash de popüler sinema dilinde yazılmış ve çekilmiş bir film; değerlendirmesi de buna göre yapılmalı.
Bunun bir ispatı olarak, yukarıda da adını geçirdiğim, Haneke filmini düşünün. Cannes'dan jüri büyük ödülü, en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödülleri ile dönmüş ve mükemmeliyetçi bir piyano hocasının öğrencisi ile sadist-mazoşist aşk ilişkisini anlatan bu filmin izleyicisi ile Whiplash'in izleyicisini kıyaslayın. Haneke'nin filmini, popüler sinemanın enstrümanları ile değerlendirirseniz "Otur, sıfır!" dersiniz. Gişe başarısını başat problemlerinden biri kabul eden filmlerin uymak zorunda oldukları kimi kurallar vardır: Bol diyalog, yoğun kamera geçişleri, az suskunluk, yüksek tansiyon, akılda kalan sahneler, abartı/ karikatürizasyon vs... Whiplash, aslında sadece bu kurala uyuyor.
Bu filmin eleştirisini müzisyenlik üzerinden yapmak, bence bir haksızlık. Benim kanaatime göre Whiplash, amacına ulaşmak için bir müzisyeni ve hocasını kullanan, popüler sinema diliyle derdini anlatmaya çalışan hoş bir seyirlik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder