Çizim: Ezgi Bilgin |
Gus van Sant'ın "Elephant"ı, 2003 yılındaki Cannes Film
Festivali'nden iki büyük ödülle (Palme
D'or, Award for The Best Director) dönmüş küçük bir şaheser. 2003,
Cannes Film Festivali için bir dönüm noktası olmuş; zira o yıl, 4 büyük ödül,
iki film arasında paylaşılmış: Gus van Sant, küçük
şaheseri ile hem Altın Palmiye'yi, hem de en iyi yönetmen ödülü
alırken, Nuri Bilge Ceylan'ın "Uzak"ı
en iyi erkek oyuncu ve jüri büyük ödülü (Grand Prix) almış. Michael Haneke'nin "La Pianiste"i, 2001
yılındaki festivalde hem jüri büyük ödülünü, hem de en iyi kadın ve erkek
oyuncu ödüllerini alıp festivale damga vurmuştu. 2 yıl arayla, büyük
ödüllerin bir iki film tarafından silip süpürülmesi festivali düzenleyenleri
rahatsız etmiş olacak ki 2003'ten sonra, büyük ödüllerden herhangi birini alan
bir filmin, başka bir şekilde taltif edilmemesi kararı alınmış.
"Elephant", listemdeki diğer filmlerden süresiyle ayrılan bir film. Onu
bir küçük şaheser olarak
adlandırmamın sebebi de bu. Bu olağanüstü film, yalnızca 80 dakika sürüyor;
ancak bu kısacık sürede, bizi insan ruhunun karanlık dehlizlerinde ustalıkla
dolaştırmayı başarıyor. Gus van Sant'ın Amerika'da yaşanan gerçek bir olaydan
yola çıkarak çektiği film, yönetmenin büyük becerisi sayesinde haberciliğin
sinemadaki yüzeysel bir tezahürü olmaktan çıkıp sinefiller için sade bir şölene
dönüşüyor.
"Elephant"ın başlangıçta izleyicide yarattığı
intiba, yukarıda izah etmeye çalıştıklarımdan oldukça uzaktır aslında. Filmin
künyesi, su yeşili bir gökyüzü üzerinde belirir. Gökyüzü önce mavileşir
ardından kararır. Künyenin
bitimini müteakiben ağaçları görürüz. Bir arabanın peşi sıra giden
kamera eşliğinde filmimiz açılır. Kamera, arabanın önce bir bisikletliye daha
sonra ise bir direğe çarpayazmasını görüntüler. Bu sahnelerin ardından yönetmen
bizi filmdeki ilk karakterle tanıştırır: John. John, lise çağlarında bir gençtir
ve arabayı kullanan babasının alkol problemi vardır. Konuşmalarından
anladığımız kadarıyla bu problem, aile içinde ciddi sıkıntılara neden olmuştur.
John direksiyona geçer. Babasıyla aralarında kısa bir konuşma geçer ve ardından
yönetmen bizi ikinci karakterle tanıştırır: Elias. Elias ise portfolyosu için
fotoğraflar çeken amatör bir fotoğrafçıdır. Okulun bahçesi olduğunu tahmin
ettiğimiz bir yerde, akranı bir çifti poz vermeye ikna etmek adına bu portfolyo
ile ilgili bize biraz daha bilgi verir: "Daha
çok portre çekiyorum. Açık havada çıplaklık benim tarzım değil." Çift ikna olur, Elias birkaç
fotoğraf çeker.
Gus van Sant, bu
şekilde filmdeki karakterleri peyderpey tanıtır: Alex, Eric, Jordan, Carrie... "Elephant" izleyicide ilk başta,
ibadullah muadili olan bir kolej filmi intibası yaratır. Birazdan bu gençlerin
dünyasına gireceğimizi, bölünmüş arkadaş grupları göreceğimizi; ardından bu
arkadaş gruplarının bir vesileyle birleşeceğini ve hep birlikte bir şeyin üstesinden geleceğini; bizi de
huzur içinde evimize göndereceğini zannederiz. Onu bu filmlerden ayıran tek
fark anlatım tarzı ve kamera hareketleri gibi görünür: Sant'ın kamerası, bu
karakterlerden birine sakız gibi yapışır ve bitmek bilmez yürüyüşleri boyunca
onları takip eder; ancak Dardenne Kardeşlerin kamerası gibi değildir. Dardenne
Kardeşler'in kamerası, karakterin arkasından bir haberci gibi koşmaktadır; oysa
Sant'ın kamerası, tuhaf bir yabancılaşma efekti yaratır: Dümdüz, nesnel, soğuk
bir ekrandır yarenimiz. Karakterler yürürler, birbirlerine rastlarlar, merdiven
çıkarlar; ancak kamera, yağ gibi akan bir yolda ilerliyor gibidir. Diğer
yandan, muadili olduğunu zannettiğimiz filmlere inat, Sant'ın karakterleri
fevkalade sıradan bir okul günü yaşamaktadırlar. Ortada bir filmin odak noktası
olmayı hak eden bir şey yok gibidir: Birileri sorunlu ebeveynleri ile
uğraşırken bir başkası portfolyosunu toparlamaya çalışır. Biri kütüphanede
çalışırken, diğerleri dedikodu yapar. Ezcümle, karşımızda oldukça sıradan,
yalnızca Amerika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde karşımıza çıkabilecek
bir kolej tablosu vardır; anlatılmaya değer pek de bir şey yok gibidir. Peki bu
gerçekten doğru mudur? Yoksa Sant'ın yapışkan kamerası, bize çoktan bir şeyler
anlatmaya başlamış mıdır?
Tanık olduğumuz,
sıradan bir okul günüdür, doğru; lakin bu sıradanlığın içinde, oldukça zengin
bir ilişkiler yumağı vardır: Golding'in Sineklerin
Tanrısı kitabındaki çocuklar
büyümüş, ergenliğin ilk demlerini yaşamaya başlamışlardır sanki: Artık ıssız
bir ormanda, kurallardan azade bir yaşamları yoktur; dahası ergenliğe
girmişlerdir ve aralarında, daha ilk bakışta fark edilecek şiddetli bir
hiyerarşi vardır. Artık Golding'in masalındaki gibi çocuk değildirler, doğru;
ama yetişkin oldukları da söylenemez; kaba bir tabirle bir geçiş formu gibidirler. Dünya yine sert bir
dünyadır, zira ergenlerin de birbirlerine zerrece acıması yoktur; ancak onlar
aynı zamanda yetişkinliğin arifesinde oldukları için uymakla yükümlü oldukları
kurallarla çevrelenmiştirler. Hiyerarşik gerilim, Golding'in masalına kıyasla
daha kısık sesli ve sinsi bir şekilde cereyan eder; çünkü onlar, çocukluklarını
geride bırakmaya çalışan, dolayısıyla çocukça tepkiler vermekten imtina eden,
yetişkinlerin küçük hesapların çatışmasından müteşekkil sinsi dünyasına girmek
isteyen; ama bunu tam olarak da beceremeyen, anlık tepkilerinden bütünüyle
kurtulamayan kişilerdir. Gus van Sant, bizi çoktan insan ruhunun karanlık
dehlizlerinde dolaştırmaya başlamıştır bile. Sant'ın kamerasının rehberliğinde,
bu hiyerarşinin değişik kademelerinden kişilerle tanışmaya başlarız: Problemli
bir ailesi olan John, fotoğrafçı Elias, yolda yürürken okulun güzel kızlarından
"Çok yakışıklı!" iltifatını kapan, sporcu; kolej hiyerarşisinin en
üst basamaklarında yer alan Nathan ve sevgilisi Carrie, bulimia hastası olma
namzeti üç kız, okulun eziği Alex ve onun yaveri Eric... Sant,
oldukça sert bir dünyayı resmeder. Filmle ilgili bir röportajda da söylediği
gibi, bunlar archetypelerdir.
Ergen hiyerarşisinin her kademesinden biri, temsilci olarak mecliste yerini
almıştır.
Elephant'ın, alamet-i
farikası olacak sahneye kolejdeki geziyi müteakiben tanıklık ederiz. Okulun
koridorunda elinde fotoğraf kamerası ile yürüyen Elias ile John karşılaşırlar.
Elias küçük hoşbeşin ardından fotoğraf çektiğini, John'un da bir fotoğrafını
çekip çekemeyeceğini sorar; John teklifi kabul eder. Tam o anda okul zili
çalmaya başlar; arkada kırmızı kazaklı bir kız bir yerlere yetişme telaşıyla
koşar. John poz verir; kıçına tokat attığı anda Elias deklanşöre basar, aynı
anda kız arkadan geçer. Oldukça sıradan gözüken bu sahne, film açıldıkça farklı
bir anlam kazanmaya başlayacaktır. Ben şimdilik bu sahneye klaket sahnesi adını verip yazıma devam edeyim.
Bu ana kadar Elias'ı gösteren yapışkan kamera, bu sahneden sonra John'un peşine
takılır. John okuldan çıkar, o anda iki tane arkadaşının askeri kıyafetler ve
çantalar ile okula girdiklerini görür. Ne
yapıyorsunuz? Yanıt oldukça
serttir: Defol git buradan!
Çok kötü şeyler olacak. Bu
sahne, bir zamandır izlediğimiz bu kolej gününün sıradan bir gün olmadığını
bize ilk kez sezdirir.
Okula askeri
kıyafetlerle gelen bu iki gencin kim olduğunu da hemen bu sahneden sonra
anlarız: Eric ve Alex. Alex, okul hiyerarşisinin alt
tabakasında yer alan, üst kesim tarafından hor görülen ve acımasız bir şekilde
dalga geçilen ineğin (nerd) tekidir. Kolej hayatı, aslında en
çok böyle biri için tehlikelidir; zira entelektüel donanımı ve zekası hepsinden
yüksek olan Alex, tam da bu nedenle diğerleri tarafından ezilmektedir. Bu jungleda üstünlük, entelektüellik ile değil;
çok kaba kavgalarla sağlanır ve burada sizi ayakta tutacak güç
entelektüelliğinizden ziyade güzelliğiniz
veya tanımı tam belli olmayan; ama bir şekilde kolejin herc ü mercinde sizi
yukarılara fırlatan karizmanızdır. Maalesef
ikisi de Alex'te bulunmamaktadır. Bir müddet Alex'i izleriz: Elinde kağıt kalem
bir plan yapar. Ne için olduğunu biz daha sonra görürüz.
Bu noktada tekrar
Golding'in dünyasına dönelim. Sineklerin
Tanrısı'ndaki yaşam, en çok Domuzcuk için tehlikelidir. Bu iyi niyetli
ve zeki çocuk, şişman ve gözlüklü olduğu; liderlik vasıflarından yoksun olduğu; bununla birlikte gruptaki herkesten daha zeki olduğu için bir anda hedef tahtası konumuna düşer. Nitekim tüm o vahşiliğin ilk
kurbanı da o olur. Elephant bir
anlamda, yıllar önce hayatını kaybeden Domuzcuk'un aldığı intikamı anlatır.
Şimdi bu intikama geçmeden önce klaket
sahnesi olarak
isimlendirdiğimiz sahneye geri dönelim.
Klaket Sahnesi, filme ismini de veren "fil" metaforunun tezahürüdür: Bir grup kör
adam (veya zifiri karanlıktaki bir grup kişi) bir filin bir ve yalnız bir
yerine dokunarak, hiç görmedikleri bu nesnenin tasvirini yapmaya çalışırlar:
Hortumuna dokunanlar su püskürten bir şey olduğunu söylerken bacaklarına dokunanlar
bunun bir sütun olduğunu söylerler.
Sineklerin
Tanrısı'nın çevirmeni Mîna Urgan Bir Dinozorun Anıları'nda Ahmet
Haşim'den bahsederken bir anısını anlatır: Urgan'ın edebiyat öğretmeni Faruk
Nafiz Çamlıbel, Haşim'in Merdiven şiirinin yaşamı simgelediğini
söyler. Mîna Urgan bunu Ahmet Haşim ile paylaştığında ise şair "Rezalet! Bu adam alegoriyle
sembolü birbirine karıştırıyor!" diyerek
öfkelenir: Alegorinin bir tek şeyi; oysa sembolün birçok şeyi birden temsil
ettiğini söyler.
Fil metaforu,
oldukça geniş ve derin anlamları olan; farklı yorumlara sonuna kadar açık bir
metafor; ancak "Bu
metafor en yalın haliyle, insanların şahsi deneyimlerinin her zaman gerçeği
yansıtmadığını; herkesin gerçeğe kendi limitleri ve bakış açısı oranında
yaklaştığını söylüyor." dersem,
sanırım Ahmet Haşim, Çamlıbel'e öfkelendiği kadar öfkelenmeyecektir.
Gus van Sant'ın
yapışkan kamerası, bize bu sahneyi üç oyuncunun gözünden ayrı ayrı gösterir.
Klaket, yalnızca bir sahnenin bilgilerini paylaşmak için kameranın önüne
konmaz; çıtanın indiği an, seslerin senkronizasyonu için bir kılavuzdur. Her
biri aynı günü yaşamaktadır; ancak tamamen farklı yerlerden bakmaktadırlar:
Biri alkolik babasıyla boğuşurken diğeri portfolyosu için fotoğraflar çekmekte;
öteki beden öğretmeninden şort giymediği için azar yerken diğer yandan
kütüphanedeki işine yetişmeye çalışmaktadır. Klaket
sahnesi, aynı güne dokunan bu üç kişiyi tek bir çizgide
buluşturur: John kıçına vurduğu anda Michelle, Elias'ın arkasından geçer; tam o
anda Elias deklanşöre basar. Klaket iner; aynı güne farklı yerlerden dokunan bu
üç kişiyi senkronize eder.
İlerleyen
sahnelerde Alex'in evine konuk oluruz. Okulun eziği, darmadağın odasında piyano
çalmaktadır. Derken yaveri Eric gelir, selam verir, yatağa
oturur ve bilgisayar oynamaya başlar. Biz ne oynadığını az sonra görürüz: Eric,
sanal ortamda katilcilik oynar; insanları değişik
silahlarla avlayıp durur. Biraz daha ilerleriz, Alex eline bilgisayarı alır ve
bir siteden silah bakmaya başlar. Daha da ilerleriz: Alex, okulu
asmış evinde Hitler ile ilgili bir belgesel izlemektedir. Biraz daha ilerleriz; delivery boy siparişleri ulaştırır: Alex'i ve
Eric'i birer ölüm makinasına dönüştürecek olan oyuncaklar kapıya kadar gelmiştir. Amerika'da
silah sahibi olmak işte bu kadar kolaydır: Bir siteye gir, istediğin
oyuncakları seç, siparişi ver ve hop: Artık öldürebilirsin. Birkaç deneme atışı
yapılır; tamam, her şey hazırdır!
Gus van Sant'ın Alex'i, aslında Haneke'nin
Benny'si gibidir. Haneke'nin Benny'si ne yaptığını bilmez: Bütün şiddet
televizyondan çıkar, gerçekte şiddetin ne olduğunu bilemez. Televizyonda
insanlar ölür; ancak filmi geri alınca herkes tekrar yaşamaya başlar.
Haberlerde gördükleri de çok önemli değildir: Birileri bir yerlerde
ölüvermiştir canım... Alex'in de gerçeklik algısı kırılmıştır, okulun aşağı
tabakalarına itilmiştir; kimsenin umrunda değildir, bir kız arkadaşı yoktur,
öyle ki bu iki arkadaş ilk cinsel deneyimlerini birbirleri üzerinde tecrübe
ederler. Ezcümle Alex, o yaşlar için bir statü göstergesi olan her şeyden
yoksundur. Alex, analitik düşünebilen, entelektüel donanıma sahip fevkalade
zeki biridir; ancak alt tabakalarında yer aldığı kolej yaşantısı, 7/24 maruz
kaldığı şiddet içerikli yayınlar ve oyunlar özgürlükler ülkesi Amerika'da
silaha ulaşma kolaylığı ile birleşince Alex, bir ölüm makinasına dönüşür. Alex bu müthiş analitik zekasını, Domuzcuk'un
intikamını almak için kullanır: Elinde kağıt kalem ince ince planladığı şey,
okuldaki herkesi öldürerek bir katliam yapmaktır. Biz önce bu planı en ince
detayına kadar dinleriz. Ardından iki arkadaş cephanelerini arabaya atıp askeri
elbiseleriyle yola koyulurlar; ok yaydan çıkmıştır. Sant'ın yapışkan kamerası
bu iki arkadaşı arkadan takip eder. Aynı sahneyi görürüz: John ikisine de ne
yaptıklarını sorar. Kötü
şeyler olacaktır. John
uyarabildiklerini uyarır. Ardından tekrar Eric ve Alex'i görürüz: Yanlış
montajlanmış bir sahnede gibidirler: Okulun koridorunda ellerinde uzun namlulu
silahlar, üzerlerinde askeri kıyafetler öylece durmaktadırlar. Patlaması
gereken bombalar patlamamıştır. B planına geçerler: Avlayabildiğini avla. Eğlence (!) kütüphanede başlar. İlk kurban,
Alex'in tüfeğinden çıkan kurşunla ölen Michelle olur. Ardından namlu rastgele
herkesin üzerinde dolaşmaya başlar. Yiğitlik yaparak kahraman olmak isteyen
Benny, yapışkan kameranın bize tanıttığı son kişidir. Bu isteğinin bedelini çok
acı öder: Okul müdürünü öldürmek üzere olan Eric'i adeta şeytan dürter, arkasını döner ve Benny'i öldürür.
İki arkadaş, eğlencelerinin finalinde yemekhanede buluşurlar. Alex yorgun, bir
sandalyeye oturur, oradaki bir karton bardaktan kola içer; Eric uyarır: Dikkat et, herpes falan bulaşacak. Eric, Alex'e neler yaptığını
anlatırken Alex soğukkanlılıkla onu da öldürüverir.
Aslında Eric, en baştan itibaren
Alex için pek de önemli değildir. O yalnızca, yaverdir. Alex’in o
yalnızlığında yanında olan, jungleda onun yanında yer almayı tercih eden tek
kişidir: Ödül olarak da eğlencede yer almıştır; ancak artık misyonunu
tamamlamıştır. Alex, okulun aşağı tabakasından biri olarak herkese haddini bildirmiştir. Artık önemsiz falan değildir; bilakis, her şeyin merkezindedir; o halde Eric'e de pek gerek yoktur. Hülasa, Eric ölebilir, pek de önemli değildir. Derken uzaklardan bir ses duyulur. Alex her şeyin finaline gelmediğini böylece anlar. Soğukkanlılıkla iz sürer: Et dolabının içinde en büyük avını bulur: Okul hiyerarşisinin zirvesindeki iki isim Nathan ve Carrie'nin kaderleri şimdi Alex'in elindedir. Alex, en alt basamaktan Tanrı konumuna yükselmiştir. Kimin yaşayıp öleceğine artık o karar vermektedir. Korkunç bir tekerleme başlar, namlunun ucu bir Nathan'ı bir Carrie'yi gösterir: Ya şundadır ya bunda... Sen delirmişsin! Bunu yapmak istemiyorsun... Lütfen... Hastasın sen, yapma... Sant'ın kamerası giderek uzaklaşır. Avcının zevkine buraya kadar tanık oluruz ve film biter. Gus van Sant, bu filmde tamamen gerçek bir olaydan yola çıkar. Elephant, 1999 yılında yaşanan Columbine Lisesi katliamının bir yorumudur; ancak Sant, büyük bir ustalıkla bu konuyu, yalnızca bir katliamın belgeseli olmaktan çıkartıp insanın ruhunun karanlık tarafının bir fotoğrafını çekmeyi başarır.
Elephant ile birlikte serinin ikinci yazısını, oldukça geç de olsa yazdım. Dilerim bu, ard arda gelecek yazıların ilki olur.