Michael Haneke'yle ilgili yazımın girişinde film kültürümün zayıf olduğunu belirtmiş ve yazdığım yazıyla haddimi aştığımı kabul etmiştim. Herhangi bir filmle ilgili bir yazı yazmayı da düşünmüyordum aslında; ta ki 1995 yapımı bir David Fincher filmi olan "Se7en"ı uzun bir süre sonra tekrar izleyene kadar. Yaklaşık 1 ay kadar sonra tekrar haddimi aşıyor ve bir filmle ilgili yazı yazıyorum. Yoğun miktarda spoiler içeren bir yazı olabilir, filmi izlemeyenlere duyrulur.
Film, Hristiyan inancında var olan 7 ölümcül günahla ilgili: Oburluk, açgözlülük, tembellik, kibir, şehvet, öfke ve kıskançlık. Toplum tarafından masum kabul edilen; ama John Doe tarafından, sadece yozlaşmış bir toplumda masum kabul edilebilecek insanlar olan kişilerin cesetleri birer birer ortaya çıkar. Somerset, daha ilk cinayette (oburluk) katilin durmayacağını fark eder ve davadan çekilmek ister; ancak sonunda kendini davanın tam göbeğinde bulur. Filmin birinci katmanı, davanın, Somerset ve Mills tarafından adım adım çözülmesini anlatır.
"Se7en"da beni cezbeden unsur, birinci planda sergilenen bu seri katil hikayesinden çok, bir alt katmanda yer alan, birbiriyle kontrast oluşturan iki dedektifin kişilikleridir: Adını film boyunca öğrenemediğimiz küçük, karanlık, her dem yağışlı, kasvetli bir şehre atanan yeni ve hırslı, öfkeli, işi kısa yoldan bitirmeye bakan, duygularının kontrolündeki dedektif David Mills ve yaptığı işten bezmiş, emeklilik için gün sayan, yaptığı her hareketi mantık süzgecinden geçirmeyi refleks haline getirmiş deneyimli dedektif William Somerset. Bu kontrast film boyunca küçük detaylarla sürekli olarak izleyiciye hatırlatılır. Kanımca bu filmi ucuz polisiye filmlerden ayıran da bu ikinci katmandır. Dedektiflerin kişiliklerine olan merak film boyunca canlı tutulur ve seyirciden bir taraf seçmesi beklenir: Somerset mi Mills mi?
Bülent Ortaçgil'in "Kediler" şarkısını bilenler bilir. Birbiriyle kontrast oluşturan iki grup kediden bahseden Ortaçgil, şarkının sonunda dinleyicisine sorar:
"Siz kardeşler hangi kediler seversiniz?Hangi kediler gibi olmak istersiniz?Sevimli uslu? Sesli hırslı?Hangi kedilerdensiniz?"
Se7en da izleyicisinden bir tercih yapmasını ister: Hangi dedektifsiniz? Duygularıyla hareket eden, öfkeli, hırslı, çabuk sıkılan, bencil; kısacası çocuk ruhlu Mills mi yoksa mantıklı, sakin, hayattan sıkılmış, emeklilik için gün sayan, entellektüel Somerset mi? Seyirciyi böyle bir ikileme düşüren ve onu tercih yapmaya zorlayan bu ikinci katman, Se7en'ı diğer polisiye-gerilim filmlerinden ayırır. İşlenen cinayetlerin çözümlenmesi ve katilin kim olduğu elbette önemlidir; ancak ondan da önemli olan başka bir soru vardır: Seyirci olarak siz hangi dedektife yakınsınız?
Ben tercihimi Somerset'ten yana kullanıyorum. Onu Petros Papachristos ve Tarfup Yılmaz'ın bileşkesi gibi görüyorum: Bir yanıyla yıllardır tanık olduğu cinayetlerin verdiği yılgınlık, inançsızlık, hırstan arınmışlık vardır; diğer yandan öfkeklidir (Bıçakla dart oynadığı sahne. Buna daha sonra değineceğim); ama bu öfke aynı Petros'un öfkesi gibi derinlerdedir ve aynı Petros'un öfkesi gibi henüz heyecanını kaybetmemiş biriyle konuşunca ortaya çıkar. Diğer yanda, kütüphaneye gittiği sahnede de bir Tarfup Yılmaz görürüm onda: Kütüphane çalışanlarının ellerindeki binlerce kitapla ilgilenmeyerek poker oynamasına şaşar Somerset. Belki de bir ömür boyu öyle yaşamak istemiş; ama o karanlık ve yağışlı şehir onu polis olmak zorunda bırakmıştır. Yine de Petros yönü daha ağır basar Somerset'te. Çözdüğü davaların bir şeyi değiştirmemesi, onu küskün gözlerle emeklilik günlerini bekleyen bir polis yapmıştır. Bazı diyaloglar ve jestler/mimikler yardımıyla bu farklılıkları somutlaştırmaya çalışayım. Filmi izleyenler iki dedektifin, FBI'dan elde ettikleri işaretli kitaplara ilişkin gizli kayıtları Somerset'in arabasında inceledikleri sahneyi hatırlayacaklardır. O sahnede geçen bir diyaloğu ele alalım:
Bir başka sahne: Mills, evde çalıştıkları Somerset'e bira mı yoksa şarap mı içeceğini sorar. "Şarap lütfen." der Somerset. Bunun üzerine Mills, büyükçe bir bardağa şarabı boca eder. Somerset bu garipliği, ancak metro nedeniyle sallanan bardağı ele aldığında fark eder. Sonuç önemli Mills için şarap bardağa boşaltılmıştır. Oysa süreç odaklı Somerset için şarap böyle bir bardağa mı "boşaltılmalıdır"?
Başka bir sahneyi ele alalım: Mills'in, John Doe'nun kapısını kırdığı sahne... Burada Somerset, olası katil tarafından kaşı gözü yarılmış Mills'i sakinleştirmeye çabalar. "Bu kapıyı çalmak için bir sebebimiz olmalı, kimseye FBI'dan bahsedemem." der, Mills'i düşünmeye davet eder. Oysa hırslı Mills küçük bir oyun oynar ve Somerset'i sakinleştiğine inandırarak kapıyı kırar. Amaç öyle ya da böyle onun canını yakan kişiden sorgu sırasında öç almaktır. Oysa Somerset'in nedenlere ihtiyacı vardır. Bir diğer deyişle Somerset analitik düşüncenin bir simgesidir: Neden-sonuç ilişkileri onun için önemlidir. Bunun dışında sonuç odaklı değil süreç odaklı yaşar. Diğer yandan, bu onu mutsuz etmiştir: Sürece bakarak çocuk sahibi olmak istememiştir; ama bu kararının sonucunda mutsuz olmuştur ve aradan yıllar geçmesine rağmen bu kararın pişmanlığını duymaktadır. Kısacası Somerset bir yandan Mills'i eleştirirken diğer yandan ona imrenir ki bunu barda yaptıkları konuşma sonrasında sinir içerisinde darta bıçak attığı sahnede net olarak görürüz.
Filmi izleyerek bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Benim bu filmde kendimle özdeşleştirdiğim karakter yaşlı Somerset'tir. Dediğim gibi, bu filmi süresiz kılan unsur anlattığı seri katil hikayesinin felsefi boyutundan çok, seyirciden bir karakterle kendini özdeşleştirmesini istemesidir.
Siz kardeşler, hangi dedektifi seçersiniz?
Ben tercihimi Somerset'ten yana kullanıyorum. Onu Petros Papachristos ve Tarfup Yılmaz'ın bileşkesi gibi görüyorum: Bir yanıyla yıllardır tanık olduğu cinayetlerin verdiği yılgınlık, inançsızlık, hırstan arınmışlık vardır; diğer yandan öfkeklidir (Bıçakla dart oynadığı sahne. Buna daha sonra değineceğim); ama bu öfke aynı Petros'un öfkesi gibi derinlerdedir ve aynı Petros'un öfkesi gibi henüz heyecanını kaybetmemiş biriyle konuşunca ortaya çıkar. Diğer yanda, kütüphaneye gittiği sahnede de bir Tarfup Yılmaz görürüm onda: Kütüphane çalışanlarının ellerindeki binlerce kitapla ilgilenmeyerek poker oynamasına şaşar Somerset. Belki de bir ömür boyu öyle yaşamak istemiş; ama o karanlık ve yağışlı şehir onu polis olmak zorunda bırakmıştır. Yine de Petros yönü daha ağır basar Somerset'te. Çözdüğü davaların bir şeyi değiştirmemesi, onu küskün gözlerle emeklilik günlerini bekleyen bir polis yapmıştır. Bazı diyaloglar ve jestler/mimikler yardımıyla bu farklılıkları somutlaştırmaya çalışayım. Filmi izleyenler iki dedektifin, FBI'dan elde ettikleri işaretli kitaplara ilişkin gizli kayıtları Somerset'in arabasında inceledikleri sahneyi hatırlayacaklardır. O sahnede geçen bir diyaloğu ele alalım:
Mills: Marquis de ShardayDikkatli okuyucular bizim için önemli sözün ne olduğunu fark etmişlerdir: Her neyse... İki karekterin her neyse diyerek geçiştirdiklerine bir büyüteçle bakalım: Genç ve hırslı dedektifimiz Mills, incelediği kitapları yazan kişilerin adlarını önemsiz saymaktadır; çünkü onun için önemli olan yegane şey sonuçtur. Öyle ya da böyle, olası suçlunun okuduğu kitabın yazarına ilişkin bir bilgi vermiştir, gerisi önemsizdir onun için. Oysa entellektüel ve hırstan arınmış dedektigimiz Somerset, yazarın adını yanlış söyleyen Mills'i düzeltir; O, hayata daha farklı bir pencereden bakmaktadır ve Mills'in önemsiz sayarak geçiştirdiği bu detay, onun için düzeltilmesi gerekecek kadar önemlidir. Diğer yandan Somerset için de suçlunun adı önemsizdir. Jonathan Doe, John Doe veya Mr. and Mrs. Brown; bir farklı yoktur Somerset için. Önemli olan o kişinin suçlu olması ihtimalidir -diğer bir deyişle davayı sonuçlandırma ihtimali-.
Somerset: Marquis de Sade
Mills: Her neyse... Aziz Thomas Aqua... bir şeyin yazıları
Somerset: Aziz Thomas Aquinas. Yedi ölümcül günahla ilgili yazmış. Hepsi bu mu?
Mills: Evet.
Somerset: Bir bakalım.
Mills: Jonathan Doe?
Somerset: Her neyse...
Bir başka sahne: Mills, evde çalıştıkları Somerset'e bira mı yoksa şarap mı içeceğini sorar. "Şarap lütfen." der Somerset. Bunun üzerine Mills, büyükçe bir bardağa şarabı boca eder. Somerset bu garipliği, ancak metro nedeniyle sallanan bardağı ele aldığında fark eder. Sonuç önemli Mills için şarap bardağa boşaltılmıştır. Oysa süreç odaklı Somerset için şarap böyle bir bardağa mı "boşaltılmalıdır"?
Başka bir sahneyi ele alalım: Mills'in, John Doe'nun kapısını kırdığı sahne... Burada Somerset, olası katil tarafından kaşı gözü yarılmış Mills'i sakinleştirmeye çabalar. "Bu kapıyı çalmak için bir sebebimiz olmalı, kimseye FBI'dan bahsedemem." der, Mills'i düşünmeye davet eder. Oysa hırslı Mills küçük bir oyun oynar ve Somerset'i sakinleştiğine inandırarak kapıyı kırar. Amaç öyle ya da böyle onun canını yakan kişiden sorgu sırasında öç almaktır. Oysa Somerset'in nedenlere ihtiyacı vardır. Bir diğer deyişle Somerset analitik düşüncenin bir simgesidir: Neden-sonuç ilişkileri onun için önemlidir. Bunun dışında sonuç odaklı değil süreç odaklı yaşar. Diğer yandan, bu onu mutsuz etmiştir: Sürece bakarak çocuk sahibi olmak istememiştir; ama bu kararının sonucunda mutsuz olmuştur ve aradan yıllar geçmesine rağmen bu kararın pişmanlığını duymaktadır. Kısacası Somerset bir yandan Mills'i eleştirirken diğer yandan ona imrenir ki bunu barda yaptıkları konuşma sonrasında sinir içerisinde darta bıçak attığı sahnede net olarak görürüz.
Filmi izleyerek bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Benim bu filmde kendimle özdeşleştirdiğim karakter yaşlı Somerset'tir. Dediğim gibi, bu filmi süresiz kılan unsur anlattığı seri katil hikayesinin felsefi boyutundan çok, seyirciden bir karakterle kendini özdeşleştirmesini istemesidir.
Siz kardeşler, hangi dedektifi seçersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder