13 Mart 2015 Cuma

The Great Dictator

Bu, beş yazılık bir serinin ilk yazısı. Chaplin'in The Great Dictator'ı ile birlikte, beni çok etkilemiş beş filmle ilgili görüşlerimi paylaşacağım. Aslında bu filmlerin bir kısmına blogda daha önce değinmiştim; ancak bu seride her bir filmi olabildiğince detaylı bir şekilde incelemeye gayret edeceğim. Seriyi takip etmek isteyenler, ikinci baskı olabilecek yazılara hazırlıklı olsunlar.

Kerem Işık'ın benden istediği "En sevdiğin 10 kitap" listesinde bir durağanlık sağlayamadığımı fark etmiş ve bu nedenle "5 Kırılma Noktası" başlıklı bir yazı yazarak edebi görüşlerimin değişmesinde önemli rol oynayan beş yazarla ilgili görüşlerimi yazmıştım. Bu anlamda bu listenin de çok kesin bir liste olmadığını belirtmekte fayda var. Günümüzde sinema, anlatım gücü en yüksek olan sanat dalı. Evet, belki bir roman çok daha derinlere nüfuz edebiliyor; ancak Nuri Bilge Ceylan'ın da dediği gibi, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i gibi bir romanı bitirmek iyi bir okur için dahi 4-5 gün sürerken, bir film ne denli ağır ve uzun olursa olsun (Bela Tarr'ın Satantango'su gibi uç örnekleri hariç tutarsak) 2 ile 3 saat arasında bittiği için bir romana göre çok daha fazla kişiye ulaşabiliyor. Bu anlamda sinema, modern yaşamın hızlı temposuna, bir romanla kıyaslandığında çok daha hızlı uyum sağlayabiliyor. Sinema; edebiyat, müzik, resim, heykel, dans, mimari ve tiyatro ile kıyaslandığında çok daha yeni bir sanat dalı olduğu için, hepimizin gözü önünde çok hızlı bir değişim geçiriyor. Buna rağmen sinemada da uçlara gelindiğini iddia eden yönetmenler var elbette; yine de bu listenin, bir kitap listesine oranla daha hızlı değişmesi çok muhtemel. Buna rağmen ben, listemin şu anki haliyle ilgili küçük bir yazı dizisi başlatmak istiyorum.

Listemin diğer filmleri ile kıyaslandığında The Great Dictator biraz farklı bir film. Chaplin söz konusu olduğunda hep bir çelişkiye düşerim: Modern Times'ın mı üzerimde tesiri daha fazla olmuştur yoksa The Great Dictator'ın mı. Bu soruya yanıt olarak tarafımı belli edip The Great Dictator dediğimde hep bir eksiklik hissediyorum. Modern Times gibi bir filme haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Yine de, Hitler'in yerden yere vurulduğu bu filmi izlerken bir yerde gülmekten krize girdiğimi ve filmi durdurduğumu hatırlayınca The Great Dictator'ın benim için bir adım önde olduğunu fark ediyorum.
Aslında Modern Times, Chaplin'in zamanını aşan, belki de en evrensel filmi. Bayağılığa düşmeden makineleşen ve fakirleşen insan eleştirisi yapmayı başaran bir film; ışığı birçok Chaplin filmini aydınlatıyor; ayrıca, her şeyden önce bir pandomim sanatçısı olan Charlie Chaplin'in efsane karakteri Tramp (veya bizim tabirimizle Şarlo) anlamsız sözlerden müteşekkil bir şarkı söyleyerek sesli filmlerin baskın konuma geçtiği dönemde sanatını savunuyor. Buna rağmen The Great Dictator benim için biraz daha önde. Bu yazıda, dilim döndüğünce, bunun nedenlerini anlatmaya çalışacağım.

"Hikâye iki dünya savaşı arasında, deliliğin kol gezdiği bir dönemde geçmektedir. Özgürlük dibe vurmuştur ve insanlık itilip kakılıyordu.”

Film bu cümleyle açılır. Chaplin’in kamerası, ilk olarak 1918 yılına döner; ancak biz bu yazıya biraz daha geriden başlayalım. Kitap-lık dergisinde yayımlanan “Distopik Roman ve Felâket Tellalı Orwell Üzerine Bir Deneme” başlıklı denememde distopyayı ortaya çıkaran ortamı şöyle tasvir etmiştim:
“Bülent Somay’ın, “Biz”in 1988 yılında kaleme aldığı önsözünde belirttiği gibi, 20. yüzyıl başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların yanı sıra, bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya” da yazmıştı; gelecek bir zamanda geçen, karamsar, böyle giderse işin sonu kötüye varır, demeye getiren öyküler yazmıştı. Distopianın çıkış nedenlerini de net bir şekilde görmemiz için bu öykülerin ve ilk distopik romanlardan “Biz”in ve -her ne kadar inatla bir geçiş formu olduğunu belirtsem de- Jack London’ın “Demir Ökçe”sinin yazıldığı döneme bir büyüteçle bakmakta fayda var. London’ın romanının yayımlandığı 1908 yılında, sömürgecilik faaliyetleri ve aşırı silahlanma son hızıyla devam ediyor; Sanayi Devrimi’yle birlikte başlayan sömürge ve pazar yeri arayışı, büyük devletler arasındaki rekabeti giderek şiddetli bir şekilde tırmandırıyordu. Zamyatin’in romanı 1920 yılında yayımlandığında ise Dünya, başına gelen ilk büyük felaketten yeni çıkmıştı. Sömürge ve pazar arayışı kavgası gün geçtikçe şiddetlenmiş ve 1914 yılında dünyayı ikiye bölerek o güne kadarki en kanlı savaşı başlatmıştı. İnsanların refah düzeyini yükselten teknolojik ve ekonomik gelişmeler bir noktadan sonra bir bumerang gibi gerisingeri dönmüş ve insanoğlunun suratına çarpmıştı. Savaş sırasında Rusya’da Bolşevik devrim olmuş, çar ailesi kadın-çocuk ayırt edilmeksizin kurşuna dizilerek öldürülmüştü. İnsanlığın kurtuluşu olarak görülen hümanizm, Zweig’ın da belirttiği üzere 16. yüzyılda zaten hüsrana uğramıştı; ancak 20. yüzyılın başlarında insanoğlu, tahammül edebileceğinden daha fazla gerçeklikle yüzleşmişti; artık içindeki karanlık ve yok edici yanın ne felaketlere yol açabileceğini biliyordu. Rönesansta hümanizm tohumları eken insanoğlu Utopia biçmişti; oysa şimdi makinalaşmanın ekildiği topraklardan Distopia çıkmaktaydı.”
Orhan Pamuk, Öteki Renkler isimli kitabındaki -yanlış hatırlamıyorsam- Modern Roman başlıklı denemesinde, sanayileşmenin ve üretim sürecindeki bu değişmenin, modernizmin ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığını söylüyordu. Eskiden çalışan insan ortaya bir ürün koyuyor ve değerini anlıyordu; ancak artık olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri kaybolmaya başlamıştı. İşçiler, ne işe yaradığını bilmedikleri vidaları sıkıp ömürlerini harcıyorlardı. Chaplin’in 1940 yılında yayımlanan The Great Dictator’undan bir önceki filmi olan Modern Times’da (1936) resmettiği dünya, insanlar açısından ne denli zorlu bir dönem içinde olduğunu ortaya koyuyordu: İşçiler, Taylorvari bir üretim sistemi içerisinde küçük işler yaparak makinalaşmaya başlamışlardı. Aşırı makineleşme ve teknolojiye koşulsuz biat, dünyayı insanî bir yer olmaktan çıkarmıştı; Chaplin, bir işçiyi merkezine alarak bu dünyayı tasvir ediyordu: İnsanlar bütün bir gün boyunca vida sıkmaktan çıldırıyor ve dişliler arasında delice bir huşu içerisinde ezilip büzülüyorlardı. Piyasa, artık her şey demekti.
4 yıl sonra karşımıza çıkan Chaplin ise bambaşka birini objektifinin odağına almıştı: Adenoid Hynkel, tarihin gördüğü en acımasız toplum mühendislerinden Adolf Hitler’in karikatürizasyonuydu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’yı dünyadaki tek güç yapmaya and içen ve bu uğurda önüne gelen her şeyi biçmeyi mübah gören Hitler, Modern Times’ın sonunda her şeye rağmen gülümseyip mücadele etmek üzere el ele tutuşan insanların hayatını zehredecek sürecin başındaydı. Modern Times’la birlikte sosyo-ekonomik problemleri filmlerinin merkezine taşımaya başlayan Chaplin şimdi, Andre Bazin’in deyimiyle, onun bıyığını çalarak Şarlo’nun eline düşen adamı yerden yere vuracaktı.
İlk gördüğümüz sahneler, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarındandır. Siperlerde koşan askerleri bize gösteren kamera bir müddet sonra bir topu kadraja alır. İlerleyen zamanda Yahudi berber olduğunu öğreneceğimiz karakteri ilk kez burada görürüz: Görevi, topu ateşlemektir. Alt rütbeye mensup, beceriksiz bir askerdir; bunu da diğer sahnelerden görürüz: Zincirleme gelen emirler onun başına patlar, ateşlemeyi yaparken yere yapışıverir, mermi topum dibine düşer, uçaksavarı kullanırken yerlerde sürünür, el bombası gömlek kolundan içeri düşer, yanaşık düzen eğitimini beceremez, toz bulutu arasında birliği kaybeder, her şeyin farkına vardığında düşman askerleri arasında yürümektedir… Şarlo, bir asker olarak karşımıza çıkmış gibidir bu haliyle. Savaşmayı beceremeyen saf ve iyi yürekli biridir; distopik dünyada yaşayan bir insandır. Berber, yaralanmış bir pilotu uçağına bindirir ve ikisi saçma bir uçak kazası geçirirler; berber hafızasını , Tomania savaşı kaybeder. İnsanoğlunun ilk deliliği son bulmuştur.
Savaşın kaybedilmesi ile başlayan ruhsal ve ekonomik bunalım, Tomania’da berbere tıpatıp benzeyen bir diktatörün yükselmesine neden olur: Adenoid Hynkel. Filmin tabiriyle, ülkeyi demir pençeyle yöneten Hynkel, özgürlüğü tamamen kısıtlayarak istediği gibi bir Tomania yaratmak ülküsünde kitleleri peşinden sürüklemeye başlar. Onu ilk defa kitleye yaptığı bir konuşmada görürüz. Chaplin’in Hitler parodisi başlar.
Chaplin’in Hynkel’i, öfkeden konuşamaz, ağzından salyalar saçarak, kendi tükürüğünde boğulma tehlikesi geçirerek etrafına öfke saçar; tek bir hareketiyle koca bir güruhu susturur, Yahudilerden bahsederken kuduz köpek gibi hırlamaya, öfkesiyle mikrofonları bile bükmeye başlar. Kalbinde barış beslediğini söylerken bile öfkelidir. Hitler’in parodisini yaparken Chaplin onun konuşmalarını çarpıtmak ya da o konuşmalar üzerinden numaralar yapmak gibi bir ucuzluğa gitmez. Modern Times’da da bize hatırlattığı gibi, o her şeyden önce bir pandomim sanatçısıdır; jestler ve mimikler, sözlerden önce gelmektedir. İlerleyen bölümlerde Chaplin’in karikatürizasyonu daha da ileri boyutlara varır: Hynkel, düz yolda bile yürümeyi, masasından bir kalem almayı dahi beceremeyen, yaptığı her hatadan başkalarını sorumlu tutan. yüzeysel bir sanat anlayışıyla patronaj müessesine katkıda bulunduğunu zanneden, şımarık bir çocuk gibi kendini dünyanın merkezinde konumlandıran narsist bir deli olarak tasvir edilir. Fiziksel olarak da Yahudi berberimizin ikizi gibidir.
The Great Dictator, bu ikilik üzerine kurulmuş bir filmdir. Adenoid Hynkel, fiziği, beceriksizliği, sakarlığı (ki daha sonra bu nedenle bir yanlış anlaşılma sonucu tutuklanacak ve yerini Yahudi berberimize bırakacaktır) ve tüm bunları hızlıca kapatma çabasıyla adeta ikinci bir Şarlo’dur; bir farkla: İçi kin ve nefret ile dolmuş ve kirlenmiştir. Seyircilerin sevgilisi, iyi yürekli, sakar ve beceriksiz Şarlo’nun aksine Hynkel, nefrete bulanmış bir palyaçoyu andırır.
Herhangi bir sanat eseri, insanlıkla ilgili çok temel bir düşünce üzerine bina edilmemişse, esen rüzgar durduğu zaman yerinde saymaya mahkum olur ve bir zaman sonra unutulur gider. Aslında, bence, Chaplin’in filmlerinin ciddi bir kısmı da bugünün izleyicisi için çeşitli nedenlerle eskimiş filmlerdir. Bunun bir nedeni, elbette ki filmlerinin türüdür: Komedi, bilimkurgu ile birlikte eskime hızı çok yüksek olan iki türden biridir. Zamanı aşan bir komedi ve bilimkurgu filmi yapabilmek, diğer türlerde aynı başarıyı yakalamaktan daha zordur; çünkü mizah anlayışı ve teknoloji, baş döndürücü bir hızla ilerler ve bu ilerleme, temelsiz filmlerin zaman içerisinde silinmesine neden olur. Nasıl ki bir bilimkurgu filmi yalnızca görsel güzelliği ile zamansızlığı yakalayamıyorsa, bir komedi filmi de yalnızca komedi öğelerine dayanarak zamansız olamaz. Komedi, sırtını drama dayamak durumundadır. Chaplin’in günümüze kalan filmlerine baktığımızda (City Lights, The Kid, Modern Times, The Great Dictator, Limelights) arka planda bir dram izleriz. Yine de Chaplin dediğimizde akla gelen iki büyük film vardır: Modern Times ve The Great Dictator. Peki bu iki filmi, diğerlerinden ayıran temel sebep nedir?
Charlie Chaplin bu iki filmde, diğer filmlerinde pek yapmadığı bir şey yapar: Filmlerini sosyo-ekonomik bir bunalım ve dram üzerine oturtur. The Great Dictator’ın başarısı Hitler’i yerin dibine batırması değildir. Şüphesiz, sonunda izlediğimiz filmde bunu da yapmaktadır; ancak bu, Chaplin’i başarılı saymamız için yeterli bir sebep değildir. Charlie Chaplin, Orwell’ın Hayvan Çiftliği ile başardığı işi sinemaya taşır: Sulu zırtlak bir dönem parodisi olabilecek bir konuyu, kendi mizah anlayışıyla sarmalayıp bütünüyle diktatörlük düşüncesine karşı duran; Şarlo karakteriyle baştan itibaren ne anlatmak istediğini özetleyen bir filme dönüştürür. Hitler’i hiç tanımayan, tarihteki yerini bilmeyen bir uzaylı bile bu filmi izleyerek Chaplin’in ne demek istediğini anlayabilir: “Biz hükümdar, diktatör istemiyoruz! Kimseyi aşağılamak, hor görmek, ötekileştirmek istemiyoruz.  Biz herkese yardım etmek istiyoruz. Mutluluk ve özgürlük istiyoruz. İktidar hırsı insanları zehirledi, yanlış bir yoldayız. Makineleşme, bolluk yerine yoksulluk ve kölelik getirdi. Diktatörler, kendi hırsları için insanları köleleştirir; ancak onlar ölür ve güç halka geri döner. Haydi, özgürlük ve demokrasi adına birlik olalım!” Chaplin’in odak noktası Hitler’dir; ama o, odak noktasının sadece bir sonuç olduğunu bilir. Asıl problem, filmin sonunda söyledikleridir: Makineleşmeye biat, iktidar hırsı ve bu hırsla körelen gözler; insanlardaki güce tapınma arzusu… Yıkılması için mücadele edilmesi gereken esas kavramlar bunlardır ve bunlar yıkılmadıkça büyük diktatörler hiçbir zaman bitmeyecektir. Bu iki film, sosyo-ekonomik bir dram üzerinde yükselen komedi filmleridir ve esas büyüklükleri de buradan gelir. Ard arda gelen iki film, yazımın başında da belirttiğim üzere, devam filmleri olarak dahi okunabilir: Modern Times, Birinci Dünya Savaşı’ndan biraz sonra dünyayı etkisi altına alan Büyük Depresyon’u konu edinirken The Great Dictator, o savaştan yenik çıkmış bir ülkeyi, modern dünyanın yegâne hakimi haline getirmeye and içen, bunun için önüne gelen her şeyi biçen bir diktatörün parodisidir: Vahşi kapitalizm, vahşi diktatörler yaratmıştır ve bu döngüyü kırmak bizim elimizdedir.
Chaplin’in The Great Dictator’ı, listemdeki diğer dört filmden oldukça farklı: Ana akım içerisinde yer alan bir komedi filmi; ancak sosyo-ekonomik bir dramın üzerine kurduğu yapısı ile insanlığa dair çok temel bir meseleyi suratımıza vuran, bu sayede de taze kalmayı başaran bir film.
Böylece seriye başlamış olayım; elde var bir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder