Bu, beş yazılık bir serinin ilk yazısı. Chaplin'in The Great Dictator'ı ile
birlikte, beni çok etkilemiş beş filmle ilgili görüşlerimi paylaşacağım.
Aslında bu filmlerin bir kısmına blogda daha önce değinmiştim; ancak bu seride
her bir filmi olabildiğince detaylı bir şekilde incelemeye gayret edeceğim.
Seriyi takip etmek isteyenler, ikinci baskı olabilecek yazılara hazırlıklı
olsunlar.
Kerem Işık'ın benden istediği "En sevdiğin 10
kitap" listesinde bir durağanlık sağlayamadığımı fark etmiş ve bu nedenle
"5 Kırılma Noktası" başlıklı bir yazı yazarak edebi görüşlerimin
değişmesinde önemli rol oynayan beş yazarla ilgili görüşlerimi yazmıştım. Bu
anlamda bu listenin de çok kesin bir liste olmadığını belirtmekte fayda var.
Günümüzde sinema, anlatım gücü en yüksek olan sanat dalı. Evet, belki bir roman
çok daha derinlere nüfuz edebiliyor; ancak Nuri Bilge Ceylan'ın da dediği gibi,
Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i gibi bir romanı bitirmek iyi
bir okur için dahi 4-5 gün sürerken, bir film ne denli ağır ve uzun olursa
olsun (Bela Tarr'ın Satantango'su gibi uç örnekleri
hariç tutarsak) 2 ile 3 saat arasında bittiği için bir romana göre çok
daha fazla kişiye ulaşabiliyor. Bu anlamda sinema, modern yaşamın hızlı
temposuna, bir romanla kıyaslandığında çok daha hızlı uyum sağlayabiliyor.
Sinema; edebiyat, müzik, resim, heykel, dans, mimari ve tiyatro ile
kıyaslandığında çok daha yeni bir sanat dalı olduğu için, hepimizin gözü önünde
çok hızlı bir değişim geçiriyor. Buna rağmen sinemada da uçlara gelindiğini
iddia eden yönetmenler var elbette; yine de bu listenin, bir kitap listesine
oranla daha hızlı değişmesi çok muhtemel. Buna rağmen ben, listemin şu anki
haliyle ilgili küçük bir yazı dizisi başlatmak istiyorum.
Listemin diğer filmleri ile kıyaslandığında The Great Dictator biraz farklı bir film. Chaplin söz
konusu olduğunda hep bir çelişkiye düşerim: Modern
Times'ın mı üzerimde tesiri daha fazla olmuştur yoksa The Great Dictator'ın mı. Bu
soruya yanıt olarak tarafımı belli edip The
Great Dictator dediğimde hep
bir eksiklik hissediyorum. Modern
Times gibi bir filme
haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Yine de, Hitler'in yerden yere vurulduğu bu
filmi izlerken bir yerde gülmekten krize girdiğimi ve filmi durdurduğumu
hatırlayınca The Great
Dictator'ın benim için bir adım önde olduğunu fark ediyorum.
Aslında Modern
Times, Chaplin'in zamanını
aşan, belki de en
evrensel filmi. Bayağılığa düşmeden makineleşen
ve fakirleşen insan eleştirisi
yapmayı başaran bir film; ışığı birçok Chaplin filmini aydınlatıyor; ayrıca,
her şeyden önce bir pandomim sanatçısı olan Charlie Chaplin'in efsane karakteri Tramp (veya bizim tabirimizle Şarlo) anlamsız sözlerden müteşekkil bir
şarkı söyleyerek sesli filmlerin baskın konuma geçtiği dönemde sanatını
savunuyor. Buna rağmen The
Great Dictator benim için
biraz daha önde. Bu yazıda, dilim döndüğünce, bunun nedenlerini anlatmaya
çalışacağım.
"Hikâye iki dünya savaşı arasında, deliliğin kol
gezdiği bir dönemde geçmektedir. Özgürlük dibe vurmuştur ve insanlık itilip
kakılıyordu.”
Film bu cümleyle
açılır. Chaplin’in kamerası, ilk olarak 1918 yılına döner; ancak biz bu yazıya
biraz daha geriden başlayalım. Kitap-lık dergisinde yayımlanan “Distopik
Roman ve Felâket Tellalı Orwell Üzerine Bir Deneme” başlıklı denememde
distopyayı ortaya çıkaran ortamı şöyle tasvir etmiştim:
“Bülent Somay’ın, “Biz”in 1988 yılında kaleme aldığı önsözünde belirttiği gibi,
20. yüzyıl başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların yanı sıra, bilime ve
teknolojiye aşırı güven bağlayanlara uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya”
da yazmıştı; gelecek bir zamanda geçen, karamsar, böyle giderse işin sonu kötüye varır, demeye getiren öyküler
yazmıştı. Distopianın çıkış
nedenlerini de net bir şekilde görmemiz için bu öykülerin ve ilk distopik
romanlardan “Biz”in ve -her ne
kadar inatla bir geçiş formu olduğunu belirtsem de- Jack London’ın “Demir Ökçe”sinin yazıldığı döneme
bir büyüteçle bakmakta fayda var. London’ın romanının yayımlandığı 1908
yılında, sömürgecilik faaliyetleri ve aşırı silahlanma son hızıyla devam
ediyor; Sanayi Devrimi’yle birlikte başlayan sömürge ve pazar yeri arayışı,
büyük devletler arasındaki rekabeti giderek şiddetli bir şekilde tırmandırıyordu. Zamyatin’in romanı 1920
yılında yayımlandığında ise Dünya, başına gelen ilk büyük felaketten yeni
çıkmıştı. Sömürge ve pazar arayışı kavgası
gün geçtikçe şiddetlenmiş ve 1914 yılında dünyayı ikiye bölerek o güne
kadarki en kanlı savaşı başlatmıştı. İnsanların refah düzeyini yükselten teknolojik ve ekonomik gelişmeler bir
noktadan sonra bir bumerang gibi gerisingeri dönmüş ve insanoğlunun suratına
çarpmıştı. Savaş sırasında Rusya’da Bolşevik devrim olmuş, çar ailesi
kadın-çocuk ayırt edilmeksizin kurşuna dizilerek öldürülmüştü. İnsanlığın
kurtuluşu olarak görülen hümanizm, Zweig’ın
da belirttiği üzere 16. yüzyılda zaten hüsrana uğramıştı; ancak 20. yüzyılın
başlarında insanoğlu, tahammül edebileceğinden daha fazla gerçeklikle
yüzleşmişti; artık içindeki karanlık ve yok edici yanın ne felaketlere yol
açabileceğini biliyordu. Rönesansta hümanizm tohumları eken insanoğlu Utopia biçmişti; oysa şimdi
makinalaşmanın ekildiği topraklardan Distopia
çıkmaktaydı.”
Orhan Pamuk, Öteki Renkler isimli kitabındaki -yanlış
hatırlamıyorsam- Modern Roman başlıklı
denemesinde, sanayileşmenin ve üretim sürecindeki bu değişmenin, modernizmin
ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığını söylüyordu. Eskiden çalışan insan
ortaya bir ürün koyuyor ve değerini anlıyordu; ancak artık olaylar arasındaki
neden-sonuç ilişkileri kaybolmaya başlamıştı. İşçiler, ne işe yaradığını
bilmedikleri vidaları sıkıp ömürlerini harcıyorlardı. Chaplin’in 1940 yılında
yayımlanan The Great Dictator’undan
bir önceki filmi olan Modern Times’da
(1936) resmettiği dünya, insanlar açısından ne denli zorlu bir dönem içinde
olduğunu ortaya koyuyordu: İşçiler, Taylorvari bir üretim sistemi içerisinde
küçük işler yaparak makinalaşmaya başlamışlardı. Aşırı makineleşme ve teknolojiye koşulsuz biat, dünyayı
insanî bir yer olmaktan çıkarmıştı; Chaplin, bir işçiyi merkezine alarak bu
dünyayı tasvir ediyordu: İnsanlar bütün bir gün boyunca vida sıkmaktan
çıldırıyor ve dişliler arasında delice bir huşu içerisinde ezilip
büzülüyorlardı. Piyasa, artık her şey demekti.
4 yıl sonra
karşımıza çıkan Chaplin ise bambaşka birini objektifinin odağına almıştı:
Adenoid Hynkel, tarihin gördüğü en acımasız toplum mühendislerinden Adolf
Hitler’in karikatürizasyonuydu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan
Almanya’yı dünyadaki tek güç yapmaya
and içen ve bu uğurda önüne gelen her şeyi biçmeyi mübah gören Hitler, Modern Times’ın sonunda her şeye rağmen
gülümseyip mücadele etmek üzere el ele tutuşan insanların hayatını zehredecek
sürecin başındaydı. Modern Times’la
birlikte sosyo-ekonomik problemleri filmlerinin merkezine taşımaya başlayan
Chaplin şimdi, Andre Bazin’in deyimiyle, onun
bıyığını çalarak Şarlo’nun eline düşen adamı yerden yere vuracaktı.
İlk gördüğümüz
sahneler, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarındandır. Siperlerde koşan
askerleri bize gösteren kamera bir müddet sonra bir topu kadraja alır. İlerleyen
zamanda Yahudi berber olduğunu öğreneceğimiz karakteri ilk kez burada görürüz:
Görevi, topu ateşlemektir. Alt rütbeye mensup, beceriksiz bir askerdir; bunu da
diğer sahnelerden görürüz: Zincirleme gelen emirler onun başına patlar, ateşlemeyi
yaparken yere yapışıverir, mermi topum dibine düşer, uçaksavarı kullanırken
yerlerde sürünür, el bombası gömlek kolundan içeri düşer, yanaşık düzen
eğitimini beceremez, toz bulutu arasında birliği kaybeder, her şeyin farkına
vardığında düşman askerleri arasında yürümektedir… Şarlo, bir asker olarak karşımıza çıkmış gibidir bu haliyle.
Savaşmayı beceremeyen saf ve iyi yürekli biridir; distopik dünyada yaşayan bir insandır. Berber, yaralanmış bir pilotu
uçağına bindirir ve ikisi saçma bir uçak kazası geçirirler; berber hafızasını ,
Tomania savaşı kaybeder. İnsanoğlunun ilk deliliği son bulmuştur.
Savaşın
kaybedilmesi ile başlayan ruhsal ve ekonomik bunalım, Tomania’da berbere
tıpatıp benzeyen bir diktatörün yükselmesine neden olur: Adenoid Hynkel. Filmin
tabiriyle, ülkeyi demir pençeyle yöneten Hynkel,
özgürlüğü tamamen kısıtlayarak istediği
gibi bir Tomania yaratmak ülküsünde kitleleri peşinden sürüklemeye başlar.
Onu ilk defa kitleye yaptığı bir konuşmada görürüz. Chaplin’in Hitler parodisi
başlar.
Chaplin’in Hynkel’i,
öfkeden konuşamaz, ağzından salyalar saçarak, kendi tükürüğünde boğulma
tehlikesi geçirerek etrafına öfke saçar; tek bir hareketiyle koca bir güruhu susturur,
Yahudilerden bahsederken kuduz köpek gibi hırlamaya, öfkesiyle mikrofonları
bile bükmeye başlar. Kalbinde barış beslediğini söylerken bile öfkelidir.
Hitler’in parodisini yaparken Chaplin onun konuşmalarını çarpıtmak ya da o
konuşmalar üzerinden numaralar yapmak gibi bir ucuzluğa gitmez. Modern Times’da da bize hatırlattığı
gibi, o her şeyden önce bir pandomim sanatçısıdır; jestler ve mimikler,
sözlerden önce gelmektedir. İlerleyen bölümlerde Chaplin’in karikatürizasyonu
daha da ileri boyutlara varır: Hynkel, düz yolda bile yürümeyi, masasından bir
kalem almayı dahi beceremeyen, yaptığı her hatadan başkalarını sorumlu tutan. yüzeysel
bir sanat anlayışıyla patronaj müessesine
katkıda bulunduğunu zanneden, şımarık bir çocuk gibi kendini dünyanın
merkezinde konumlandıran narsist bir deli olarak tasvir edilir. Fiziksel olarak
da Yahudi berberimizin ikizi gibidir.
The Great Dictator, bu ikilik üzerine kurulmuş bir
filmdir. Adenoid Hynkel, fiziği, beceriksizliği, sakarlığı (ki daha sonra bu
nedenle bir yanlış anlaşılma sonucu tutuklanacak ve yerini Yahudi berberimize
bırakacaktır) ve tüm bunları hızlıca kapatma çabasıyla adeta ikinci bir Şarlo’dur; bir farkla: İçi kin ve nefret
ile dolmuş ve kirlenmiştir. Seyircilerin sevgilisi, iyi yürekli, sakar ve
beceriksiz Şarlo’nun aksine Hynkel,
nefrete bulanmış bir palyaçoyu andırır.
Herhangi bir sanat
eseri, insanlıkla ilgili çok temel bir düşünce üzerine bina edilmemişse, esen
rüzgar durduğu zaman yerinde saymaya mahkum olur ve bir zaman sonra unutulur
gider. Aslında, bence, Chaplin’in filmlerinin ciddi bir kısmı da bugünün izleyicisi
için çeşitli nedenlerle eskimiş filmlerdir. Bunun bir nedeni, elbette ki
filmlerinin türüdür: Komedi, bilimkurgu ile birlikte eskime hızı çok yüksek
olan iki türden biridir. Zamanı aşan bir komedi ve bilimkurgu filmi yapabilmek,
diğer türlerde aynı başarıyı yakalamaktan daha zordur; çünkü mizah anlayışı ve
teknoloji, baş döndürücü bir hızla ilerler ve bu ilerleme, temelsiz filmlerin
zaman içerisinde silinmesine neden olur. Nasıl ki bir bilimkurgu filmi yalnızca
görsel güzelliği ile zamansızlığı yakalayamıyorsa, bir komedi filmi de yalnızca
komedi öğelerine dayanarak zamansız olamaz. Komedi, sırtını drama dayamak
durumundadır. Chaplin’in günümüze kalan filmlerine baktığımızda (City Lights, The Kid, Modern Times, The
Great Dictator, Limelights) arka planda bir dram izleriz. Yine de Chaplin
dediğimizde akla gelen iki büyük film vardır: Modern Times ve The Great
Dictator. Peki bu iki filmi, diğerlerinden ayıran temel sebep nedir?
Charlie Chaplin bu
iki filmde, diğer filmlerinde pek yapmadığı bir şey yapar: Filmlerini
sosyo-ekonomik bir bunalım ve dram üzerine oturtur. The Great Dictator’ın başarısı Hitler’i yerin dibine batırması
değildir. Şüphesiz, sonunda izlediğimiz filmde bunu da yapmaktadır; ancak bu,
Chaplin’i başarılı saymamız için yeterli bir sebep değildir. Charlie Chaplin,
Orwell’ın Hayvan Çiftliği ile
başardığı işi sinemaya taşır: Sulu zırtlak
bir dönem parodisi olabilecek bir konuyu, kendi mizah anlayışıyla sarmalayıp
bütünüyle diktatörlük düşüncesine karşı duran; Şarlo karakteriyle baştan
itibaren ne anlatmak istediğini özetleyen bir filme dönüştürür. Hitler’i
hiç tanımayan, tarihteki yerini bilmeyen bir uzaylı bile bu filmi izleyerek
Chaplin’in ne demek istediğini anlayabilir: “Biz
hükümdar, diktatör istemiyoruz! Kimseyi aşağılamak, hor görmek, ötekileştirmek
istemiyoruz. Biz herkese yardım etmek
istiyoruz. Mutluluk ve özgürlük istiyoruz. İktidar hırsı insanları zehirledi,
yanlış bir yoldayız. Makineleşme, bolluk yerine yoksulluk ve kölelik getirdi.
Diktatörler, kendi hırsları için insanları köleleştirir; ancak onlar ölür ve
güç halka geri döner. Haydi, özgürlük ve demokrasi adına birlik olalım!” Chaplin’in
odak noktası Hitler’dir; ama o, odak noktasının sadece bir sonuç olduğunu
bilir. Asıl problem, filmin sonunda söyledikleridir: Makineleşmeye biat, iktidar
hırsı ve bu hırsla körelen gözler; insanlardaki güce tapınma arzusu… Yıkılması
için mücadele edilmesi gereken esas kavramlar bunlardır ve bunlar yıkılmadıkça büyük diktatörler hiçbir zaman
bitmeyecektir. Bu iki film, sosyo-ekonomik bir dram üzerinde yükselen komedi
filmleridir ve esas büyüklükleri de buradan gelir. Ard arda gelen iki film,
yazımın başında da belirttiğim üzere, devam filmleri olarak dahi okunabilir: Modern Times, Birinci Dünya Savaşı’ndan
biraz sonra dünyayı etkisi altına alan Büyük
Depresyon’u konu edinirken The Great
Dictator, o savaştan yenik çıkmış bir ülkeyi, modern dünyanın yegâne hakimi
haline getirmeye and içen, bunun için önüne gelen her şeyi biçen bir diktatörün
parodisidir: Vahşi kapitalizm, vahşi diktatörler yaratmıştır ve bu döngüyü
kırmak bizim elimizdedir.
Chaplin’in The Great Dictator’ı, listemdeki diğer
dört filmden oldukça farklı: Ana akım içerisinde yer alan bir komedi filmi;
ancak sosyo-ekonomik bir dramın üzerine kurduğu yapısı ile insanlığa dair çok
temel bir meseleyi suratımıza vuran, bu sayede de taze kalmayı başaran bir
film.
Böylece seriye başlamış olayım; elde var bir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder