Çizim: Ezgi Bilgin |
Thomas More'un olmayan ülkesini ya da daha uygun bir deyişle olmayan cennetini en küçük ayrıntılarına kadar anlattığı; onun taşından, toprağından, ırmaklarından, nehirlerinden, insanlarından, kurumlarından, yasalarından okuyucuya uzun uzun dem vurduğu kitabının adı, ardıllarını da kapsayan bir evrensel tür adı olmakla kalmadı; More'un 1516 yılında yazdığı ve hümanist rüzgarların estiği Utopia, 400 yılda evrim geçirerek korkunç ve karanlık ikiz kardeşini de yarattı. Bu ikiz kardei Utopia'nın aksine hiçbir kitaba adını vermedi; ancak yıllar içerisinde bütün insanlığın umutsuzluğunun kurgusal adı oldu. Daha yalın bir dille ifade edersek; More'un rüyası kendi kâbusunu yarattır!
Distopia dendiğinde birçok okurun aklına gelen ilk roman şüphesiz felaket tellalı George Orwell’ın “Bin
Dokuz Yüz Seksen Dört”üdür. 1949 yılında yayımlanan bu roman, distopianın tüm
unsurlarını içermekle kalmaz, aynı zamanda Orwell’a “Anti-Jules Verne” sıfatını da hediye eder! Jules Verne’nin tüm
insanlığı heyecanlandıran ve zamanla bir bir gerçekleşen bilimsel kehanetleri
yarım asır gibi bir sürede Orwell’ın distopik ülkesini yaratmıştır: Teknolojik
gelişmeler, teknolojik kelepçelere dönmüştür. Bu bağlamda Orwell, Jules Verne
rehberliğinde bir dağa çıkan mutlu insanları, dağın başında bekleyen ve yamacın
diğer tarafından onları aşağı indirecek olan bir adam gibidir. Nasıl ki Jules
Verne yolculara güzelliklerden, dağın başında görecekleri muhteşem manzaradan
bahsederek yolcularının ağzının suyunu akıtmışsa, George Orwell da, şimdi
Verne’den devraldığı bu grubu yamacın diğer tarafından indirecek ve aşağıda
karşılacakları felaketlerden dem vuracaktır! Gerçi Jules Verne’nin anlattıkları
bir bir çıkmıştır ve yolcular bundan memnundur: Gerçekten onun bahsettiği güzellikleri görmüşler, tadına
varmışlardır; ancak şimdi yeni rehberleri, dağın öte yüzünde başlarına
gelecekleri anlatmakta ve yolculara bir Anti-
Jules Verne (hadi bir muzırlık yapıp biz de bu durumu “Disverne” olarak
isimlendirelim) gibi görünmektedir. Dağın öte yüzünde de tadına bakacakları
şeyler vardır ve rehberin dediğine göre bu tatlar, yolcuların pek de hoşlarına gitmeyecektir.
Her ne kadar distopia türü
Orwell’la özdeşleşmişse de bu türde eser veren tek yazar o olmadığı gibi ilki
de o değildir. İddialı bir yorumla başlayalım: Platon’un Devlet diyaloğunu ütopya görünümlü bir distopya kabul edebilir
miyiz? Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sına
büyüteçle baktığımda, Platon’un düşündeki devleti gördüğümü söylersem daha
yazının başında abartılı bir yorum mu yapmış olurum? İtiraz etmeden önce aynı
büyüteci kullanarak siz de bakın Cesur
Yeni Dünya’ya: Huxley’nin Alfa
adını verdiğini sınıfın, Devlet diyaloğunda
aristokrasi olarak adlandırıldığını
söyleyemez miyiz? Cesur Yeni Dünya’da
da bir seçilmişler sınıfı
oluşturulmamış mıdır? Devlet diyaloğunda
Sokrates, bu seçilmişler sınıfını “içinde
altın olanlar” olarak tanımlar. Cesur
Yeni Dünya’da geliştirilen doğum yöntemi ile bu altın, kişinin içine daha doğmadan suni olarak yerleştirilmiyor
muydu? Bu seçilmişler ve bekçiler, devlete
hizmet ettiklerini düşünerek mutlu oluyorlardı meşhur diyalogda. Huxley’nin hipnopedya ile “mutlandırılan” toplumunda herkes kendinden memnun “İyiki alfa/beta
vs... olarak doğmuşum, ya diğer türlü olsaydım?” demiyor muydu? Hatta Platon, aşırı özgürlükçü bir yapının insanı
mutsuz ve tembel kılacağını ve toplumu olumsuz yönde etkileyeceğini söylemiyor
muydu? Üstüne üstlük bu yorumu 4 bozuk
devlet modeli olarak tanımlayabileceğimiz kısımda yapmıyor muydu? Cesur Yeni Dünya’nın Mustafa Mond’u,
omuzlarını silkerek “Hepsi senin olsun!” deyip özgürlüğü vahşiye fırlatmıyor
muydu? Şu halde ya Huxley’nin distopik masalı Cesur Yeni Dünya’ya yeni bir tanımlama getirip “ahlaki yani tartışmaya açık bir ütopya” diyeceğiz ya da Platon’un Devlet’inin ütopik mi yoksa -ufak bir
üflemeyle- distopik mi olduğu konusunda düşüneceğiz. Yine de unutmayalım, her
iki kitaba da bir büyüteçle bakıyoruz ve her büyüteç öznel bir bakış açısı içerir!
Platon’un düşüncesinin kaotik bir toplumdan sıyrılmak, insanların
kapasitelerini en yüksek biçimde kullanabilecekleri bir düzen yaratmak olduğunu
kabul edersek, diyaloğa daha ılımlı yaklaşır ve uygarlığın temelini atan bu
adamı da üzmemiş oluruz. Büyüteci gözümüzden çekerek şunu düşünelim: Devlet diyaloğunun sahibi, insan ruhunun karanlık dehlizleri olarak
tanımlayacağımız yok edici yönü tanımıyordu. İnsanlık, bu karanlık tarafla
Platon’un ölümünden 2262 yıl sonra tanışacaktı.
Jack London’ın 1908 yılında yayımlanan Demir
Ökçe’si, distopik romanı “müjdeleyen”
bir ara geçiş formu gibidir: Ütopya ile
distopya arasında geçiş formu teşkil eden bir siyasal roman! (Bu
değerlendirmenin ilk başta mantıksız gibi göründüğünün farkındayım; ancak
gelin, romanı hızlıca inceleyerek bu tanımla ne demeye çalıştığımı size
anlatayım.) London’ın Demir Ökçe’si, üstkurmaca olarak adlandırılabilecek bir oyunla açılır: Roman, baş
karater Ernest Everhard’ın karısı Avis Everhard’a ait el yazmasını konu edinir.
Yüzyıllar sonra bulunan ve “Everhard
Yazması” olarak adlandırılan bu metin, bir kongrede değerlendirilmektedir.
Yazmayı okudukça, kaosa sürüklenmiş bir dünyaya tanıklık ederiz: Demir Ökçe olarak adlandırılan oligarşi, kendisi dışındaki sınıfları
öldüresiye ezer. Bir kesim refah ve bolluk içerisinde yaşarken diğer kesim
açlık, sefalet içerisinde sürünmektedir. Romanımızın baş karakteri Ernest
Everhard’la romanın ilk bölümünde tanışıveririz. Ernest, Marx’ın görüşlerini benimsemiş
ve sindirmiş; kendine güveni tam, güçlü bir kişiliktir ve ideallerini sosyolojinin ve evrimin kaçınılmaz sonucu olarak
görmektedir. O ideallerin gerçekleşeceğine dair inancı tamdır! Roman
ilerledikçe, Ernest’ın mevcut sisteme eleştrilerini ve ideallerini ve karısı
Avis ile bu idealleri gerçekleştirmek uğruna nelere katlandıklarını görürüz;
ancak sonunda başarısız olurlar! Kitap bu yönüyle değerlendirildiğinde distopiayı “müjdeleyen” bir siyasal roman olarak
kabul edilebilir; ancak tam da bu noktada romanın başındaki küçük üstkurmacayı
hatırlamak gerekir: Ernest Everhard’ın ölümünden yüzyıllar sonra insanlık, onun
sosyolojinin ve evrimin kaçınılmaz sonucu
olan ideallerine ulaşmıştır.
Mutluluğun ve refahın hüküm sürdüğü bir zamanda okunmaktadır Everhard Yazması. Bunu, roman boyunca
devam eden kurmaca dipnotlardan anlarız. Tam da bu nedenle Demir Ökçe’yle ilgili “distopik
roman” tanımını biraz genişletmek gerekir: Demir Ökçe, ütopya ile distopya arasında geçiş formu teşkil eden bir
siyasal romandır.
Yine de benim bu yorumum distopianın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten önce
ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmez. Orwell’dan 29 yıl önce bir Rus yazar,
bugün anladığımız anlamda distopik bir anlatıyla karşımıza çıkar. Yevgeni
Zamyatin’in “Biz” adını verdiği romanda
insan yoktur artık; hepsi
kişiliksizleşmiş ve birer sayı haline gelmişlerdir. Kadınlar sesli, erkekler
sessiz harflerle kodlanmaktadır. Her
şey matematiksel formüllerle ifade edilmektedir. Ben kavramı silinmiştir; sayılar,
“biz” olarak yaşamaktadırlar. Biz,
distopianın tüm özelliklerini içeren bir ilk roman olarak kabul edilebilir.
Orwell bu kitaptan oldukça etkilenecek ve bu kitaptaki Velinimet’ten bir efsane yaratacaktır: Büyük Birader. “Büyük Birader seni izliyor.” cümlesi bugün sadece
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ün efsane sloganı değil, aynı zamanda Distopia’nın bütün korkutuculuğunun,
karanlığının, aşılmazlığının, önlenemez oluşunun 4 kelimelik bir özetidir.
Bülent Somay’ın, “Biz”in 1988
yılında kaleme aldığı önsözünde belirttiği gibi, 20. yüzyıl başında H. G. Wells
dizi dizi ütopyaların yanı sıra, bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara
uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya” da yazmıştı; gelecek bir zamanda
geçen, karamsar, böyle giderse işin sonu
kötüye varır, demeye getiren öyküler
yazmıştı. Distopianın çıkış
nedenlerini de net bir şekilde görmemiz için bu öykülerin ve ilk distopik romanlardan
“Biz”in ve -her ne kadar inatla bir
geçiş formu olduğunu belirtsem de- Jack London’ın “Demir Ökçe”sinin yazıldığı döneme bir büyüteçle bakmakta fayda var.
London’ın romanının yayımlandığı 1908 yılında, sömürgecilik faaliyetleri ve
aşırı silahlanma son hızıyla devam ediyor; Sanayi Devrimi’yle birlikte başlayan
sömürge ve pazar yeri arayışı, büyük devletler arasındaki rekabeti giderek şiddetli bir şekilde tırmandırıyordu. Zamyatin’in
romanı 1920 yılında yayımlandığında ise Dünya, başına gelen ilk büyük
felaketten yeni çıkmıştı. Sömürge ve
pazar arayışı kavgası gün geçtikçe şiddetlenmiş ve 1914 yılında dünyayı
ikiye bölerek o güne kadarki en kanlı savaşı başlatmıştı. İnsanların refah düzeyini yükselten teknolojik ve
ekonomik gelişmeler bir noktadan sonra bir bumerang gibi gerisingeri dönmüş ve
insanoğlunun suratına çarpmıştı. Savaş sırasında Rusya’da Bolşevik devrim
olmuş, çar ailesi kadın-çocuk ayırt edilmeksizin kurşuna dizilerek
öldürülmüştü. İnsanlığın kurtuluşu olarak görülen hümanizm, Zweig’ın da belirttiği üzere 16. yüzyılda zaten hüsrana uğramıştı; ancak 20.
yüzyılın başlarında insanoğlu, tahammül edebileceğinden daha fazla gerçeklikle
yüzleşmişti; artık içindeki karanlık ve yok edici yanın ne felaketlere yol
açabileceğini biliyordu. Rönesansta hümanizm tohumları eken insanoğlu Utopia biçmişti; oysa şimdi
makinalaşmanın ekildiği topraklardan Distopia
çıkmaktaydı
Bu açıdan bakıldığında siyasi bir tarlanın ürünü olan distopyaları siyasi roman kategorisi içerisinde
değerlendirmek daha doğru değil midir? Şüphesiz ki distopik romanların hemen
hepsi siyasal eleştriyi merkezlerine yakın tutarlar; ancak onları tamamen siyasal roman olarak değerlendirmek pek
de doğru değildir. London’ın “Demir Ökçe”sini
tanımlarken kullandığım cümlenin finalini de “...siyasal romandır” şeklinde yapmamın nedeni budur: Demir Ökçe bir distopyadan ziyade bir
siyasal romandır, o kadar ki uzunca bir süre Ernest Everhard’ı Marx’ın hayali
karşılığı olarak düşünürüz. Mevcut düzen eleştrilir; ama alternatif bir çözüm
de sunulur, hatta romanın üstkurmacası, bu alternatif çözümün ilerleyen
yüzyıllarda gerçekleştiğini söyler. London, tarafını açıkça belli eder! İşte bu
noktada Demir Ökçe distopyadan
ayrılır; çünkü distopia, öncül yazar Zamyatin’in
de “Biz”de belirttiği üzere, tamamlanmış
toplum düşüncesine karşıdır. Distopik roman, aşırı örgütlenen, hızla
makineleşen ve matematikleşen; “toplum
mühendisliği ile yönetilen toplum”dan korkan ve bunun olası sonuçları
üzerine kafa yoran bir düşüncenin ürünüdür. Siyasal eleştrinin yanı sıra
bilimsel gelişmeden körü körüne medet ummanın
da kaygısını taşımaktadır.
Diğer yandan distopia, fantastik
romandan da ayrılmaktadır. Distopik
roman, bir kara fantazi değildir;
çünkü ayaklarını yaşadığımız dünyaya basar. Distopik roman karakterleri, daha
önce nasıl bir yaşantıya sahip olduklarını çoğu kez hatırlamazlar; ancak geçmişte
yaşadıklarına dair kafalarında canlanan bölük pörçük hatıralara (Damızlık Kızın Öyküsü), devrimden önce doğmuşlarla yapılan yarım
kalan konuşmalara (Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört), vahşi yaşantılara (Cesur Yeni
Dünya) büyüteçle baktığımızda günümüz dünyasının bir fotoğrafını görürüz.
Olaylar gelecekte geçmektedir; ancak ayaklarımızı bastığımız yer hala bu
dünyadır; oysa bir fantazi romanın kahramanları bütünüyle kurgusal
dünyadadırlar; önce de sonra da... Aynı şekilde bir kara bilimkurgu da değildir; çünkü kurgusunu bilimsel temelleri
esas alarak oluşturmaz, bilim hakkında olumlu-olumsuz kehanetlerde bulunmaz. Distopia için bilim, derdini anlatmak
için kullandığı bir araçtır. Distopik roman, insan ruhunun korkunç, vahşi, yok
edici ve aşırı pragmatist tarafını makinalaşma ve matematikleşme ile
birleştirerek karamsar bir bakış açısıyla kurgular. Distopik romanın ana damarı
budur: İnsan ruhunun karanlık yanı, romanın merkezindedir. Bir diğer deyişle
distopik roman, başlı başına bir türdür.
Distopik romanlar; romanın merkezinin, yüzeyine en yakın olduğu
romanlardır. “Yazar aslında ne anlatmak
istiyor?” sorusu bir romanı okurken aklımızın bir köşesinde hep durur;
ancak distopik romanlarda, farklı olarak, yazar bu soruya her sayfada, her
cümlede yanıt verir. Bu anlamda ütopik ve distopik anlatılar diğerlerinden
ayrılır; çünkü ütopik/distopik bir anlatıyı beğenmek,
bir anlamda yazarın kaygılarına hak vermek, onun kurduğu düşsel dünyanın
gerçekliğini onaylamak, bu gerçekliğin altına imza atmak anlamına gelir.
Okuyucu distopik bir anlatıyı okurken, diğer anlatı türlerinden farklı olarak,
estetik değerlendirmeyi ikinci basamağa yerleştirir: Birinci basamak yazarın
düşünceleridir; kaygıları, korkuları, uyarılarıdır. “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ü sevmek demek, Büyük Birader’den, 101 nolu odadan, düşünce polisinden korkmak
demektir. Kitabı okur ve Orwell’a hak veririz: Evet, bunlar çok korkunç şeyler! Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”sı -yukarıda olduğu gibi- kafamızı karıştırır: Bu
bir distopya mı, yoksa ahlaki yanı tartışmaya açık bir ütopya mı? Vahşi haklı mı? Distopik roman, yazarın
düşüncelerini çok yüksek hızda öğrendiğimiz bir anlatı türüdür. Yazar satır arasında
sıkça kendini belli eder. Bu, bir film izlerken sürekli anlatıcı sesi duymak
gibidir. Başka bir türde acemilik sayılacak bu özellik distopik bir roman için
son derece gereklidir; çünkü yazar bilmediğimiz, tanımadığımız; günümüz gerçeklerinin,
roman zamanıyla, şimdide geçerli
olmadığı bir dünyayı bize tanıtmaktadır (Yine de Orwell bu sesi oldukça
kısarak, öncüllerinden ve ardıllarından çok daha gerçekçi bir distopik romana
imza atmıştır). Bu ses bütün bir roman
boyu susmaz ve satır arasında bize hep şu iki soruyu sorar: Mutluluk nedir? Özgürlükle mutluluk arasında nasıl bir ilişki vardır?
Bütün distopik romanların özü budur. Öncül yazarımız Zamyatin, “Biz”de şöyle bir mutluluk tanımı yapar:
Mutluluk, neşenin kıskançlığa bölünmesidir; kıskançlık sıfır olursa, mutluluk
sonsuz olur! Öte yandan Huxley’nin Mustafa Mond’u özgürlüğün mutsuzluğun
kaynağı olduğunu iddia eder vahşisine; o kadar ki özgürlüğü “Mutsuz olma hakkı.” olarak tanımlar.
Vahşi istediklerinde diretince de omuzlarını silker: “Hepsi senin olsun!”.
Orwell’ın Büyük Biraderi ise içlerinde en sert olanıdır: Özgürlük köleliktir! Karar verme hakkına sahip olmak kölelik demektir. Özgürlük, mutlulukla
ters orantılıdır. İnsan doğasının karanlık tarafı özgürlükten hoşlanmaz;
dahası, karar verme hakkına sahip olmayı aslında hiçbir zaman gerçekten
istemez. (Yazının başında bir kenara bıraktığımız büyüteçle en son baktığımız
yeri hatırlayalım: Platon da aşırı özgürlüğün insanı tembelleştireceğini ve
mutsuz edeceğini söylemiyor rmuydu? Yine de unutmayalım: Platon, karanlık
tarafla yüzleşmemişti!)
Anlatıların “özgür karakterleri” ise
sefil hayatlar süren insanlardır ve distopik dünyanın farklarını ortaya koymak
için dahil edilmiş gibidirler. Onların özgürlükleri, sistem tarafından çiğnenip
tükürülmeye bile değer bulunmamalarından gelir. Özgürdürler; ama hiç kimse
onlar gibi olmak istemez. O kadar güçsüz ve zararsızdırlar ki, distopik dünya
onları umursamaz. Bir oyundaki fındık-fıstık
oyunculardır onlar; kurallardan muaf tutulmuşlar, meczup kabul edilip
kenara atılmışlardır; öyle ki, distopik dünyanın insanları, onları gördükleri
zaman irkilirler: Özgürlük, kölelik ve vahşilik ile eş anlamlıdır! Bu
karakterler, okuyucunun kafasında soru işaretleri uyandırmak, çelişkiler
yaratmak için özel olarak gösterilirler. Kenara atılmış bu özgür ruhlar; sefil, yaşlı ve ayyaştırlar. Distopik dünya
tarafından boğulan okuyucu, çıkmak istediği kapının arkasında nasıl bir yaşantı
olduğunu bu şekilde görür. Bu noktada yazar, bütün romanının fon rengi olan
soruyu daha da belirginleştirir: Mutluluk
nedir? Özgürlükle mutluluk arasında
nasıl bir ilişki vardır? Bu nokta, distopik romanın siyasal romandan
ayrıldığı noktalardan biridir aynı zamanda. Herhangi bir siyasi fikrin
savunuculuğunda değildir; siyasal eleştri vardır; ancak bir çözüm yoktur. “Bakın bu kötü; ama şunlara dikkat edersek,
şu yoldan gidersek böyle olmaz.” demez. Bir yanda iyiler ve doğruyu
savunanlar (diğer bir deyişle yazarın sözcülüğünü yapanlar), öte yanda
ahlaksızlar ve kötüler yoktur. Birçok siyasal romanda olduğu gibi alttan alta
bir siyasi düşüncenin propogandası yapılmaz. Distopik roman, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde yaşayan
yaratıkların ortaya çıkaracağı muhtemel düzenin bir fotoğrafını çeker.
Fotoğrafta her zaman biri biraz daha ön plandadır; biz bütün manzarayı onun
ardından görürüz; ama o da sadece maddeten ön plandadır. Endişelerine,
korkularına ortak olmayız; onlardan haberdar
oluruz. Yazar sadece topluma aykırı düşmüş bir bireyi büyüteç altına alır.
Distopik romanın ana karakteri, bütün iyilikleri üzerinde toplayan ve çözüm
yollarını bilen bir kararlı insan değildir
(Demir Ökçe’nin baş kahramanı Ernest
Everhard, bu açıdan da diğerlerinden ayrılır). Diğerlerinden tek farkı, bulunduğu
topluma yabancılaşmış olmasıdır. Bir şeylerin eksikliğini hisseder; ama o şeylerin ne olduğunu bir türlü
tanımlayamaz.
Bu noktada distopik romanda zaman kavramı
üzerinde durmak da yerinde olur; çünkü yabancılaşmış bireyimizin eksikliğini
hissettiği şeyler, kayıp zaman olarak
adlandırılabilecek bir geçmişe aittir. Distopik romanın “şimdi”si, oldukça ileri
bir zamandır; dolayısıyla “geçmiş”, bugünü
anlatır; ancak üzerinden o kadar zaman geçmiştir ki, artık insanlar geçmişe dair bazı kavramları unutmuşlar,
yeni düzenin işleyişine alışmışlardır; sanki her şey ezelden beri böyledir!
Yabancılaşmış ana karakterimiz, bu kayıp zamanın izini sürer. Genellikle önceyi bütünüyle öğrenemeyiz; ama küçük
görüntüleri bir araya getirdiğimizde ortaya günümüz dünyası çıkıyor gibidir! Elbette
başka durumlardan söz etmek de mümkündür: Huxley’nin Vahşiler’i, Einstein’ın
meşhur ikizler deneyinin dünyada
kalan tarafıdırlar adeta; zaman hızla akar; vahşiler yaşlanır, hastalanır ve
sefilce ölürler. Cesur Yeni Dünya’da
yaşayan insanlara eski yaşamı
göstermektedirler. Sanki geçmiş ile şimdi aynı anda yaşanmaktadır! Saramago’nun
Körlük’ünde devrim sürecine tanıklık ederiz; ancak bir zaman sonra, devrimden
önce nasıl bir yaşantı olduğunu, kimin nasıl bir sosyal statüye sahip olduğunu
(ki Saramago romanını bitirirken, sınıfsal toplum düzeninin bu distopik durumu
yarattığını açıkça belirtir) orada da unuturuz: Değişen şartlar, toplum
düzenini mikro düzeyde yeniden kurar; hem de daha acımasız bir şekilde. Aynı
durum Golding’in “Sineklerin Tanrısı” isimli
romanı için de geçerlidir. Gerçi Saramago’nun
ve özellikle Golding’in bahsettiğimiz romanlarının alegorik yanı distopik yanına
ağır basmaktadır; ancak yine de bu iki roman da aynı karanlık dehlizlerde
gezerek fotoğraflar sunarlar bize. Saramago, körlüğü bir alegori olarak
kullandığı romanını bitirirken bir cümleyle bu karanlık dehlizlerin varlığını
üstüne basarak vurgular: Sonradan kör
olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük! (Bu cümle, alegorik yanı ağır
basan bir romanda yer almasına rağmen distopik
romanların çıkış noktalarını harikulade özetleyen bir cümledir.) Distopik romanda zaman kavramı bize şunu
gösterir: İnsanoğlu içine düştüğü durumdan çıkmak için kimi kurallar koymuş,
kesin sınıflar oluşturmuştur; ama bu kurallar ve sınıflar insanoğlunu, çıkmak
istediği durumdan daha da karanlık bir konuma düşürmüştür. Yazar, roman
zamanıyla konuşursak, geçmişin
savunuculuğunu yapmaz; hatta o -roman zamanıyla- bugünü yaratanın geçmiş, daha
doğrusu insan ruhunun karanlık; güce düşkün ve onun kölesi olan tarafı
olduğunun farkındadır. Böylece yolumuz, bir kez daha romanın merkezine
çıkar: İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde yaşayan yaratıkların ortaya
çıkaracağı muhtemel düzenin bir fotoğrafı çekilmiştir; geçmişte de, şimdide de!
Daha önce de belirttiğim gibi; bugün distopia
denildiğinde birçok kişinin zihninde George Orwell ve onun Büyük Birader’i canlanmaktadır. Jack
London, H.G. Wells, Yevgeni Zamyatin, hatta sıkça birlikte anılmalarına karşın,
masalını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten
17 yıl önce yayımlayan Aldous Huxley gibi öncülleri; Margaret Atwood, Anthony
Burgess, Jose Saramago gibi ardılları olmasına rağmen Orwell, hepsinin
arasından sıyrılıp kendini Distopia’yla
eş anlamlı hale getirir. Peki neden? Orwell’ı bu denli öne fırlatan şey nedir? Neden
Distopia, Utopia’nın aksine
yaratıcısıyla değil takipçisiyle anılır?
İlk olarak Orwell’a yaptığımız şu muzırlığı bir hatırlayalım: Disverne! Jules Verne’nin bir bir çıkan
teknolojik kehanetleriyle büyülenen insanoğlu şimdi bumerangın gerçek hayattaki geri dönüşünü izlemektedir. İlk
rehberin gülümseyen yüzüne inat, asık suratla dağın öte yüzünü anlatan yeni rehberin dedikleri de bir bir
çıkmaktadır. İnsanoğlunu aya seyahat ettiren
teknoloji, onun gözetlenmesine de sebep olacaktır. Orwell sadece asık suratıyla
değil, bir bir çıkan kehanetleriyle de bir Disverne’dir.
Yine de gerçekleşen kehanetleri, Orwell’ın bu denli öne çıkmasının yegane
sebebi değildir. Eğer bu tek kıstassa, distopia
ile özdeşleşmesi gereken kişinin Orwell değil Jack London olması gerekir.
London o denli haklı çıkmıştır ki, eğer kitapta verilen tarihler dikkatle
incelemezse, bir roman değil de o dönemin gazetelerinden çıkartılmış bir kurgu
okuyor hissine kapılır okuyucu. 1914 öncesi karışıklık, London’ın romanına bütünüyle
nüfuz etmiştir.
Distopia’nın Orwell’la özdeşleşmesinin bir diğer nedeni Orwell’ın,
sadece yazdıklarıyla değil, hayata bakış açısının da distopik olmasıdır.
Orwell, kendi gerçekliğini öyle iyi anlatmıştır ki artık okuyucu gerçekliği onun gözünden görmeye başlar.
Nasılki Kafka gerçekliği kendince bükerek “kafkaesk”
terimini insanlığa kazandırdıysa Orwell da kendi gerçekliğini bize öyle
benimsetmiştir. Umudunu kaybetmiş, hiçbir kitabında yüzü gülmeyen bir adamdır
ve satır aralarında bu umutsuz yüzünü her dem gösterir. Sadece distopik ve
alegorik romanlarında değil, Paris ve
Londra’da Beş Parasız’da da, Aspidistra’da
da, Papazın Kızı’nda da, Wigan İskelesi Yolu’nda da mutsuz,
umutsuz, yılgın bir adam görürüz. Distopik bir korku değildir artık Orwell’ın
hissettiği; o, bütün benliğiyle gerçeği göğüslemiştir; insanoğlunun
kaldırabileceğinden çok daha fazla gerçeği... Bir kurmaca adına yazmaz; sanki gördüğü, bildiği yerlerden
bahsetmektedir distopialarında. Onu
diğer distopyacılardan ayıran en önemli özellik budur: Orwell insan ruhunun
karanlığının kurgusal fotoğrafını çekmekle kalmaz, onu kendi gözleriyle görmüş gibi aktarır okuyucuya. Orwell’ın
kitaplarını okurken sarsılmamızın ve gerçekten korkmamızın, boğazımızın
sıkıldığı hissine kapılmamızın nedenlerinden biri, kitaplarındaki distopik
havanın distopik olduğunun unutulması;
Orwell’ın gerçekliğinin günümüz gerçekliğine galip gelmesidir. Orwell, distopik
dünyasını sanki bir kara toplumsal gerçekçi gibi anlatır. Peki bu
ne anlama gelir?
Öncelikle toplumsal gerçekçilikle neyi
kastettiğimi açıklamalıyım. Berna Moran’ın Edebiyat
Kuramları ve Eleştri kitabının 54. sayfasında yer alan ve toplumsal gerçekçilik ideolijisinin
temel ilkelerinin atıldığı kongrede Radek tarafından dile getirilen tanıma bir
bakalım: “Gerçekçilik, çöken kapitalizmi
ve onun çürüyen kültürünü yansıtmak değildir sadece; aynı zamanda yeni bir
toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğuşunu yansıtmaktır.
Toplumcu gerçekçilik şu anki gerçekliği bilmek değil, bunun nereye doğru
gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser, yazarın hayatta gördüğü ve
eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir.” Orwell,
çöken kapitalizmin ve onun çürüyen
kültürünün bir savunucusu değildir; geçmişte her şeyin çok iyi olduğunu
iddia etmez; ama aynı zamanda yeni bir
toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğumundan sonra nereye gittiğini de gösterir; bir farkla: Geçmişi
bir cennet gibi göstermez; ama romanın şimdisi de bir cennet değildir.
Orwell bir toplumsal gerçekçi olarak
değerlendirilebilir; ama başına kara sıfatının
eklenmesi kaydıyla! Zira mevcuti gerçekliklerden oluşan topluma karşı bir umut
beslemeyen Orwell, başka gerçeklikler üzerine kurduğu yeni kültüre sahip topluma karşı da bir umut beslemez; her iki
toplumda da değişmeyen yön insan ruhunun
karanlık tarafıdır! Romanın şimdisine
de geçmişine de “Hayır!” demektedir. Sanki tüm toplumcu
gerçekçilere “Hani nerede o anlattıklarınız?” demektedir: “Söylediğiniz
yere gelmedik; dahası, neredeyse, geçmişi arar haldeyiz!” O karanlık taraf, doymak bilmez; her
seferinde daha fazlasını ister! Hepimizin bildiği gibi, Orwell’ın eleştri
oklarını yönelttiği somut bir hedef de vardır ve alegorik olsun distopik olsun
bütün romanlarıdaki kitabın gerçekliğine
aşırı inanç, buradan gelmektedir; ancak Orwell, şimdisinde görmediği distopik durumları da şimdisinde görmüş gibi anlatmaktadır!
Öncül yazarlardan Zamyatin’in Biz’inde
bunu görmeyiz. Ana karakterimiz D-503’ün günlüğü gibi okuduğumuz kitaptaki dil
kullanımı, bize kitabın distopia olduğunu her dem hatırlatır. D-503,
hissettiklerine, söylediklerine, düşündüklerine inanamamaktadır ve bu inanamama duygusu yazıya da yansır.
D-503 öyle hayrete düşer ki, sanki olağanüstü bir rüyayı bize anlatıyormuş
gibidir. Günümüz şimdisinde oldukça
olağan gelen şeyler, D-503’ün yaşadığı şimdide
gerçekdışı gelmektedir. Zamyatin buradan yakalar bizi; ancak bu tercih bize
kitabın bir distopia olduğunu da sürekli
hatırlatır. Bir diğer öncül olan Huxley ise, Cesur Yeni Dünya’sında bir geziye çıkartır bizi ilk bölümde. Bu
gezinti sırasında romanın şimdisi
gözümüzde tam olarak canlanır; ancak Huxley romanın çarpıcılığını biraz
azaltmış olur. Sanki hikayesine başlamadan önce, “Şöyle bir dünya hayal edin!”
demiştir. Hayal etmemizi istediği dünya gözümüzde canlanır; ancak bütün bir
roman boyunca onun hayal olduğunu
bilerek yolumuza devam ederiz artık. Saramago, körlüğü bir alegori olarak
kullandığı romanda bize devrim sürecini bizzat gösterir; dolayısıyla romanın geçmişinin günümüz şimdisi olduğunu net olarak biliriz! Aynı durum Golding’in romanı
için de geçerlidir. İnsanın içindeki vahşinin ortaya çıktığı bu iki kitap için “alegorik yanı daha ağır basar” tabirini
kullanmıştım. Öyledir; çünkü bu romanlardaki ana karakterler özenle
seçilmişlerdir. Saramago, toplumun üst kesimlerinden bir göz doktorunun
karısını baş karakter olarak seçer; körlük salgını sonrasında Saramago
tarafından vicdansızlar olarak
adlandırılan koğuştakiler, diğer kesimi kuklaları
haline getirirler; öc alırcasına! Mikro
düzeyde tekrar kurulan toplum düzeni yine gücü
elinde tutanın vahşileştiği bir düzendir; ama artık her şey daha ilkeldir
ve salgın öncesi toplumun alt kesiminde yer alan bu vicdansız grup, şimdi bir öc almaktadır adeta. Saramago’nun özenle
yaptığı seçki: Toplumun salgın öncesi üst düzeyinde yer alan bir karakteri bir
uca, salgın öncesi alt düzeyde yer alan karakteri diğer uca koy ve olacakları
anlat! Golding’in yaptığı da buna benzer: İnsanın içindeki iyiliği, doğruluğa
olan inancı bir kefeye; eğriliğe olan meyli diğer kefeye koy ve başla
anlatmaya! Her iki kitapta da alegorik yan ağır basar, özenle seçilmiş
karakterler vardır. Her iki kitapta da alegorik anlatı distopik anlatıyı yener!
Orwell ise, toplumun orta kesiminden bir adamı seçer ve tabiri caizse “Dan!” diye konuya girer! Baş
karakterimiz Winston’ın alegorik bir vasfı yoktur. Toplumdaki diğer bireylerden
tek farkı yabancılaşmış bir birey olmasıdır; ama o bunu tam olarak tanımlayamaz.
Bir şeylerin ters gittiğinin farkındadır; ama o şeylerin ne olduğunu net olarak söyleyemez. Yazar ise karakterine
inat son derece kararlıdır: Daha ilk sayfada, hiçbir şey bilmiyorken, romanın şimdisiyle ilgili en ufak bir fikrimiz
dahi yokken şu cümleyi okuruz: “Büyük
Birader seni izliyor!” Yetmezmiş gibi tele
ekran denilen bir aletle ve nefret
haftası olarak anılan bir etkinlikle tanışırız. Bir sayfa daha
ilerlediğimizde karşımıza düşünce polisi çıkar;
bir sonrakinde ise aklımızı allak bullak eden üç slogan vardır
- Savaş barıştır.
- Özgürlük köleliktir.
- Bilgisizlik kuvvettir.
Şimdimizde, bilgisizliği kölelik olarak kabul eden bizler
romanın şimdisinin bu sert ve akıl
bulandırıcı sloganları karşısında kaşlarımızı çatar, yüzümüzü ekşitiriz. Tüm
bunların yanısıra Doğruluk Bakanlığı
(haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlardan sorumludur), Sevgi Bakanlığı
(tek bir penceresi bile olmayan ve ismiyle tezat bir şekilde en ürkünç olan
bakanlıktır; yasaları ve düzeni korur), Bolluk Bakanlığı (ekonomik olayların
sorumluluğunu alır), Barış Bakanlığı (savaşlarla ilgilenir; öyle ya, savaş
barıştır!) gibi tuhaf bakanlıklar karşımıza çıkar. Üstelik bu
bakanlıklardan bazılarının Yenikonuşta
daha kısa isimleri vardır. Yenikonuş mu? Bir dipnot karşımıza çıkar:
Yenikonuş,
Okyanusya’nın resmi dliydi. Bu dilin kökenini ve yapısını kavramak için lütfen
“Ek” bölümüne bakınız.
Gözlerimiz bir yerlerde “ç.n.”
kısaltmasını arar; ama nafile! Orwell dip notlarda dahi distopiasından tamamen
gerçekmiş gibi bahsetmektedir. Bir okurun, Orhan Pamuk’un tabiriyle tesbih çeker gibi, sürekli sorduğu “Bu romanın ne kadarı gerçek ne kadarı
kurgu?” sorusuna Orwell, “Burada okuduklarınızın
tamamı gerçektir” diye bağırarak bir yanıt verir. O, okuyucusuna bir şey
hayal ettirmez; gözleriyle gördüğünü, bir gazeteci gibi aktarıyor gibidir.
London’dan miras bu küçük üstkurmaca, bizi
daha da soluksuz bırakır. Benim düşünceme göre Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün, insanın kanını donduran
korkutuculuğunun temeli bu tuhaf gerçekliğe dayanır. Romanın şimdisinden günümüz şimdisi gibi bahseder! Gerçi, daha önce de belirttiğim gibi, Orwell
bu anlamda yalnızca bir mirasçıdır; ama mirasyedi
değildir! London’dan farklı olarak Bin
Dokuz Yüz Seksen Dört’ün üstkurmacasında distopya devam eder. Bu
üstkurmacada, London’ın aksine, geçmişini araştıran mutlu ve huzurlu bir toplum
yoktur. “Düşüncenin kıtlaştırılması” ile
ilgili detaylı bilgiler verilmektedir. Romanda daha 10 sayfa dahi
ilerlememişizdir; ama Orwell bizim bilmediğimiz bir yerde bulunan; ancak
günümüz şimdisinde yaşayan;
teknolojik açıdan ilerlemiş tuhaf bir toplumu anlatan bir gazetecidir artık
bizim için. “Bilmediğimiz bir yerde
bulunan...” : More’un Utopia’sı
da bilmediğimiz bir yerde değil
miydi? Utopia, bir ada değil miydi? Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bumerangın
kurgusal geri dönüşüdür aynı zamanda. Utopia’nın
mutlu insanları Okyanusya’nın korku
dolu yığınıdır artık. Ülke, dört
tarafındaki sulara kayıtsız kalamayarak adını değiştirmiş gibidir sanki; eh,
biraz da (!) yönetim mantığını...
Orwell’ı distopia ile
özdeşleştiren bir diğer unsursa romanlarının sonudur. Bütün bir roman boyunca
okuyucuya, klasik bir benzetme yaparsak, tünelin
ucunda bir ışık gösteren Orwell romanın sonunda bu ışığın, son hızla yaklaşan trenin ışığı olduğunu
söyler. Işığa kanarak umutlanan okuyucularla adeta dalga geçer: Böyle olacağını zannettin değil mi? Benzer
bir dalga geçmeyi modern sinemanın usta yönetmeni Michael Haneke’nin “Funny
Games”inde de görürüz. Meşhur geriye
sarma sahnesiyle Haneke, çağdaş bir Orwell gibi izleyicisiyle dalga geçer: Böyle olacağını zannettin değil mi? Ve
aynı bir Haneke filmini izlerken hissettiklerimiz gibi, sürekli bir rahatsızlık
hissiyle okuruz Orwell’ı: Orwell rahatsız
okumalar diler!
Hümanist tohumlardan yeşeren Utopia’nın
babası Thomas More’a ve teknolojik gelişmelerin mutlu anlatıcısı Jules Verne’e
dil çıkaran Orwell, 50 yıl içerisinde, üvey
babalarından biri olduğu Distopia’nın
eş anlamlısı haline gelir. Distopia, gerçek
babasını elbette unutmaz; ama bu üvey baba onun dilini herkesten daha iyi anlar
ve derdini daha iyi anlatır. 400 yıl önce huzur içerisinde yaşarken
bıraktığımız Utopia halkı, sanki bir
devam filmindeymiş gibi Bin Dokuz Yüz
Seksen Dört’te karşımıza çıkar. Orwell, insanın karanlık ruhunun
fotoğrafını herkesten daha iyi çeker.
Jack London’ın ve Zamyatin’in kaleminden fırlayan distopia, bugün insanoğlunun en çok okuduğu roman türlerinden biri.
More’un Utopia’sı, Campanella’nın “Güneş Ülkesi” masalı gün geçtikçe insanların masal olduğunu daha iyi kavradıkları
birer metin haline gelirken distopialar giderek
daha gerçekçi ve korkutucu olmaya başladılar. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde yaşayan yaratıkların kurgusal
fotoğraflarını bize sunan Distopia; öğüt
veren, doğruyu gösteren, sevgiyi ve mutluluğu müjdeleyen abisini 400 yıl sonra
ringe serdi. Dileyelim de hakem 10’a kadar saymadan yara bere içerisinde kalmış
bu abi ayağa kalkıp maça devam etsin ve kazansın!
Yine de unutmayalım: Büyük Birader “onu
da” izliyor!
(*) Bu deneme aynı adla kitap-lık'ın Eylül-Ekim 2014 sayısında yayımlanmıştır.
(*) Bu deneme aynı adla kitap-lık'ın Eylül-Ekim 2014 sayısında yayımlanmıştır.