"Haddim olmayarak..." diye başlayan diğer film yazılarıma inat yine bir filmle ilgili yazıyorum. Hem de yazının konusu olan filmin sahibi, son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da ile sadece sinemaseverler değil edebiyat tutkunları tarafından da çokça övgüye -istisnalar kaideyi bozmaz- boğulan; gerçek anlamda dünya çapında bir yönetmen: Nuri Bilge Ceylan. Stresimi arttıran bir diğer unsursa bu filmin Avrupa'nın en önemli film festivallerinden biri olan Cannes'da hem Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülmesi, hem de başrol oyuncularının En İyi Aktör ödülünü paylaşması. Uzatmayalım; yazımızın konusu, Nuri Bilge Ceylan'ın taşra üçlemesinin son filmi olan ve Ceylan'ı dünya çapında tanınan bir yönetmen konumuna getiren Uzak.
Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı ve Koza haricindeki tüm filmlerini izledim. Kesinlikle bir şaheser olan son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da yı hariç tutarsak en çok etkilendiğim filmleri İklimler ve Uzak oldu. 2008 yılında izlediğim Üç Maymun, Nuri Bilge Ceylan ile ilk randevumdu ve itiraf ediyorum, ortalamanın altında bir sinema izleyicisinin vereceği tepkiyi vererek filme sövüp saymıştım (Yine de yakın zamanda tekrar izlediğim bu film, Ceylan'ın filmleri arasında Kasaba'dan sonra bana en uzak gelenidir)! Geçen 3 yılın ardından bu yaz başında Zeynep'le İklimler'in başına oturduğumda bir tedirginlik ve belki bir önyargı vardı; ancak kendini seyirciye yavaş yavaş açan film bittiğinde çok etkilenmiş ve Ceylan'ın diğer filmlerini ard arda izlemiştim. İklimler'in hemen ardından izlediğim Uzak, Nuri Bilge Ceylan'la 3. randevum oldu.
Açılış sekansında, karla kaplı bir arazide -kasabanın çıkışı olsa gerek- bir adamın bata çıka yürüdüğünü görürüz. Zorlanarak yolu tamamlayıp kameraya döndüğünde bu adamın Kasaba'da "Buralardan gitmem lazım; ben bu kasabaya sığmıyorum!" diyen ailenin asi çocuğu olduğunu anlarız. Aslında bu iki filmi birbirine bağlı okumak gibi bir zorunluluğumuz yok; ancak bu anlamda bir devam hikayesi olarak da düşünülebilir Uzak. Adamın bir minibüse bindiğimi görmemizle bu sekans son bulur. Kimdir bu adam?
Filmin künyesi gözümüzün önünden geçtikten sonra bir başka adamla tanıştırır bizi Nuri Bilge Ceylan. Arka planda bir kadın soyunmaktadır; adamın yüzü sıkıntılıdır. Sevişme başlangıcında bir çift görürüz; ancak bunun, içinde duygu barındırmayan bir seks oyunu olduğu düşüncesi de kafamızda yer eder. Kadının apartmandan sert ve hızlı adımlarla çıkışı bu düşünceyi güçlendirir. Bu sahneden sonra tekrar adama döneriz. Yatağa bulaşmış bir şeyi -ki tahmin etmemiz çok zor değildir- siler, mutfağa gider; bir şeylere bakar. İlk başta anlamayız; ama film açıldıkça mutfakta bir fare olduğunu, kapının kirişine de bu nedenle bir tuzak kurulduğunu anlarız. Tam o anda telefon çalar, koşarak gelir; ancak telesekreter ondan önce davranmıştır. Adamın adının Mahmut olduğunu annesinin telesekretere bıraktığı mesajdan anlarız. Baştaki seks sahnesinden sonra Mahmut kişiliğiyle ilgili ikinci soruyu sorarız: Neden telefonu açmıyor, annesiyle konuşmak istemiyor? Derken sabah olur, Mahmut bölük pörçük bir kahvaltı eder ve akabinde evinin bir odasında seramik fotoğrafları çeker. Yönetmen hepi topu 4 sahneyle Mahmut'u bize anlatmıştır bile: Dağınık bir yaşam süren, sorunlu, içinde bir boşluk olan, yalnız bir fotoğrafçı. Peki karda batıp çıkan adama nolmuştur?
Sorumuzun yanıtını kısa sürede alırız: Karda batıp çıkan adamı Mahmut'un sokağında görürüz. Onun apartmanının kapısının önünde dolanır. Kapıcıyla yaptığı kısa sohbetten Mahmut'u aradığını, memleketten akrabası olduğunu anlarız. Adam oralarda dolanır, güneş gözlüğünü takıp bir sigara yakarak sokaktaki bir kıza caka satar kendince. Mahmut, akşam eve döndüğünde memleketten akrabası olan ve bizim yazının başından beri Saramagovari bir şekilde karda batıp çıkarak yürüyen adam olarak tanımladığımız adamı apartmanın girişindeki kapıcının masasında uyuklarken bulur ve evine çıkarır. Bunu yapmakla da kalmaz, adamın adını söyleyerek bizi o uzun hitaptan kurtarır: Yusuf.
Mahmut ve Yusuf, evin mutfağında konuşurlarken hikayeyi anlamaya başlarız: Yusuf'un çalıştığı fabrika yaklaşık 1000 kadar kişiyi -Üfff, 1000 kişi! Bir kasaba dolusu insan!- işten çıkartmıştır. İşsiz kalanlar arasında Yusuf ve babası da vardır. Yusuf çareyi kasabadan kaçıp gemilerde çalışmak olarak düşünmüş, bir iş bakmak için de İstanbul'a gelmeye karar vermiştir. Aslında Yusuf'un herhangi bir vasfı yoktur; amaç bir şekilde kasabanın dışına çıkmaktır. Nuri Bilge Ceylan'ın ilk uzun metraj filmi olan Kasaba'da da aynı aktör aynı düşünceleri dile getirmemiş midir zaten? Sanki kasabanın dışında müthiş bir mutluluk ve enerjiyle akıp giden bir hayat vardır. Nitekim Yusuf, Mahmut'un yaptığı uyarı sonrası -Uzun yolculuklar oluyor, dayanabilecek misin?- verdiği yanıtta bu düşüncesini bir anda açığa vurur: Gezmek istiyorum ya hep siz mi gezeceksiniz bu dünyayı, biraz da biz gezelim, nolacak yani? Mahmut'un derdinin başka olduğunu da bu cümleden hemen sonra anlarız: Gez bakalım, her yer aynı yani hiçbir yerin birbirinden farkı yok da, bu işin kesinleşmesi kaç gün sürer?
Bu sorudan anlarız ki Mahmut, memleketlisi Yusuf'un bu misafirliğinden memnun değildir. Bu filmin ilk kırılma noktasıdır. Benim düşünceme göre bu filmi Mahmut karakteri üzerinden okumak daha doğrudur. Yaşadığı dağınık, bölük pörçük, sıkıntılı ve boş yaşantıda bu adama yer yoktur! Yusuf bu soruya "Tam olarak bilmiyorum da..." diye üç noktalı bir yanıt verince Mahmut bir atak daha yapar: "Bana bir hafta demiştin de?.." Bu yabancının verdiği rahatsızlığa bir hafta dayanabilecek şekilde ayarlamıştır kendisini Mahmut, bunun aşılmasını istemez. Yusuf'a yatacak yer gösterip evin kurallarını söyledikten sonra -Banyodaki değil küçük tuvaleti kullan, sigarayı mutfakta içiyoruz- onu odada yalnız bırakır. Salona geçen Mahmut, Yusuf'un ayakkabılarından pis bir koku geldiğini fark eder, ayakkabıların içine koku sıkar ve onları ayakkabılığa kaldırır. Bu filmde en sevdiğim şey, küçük hareketlerin rahatsız ediciliğini çok iyi yakalamasıdır. Bu sahne, buna iyi bir örnek teşkil ediyor.
Ertesi güne geçtiğimizde Yusuf'un -daha önce de yazdığım gibi- sadece gemilerde ne iş olsa yapmak için değil büyük şehrin havasını tatmak, biraz avarelik etmek, bütün bir hayatını geçirdiği kasabadan biraz olsun başını çıkartmak için de geldiğini öğreniriz. Evet, Yusuf iş de bakar; ama bu sanki biraz da görev duygusuyla yapılır. Günün akşamında Mahmut, Yusuf'a işiyle ilgili sorduğu soruyla aslında "Bu daha ne kadar sürecek?" sorusuna yanıt arar. Bir sonraki gün, Mahmut'un arkadaşlarıyla yaptığı fotoğraf-kadın sohbeti, Yusuf'un bu dünyaya ne kadar uzak olduğunu bize gösterir. Benzer bir durumu günün akşamında beraber izledikleri Tarkovski filminde de görürüz; ama bu sahne bizim için bir açıdan daha önemlidir. Yusuf filmi sıkıcı bulup yatmaya karar verdikten sonra Mahmut bir porno film açar. Sabah arkadaşlarıyla fotoğraf üzerine derin sohbetler yapan adam, filmin başından itibaren sunulan tabloya baktığımızda cinsel açlık çeken birisidir ve bu anlamda Yusuf'la benzeşmektedir. Filmin ilerleyen sahnelerinde gördüğümüz üzere Yusuf birçok kadından etkilenir: Mahallede caka sattığı kadın, Beyoğlu Sineması'nda dergilere göz gezdiren kadın, metroda bacağı bacağına değen kadın... Yusuf'unki bir hoşlanmadan çok bu kadınlarla sevişme isteğidir. Mahmut, taşradan gelen bu adamın yanında entelektüel ve ağır karakterli bir görünüm çizmeye çalışır: Taşradan şehre gelmiş ve şehirde tutunmayı başarmış biri gibi gözükür; ama aslında o da ayak altında dolanan biridir. Taşrayı, çıktığı kasabayı unutmaya çalışmaktadır; ama içten içe çok da uzakta olmadığını bilir. Annesi, Yusuf, ona hep güç bela kurtulduğu kasabayı hatırlatır; bu nedenle onlardan uzak durmaya çalışır. O burada yalnız ve kırık dökük de olsa bir yaşantı kurmuştur; annesinden gelen bir telefon ya da Yusuf'un burada yaptığı konaklama bu kapalı hayata çomak sokmakta ve kurtulmak için uğraştığı; ama hala derinlerde bir yerde yaşattığı taşra yaşantısını hatırlatmaktadır.
Film ilerledikçe Mahmut'un hayatına dair bir şey daha öğreniriz: Bitmiş bir evliliği vardır ve sanki derinlerde bir yerde Mahmut bu evliliğin bitişiyle ilgili kendini suçlamaktadır. Dahası 3 aylıkken alınmış bir çocuk vardır ve bu Mahmut'un eski eşini, bir daha çocuğu olamayacağı gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Mahmut durumu boşanmak üzereydik, ondan istemedim diye açıklamaya çalışsa da bu konu bir yerde onun da canını yakar. Kısacası bu kırık dökük yaşantı başkalarının hayatını da mahvetmiştir... Mahmut sadece ailesinden, memleketinden, Yusuf'tan değil, her şeyden uzak, sorumsuz ve sorunlu bir anti-kahramandır. Bu kapalı ve yalnız yaşantıyı bir zırh gibi üzerine geçirmiş, tüm sorumluluklarından kurtulmaya çalışmaktadır. Nitekim annesinin hastalığı sırasında da İstanbul'da değildir. Ablasının ısrarlı telefonları sonucu bir gece refakatçi kalmak dışında pek bir şey yapmaz. Bu işin tek olumsuz yanı, yalnızlığı ve sorumsuzluğu bir zırh gibi üzerine geçiren Mahmut, bir de ablasına ve yeğenine açmak zorunda kalmıştır evini, bir süre için.
Filmdeki bir diğer kırılma noktasıysa Mahmut'un, filmin başında gördüğümüz kadınla birlikte olmak için Yusuf'tan eve 22.00'ye kadar gelmemesini rica etmesidir. Yusuf bütün bir gün İstanbul'da dolaşır, geri döndüğündeyse Mahmut'u oldukça sinirli bulur: Yaşadığı cinsel bunalım, suçluluk duygusu, Yusuf'un ne zaman gideceğinin belirsiz olmasının yarattığı sinirlilik bu bölümde gün yüzüne çıkar. Yalnız yaşantısına çomak sokan, ona kasabayı, arada kalmışlığı, çok da uzağında olmayan kişiliğini hatırlatan bu adama duyduğu öfke bir anda patlar: Peki oğlum bu durumda ne yapacaksın, bana onu söyle! Bunun üzerine Yusuf, Mahmut'un fotoğraf işlerini yaptığı seramik firmasında kendisine bir yer ayarlayıp ayarlayamayacağını sorar. Mahmut'un yanıtı serttir; çünkü Yusuf'un böyle bir iş bulması demek aynı zamanda Mahmut'un başına tebelleş olması demektir. Senin ne vasfın var ki işe alsınlar, diyerek onu ezer; ama içten içe biliriz ki Yusuf'un bir vasfı olsa da Mahmut onu istememektedir. Kavga sırasında Yusuf da Mahmut'tan yakınır: Burası çok değiştirmiş sizi! Aslında burası değiştirmemiştir Mahmut'u; arada bırakmıştır.
Kaybolan gümüş saat hikayesiyse son nokta olur. Kavga sonrasında Mahmut haldır haldır bir şeyler aramaya başlar evin içinde, bir süre sonra Yusuf ne aradığını sorar. Gümüş, köstekli bir saattir Mahmut'un aradığı. Yusuf görmediğini söyler. Emin misin diyerek üsteler Mahmut. Görmedim, görmüş olsam söylerim, niye söylemeyeyim ki? Mahmut biraz durur, sonra odadan çıkar ve saati aramaya devam eder; nitekim bir sürü ıvır zıvırın bulunduğu bir kutunun içerisinde bulur saati; ama Yusuf'a söylemez. Böyle bir suçlamanın Yusuf'un canını acıtacağını bilmesine rağmen susar. Nitekim bu olaydan sonra film hızlı bir çözüme doğru yol alır. Yusuf düşünceli bir şekilde sigara içer akşam ve bir karar verir. Biz bu kararın ne olduğunu ertesi gün öğreniriz: Pılını pırtını toplayıp evden gider. Gitmeden önce balkonda son sigarasını içerken boğazdan geçen tankerlere bakar. Nereye gider Yusuf? Kafasına koyduğu gibi gemilerde bir iş mi bulur? Yoksa Gidersem bir daha hayatta çıkamam dediği kasabaya mı döner? Bunu bilemeyiz. Mahmut'sa, yeni eşiyle birlikte Kanada'ya giden eski eşini izler gizlice havaalanında. Eski eşi, Mahmut'un bencilliği nedeniyle belki bir ömür boyu çocuk sahibi olamayacaktır; ancak kızgın ya da kırgın değildir. Yeni bir hayat kurmuştur kendine ve bir şekilde mutludur. Bu, Mahmut'un içindeki vicdan azabını ve suçluluk duygusunu arttırır. Eve döndüğünde portmantoda, filmin başında Yusuf'a verdiği anahtarlığın asılı olduğunu görür. Yusuf'un odasını kontrol eder ve onun gittiğini anlar. Mahmut'u Boğaz'a nazır bir bankta düşünceli bir şekilde sigara içerken görürüz; oysa bir gün önceki kavgada Yusuf'a sigarayı bıraktığını söylemiştir. Mahmut'u düşünceli bir şekilde boğaza bakar halde bırakır ve filmi bitiririz.
Yazımın başında filmi Mahmut karakteri üzerinden okumanın daha doğru olduğunu söylemiştim. Öyle düşünüyorum; çünkü Yusuf'un gelmesiyle bütün düzeni alt üst olan ve uzakta kalmayı tercih ettiği yaşantısıyla yüzleşmek zorunda kalan Mahmut'tur. Yusuf, Mahmut'u sıktığının farkında bile değildir. Elbette bir saf ve temiz çocuk da değildir; ama bozuk şivesinin, antrede bıraktığı kokmuş ayakkabıların, Mahmut Abisi yokken salonda sigara içmenin, o televizyon seyrederken başında durup ekrana bakmanın Mahmut'un sinirini bozduğunu bilmez. Aynı nedenle, seramik firmasında iş istediğinde Mahmut'un kızmasına da anlam veremez. Filmin alt katmanında yer alan rahatsızlık, vicdan azabı, mutsuzluk, arada kalmışlık, hayatı ıskalamışlık duygularını hep Mahmut'ta görürüz.
Aslında bu yazı yerine Ceylan'ın son filmi olan ve 2,5 saat boyunca hayranlıkla izlediğim Bir Zamanlar Anadolu'da yı yazmalıydım; ancak bu denli detaylı bir yazıyı filmi bir kez daha izlemeden yazabilmem zor. Nuri Bilge Ceylan'ı gerçek anlamda dünyaya tanıtan ve Cannes'dan 2 ödülle dönen bu filmle ilgili geç de olsa bir şeyler karalamak istedim. Sürç-i lisan ettikse affola!..
Açılış sekansında, karla kaplı bir arazide -kasabanın çıkışı olsa gerek- bir adamın bata çıka yürüdüğünü görürüz. Zorlanarak yolu tamamlayıp kameraya döndüğünde bu adamın Kasaba'da "Buralardan gitmem lazım; ben bu kasabaya sığmıyorum!" diyen ailenin asi çocuğu olduğunu anlarız. Aslında bu iki filmi birbirine bağlı okumak gibi bir zorunluluğumuz yok; ancak bu anlamda bir devam hikayesi olarak da düşünülebilir Uzak. Adamın bir minibüse bindiğimi görmemizle bu sekans son bulur. Kimdir bu adam?
Filmin künyesi gözümüzün önünden geçtikten sonra bir başka adamla tanıştırır bizi Nuri Bilge Ceylan. Arka planda bir kadın soyunmaktadır; adamın yüzü sıkıntılıdır. Sevişme başlangıcında bir çift görürüz; ancak bunun, içinde duygu barındırmayan bir seks oyunu olduğu düşüncesi de kafamızda yer eder. Kadının apartmandan sert ve hızlı adımlarla çıkışı bu düşünceyi güçlendirir. Bu sahneden sonra tekrar adama döneriz. Yatağa bulaşmış bir şeyi -ki tahmin etmemiz çok zor değildir- siler, mutfağa gider; bir şeylere bakar. İlk başta anlamayız; ama film açıldıkça mutfakta bir fare olduğunu, kapının kirişine de bu nedenle bir tuzak kurulduğunu anlarız. Tam o anda telefon çalar, koşarak gelir; ancak telesekreter ondan önce davranmıştır. Adamın adının Mahmut olduğunu annesinin telesekretere bıraktığı mesajdan anlarız. Baştaki seks sahnesinden sonra Mahmut kişiliğiyle ilgili ikinci soruyu sorarız: Neden telefonu açmıyor, annesiyle konuşmak istemiyor? Derken sabah olur, Mahmut bölük pörçük bir kahvaltı eder ve akabinde evinin bir odasında seramik fotoğrafları çeker. Yönetmen hepi topu 4 sahneyle Mahmut'u bize anlatmıştır bile: Dağınık bir yaşam süren, sorunlu, içinde bir boşluk olan, yalnız bir fotoğrafçı. Peki karda batıp çıkan adama nolmuştur?
Sorumuzun yanıtını kısa sürede alırız: Karda batıp çıkan adamı Mahmut'un sokağında görürüz. Onun apartmanının kapısının önünde dolanır. Kapıcıyla yaptığı kısa sohbetten Mahmut'u aradığını, memleketten akrabası olduğunu anlarız. Adam oralarda dolanır, güneş gözlüğünü takıp bir sigara yakarak sokaktaki bir kıza caka satar kendince. Mahmut, akşam eve döndüğünde memleketten akrabası olan ve bizim yazının başından beri Saramagovari bir şekilde karda batıp çıkarak yürüyen adam olarak tanımladığımız adamı apartmanın girişindeki kapıcının masasında uyuklarken bulur ve evine çıkarır. Bunu yapmakla da kalmaz, adamın adını söyleyerek bizi o uzun hitaptan kurtarır: Yusuf.
Mahmut ve Yusuf, evin mutfağında konuşurlarken hikayeyi anlamaya başlarız: Yusuf'un çalıştığı fabrika yaklaşık 1000 kadar kişiyi -Üfff, 1000 kişi! Bir kasaba dolusu insan!- işten çıkartmıştır. İşsiz kalanlar arasında Yusuf ve babası da vardır. Yusuf çareyi kasabadan kaçıp gemilerde çalışmak olarak düşünmüş, bir iş bakmak için de İstanbul'a gelmeye karar vermiştir. Aslında Yusuf'un herhangi bir vasfı yoktur; amaç bir şekilde kasabanın dışına çıkmaktır. Nuri Bilge Ceylan'ın ilk uzun metraj filmi olan Kasaba'da da aynı aktör aynı düşünceleri dile getirmemiş midir zaten? Sanki kasabanın dışında müthiş bir mutluluk ve enerjiyle akıp giden bir hayat vardır. Nitekim Yusuf, Mahmut'un yaptığı uyarı sonrası -Uzun yolculuklar oluyor, dayanabilecek misin?- verdiği yanıtta bu düşüncesini bir anda açığa vurur: Gezmek istiyorum ya hep siz mi gezeceksiniz bu dünyayı, biraz da biz gezelim, nolacak yani? Mahmut'un derdinin başka olduğunu da bu cümleden hemen sonra anlarız: Gez bakalım, her yer aynı yani hiçbir yerin birbirinden farkı yok da, bu işin kesinleşmesi kaç gün sürer?
Bu sorudan anlarız ki Mahmut, memleketlisi Yusuf'un bu misafirliğinden memnun değildir. Bu filmin ilk kırılma noktasıdır. Benim düşünceme göre bu filmi Mahmut karakteri üzerinden okumak daha doğrudur. Yaşadığı dağınık, bölük pörçük, sıkıntılı ve boş yaşantıda bu adama yer yoktur! Yusuf bu soruya "Tam olarak bilmiyorum da..." diye üç noktalı bir yanıt verince Mahmut bir atak daha yapar: "Bana bir hafta demiştin de?.." Bu yabancının verdiği rahatsızlığa bir hafta dayanabilecek şekilde ayarlamıştır kendisini Mahmut, bunun aşılmasını istemez. Yusuf'a yatacak yer gösterip evin kurallarını söyledikten sonra -Banyodaki değil küçük tuvaleti kullan, sigarayı mutfakta içiyoruz- onu odada yalnız bırakır. Salona geçen Mahmut, Yusuf'un ayakkabılarından pis bir koku geldiğini fark eder, ayakkabıların içine koku sıkar ve onları ayakkabılığa kaldırır. Bu filmde en sevdiğim şey, küçük hareketlerin rahatsız ediciliğini çok iyi yakalamasıdır. Bu sahne, buna iyi bir örnek teşkil ediyor.
Ertesi güne geçtiğimizde Yusuf'un -daha önce de yazdığım gibi- sadece gemilerde ne iş olsa yapmak için değil büyük şehrin havasını tatmak, biraz avarelik etmek, bütün bir hayatını geçirdiği kasabadan biraz olsun başını çıkartmak için de geldiğini öğreniriz. Evet, Yusuf iş de bakar; ama bu sanki biraz da görev duygusuyla yapılır. Günün akşamında Mahmut, Yusuf'a işiyle ilgili sorduğu soruyla aslında "Bu daha ne kadar sürecek?" sorusuna yanıt arar. Bir sonraki gün, Mahmut'un arkadaşlarıyla yaptığı fotoğraf-kadın sohbeti, Yusuf'un bu dünyaya ne kadar uzak olduğunu bize gösterir. Benzer bir durumu günün akşamında beraber izledikleri Tarkovski filminde de görürüz; ama bu sahne bizim için bir açıdan daha önemlidir. Yusuf filmi sıkıcı bulup yatmaya karar verdikten sonra Mahmut bir porno film açar. Sabah arkadaşlarıyla fotoğraf üzerine derin sohbetler yapan adam, filmin başından itibaren sunulan tabloya baktığımızda cinsel açlık çeken birisidir ve bu anlamda Yusuf'la benzeşmektedir. Filmin ilerleyen sahnelerinde gördüğümüz üzere Yusuf birçok kadından etkilenir: Mahallede caka sattığı kadın, Beyoğlu Sineması'nda dergilere göz gezdiren kadın, metroda bacağı bacağına değen kadın... Yusuf'unki bir hoşlanmadan çok bu kadınlarla sevişme isteğidir. Mahmut, taşradan gelen bu adamın yanında entelektüel ve ağır karakterli bir görünüm çizmeye çalışır: Taşradan şehre gelmiş ve şehirde tutunmayı başarmış biri gibi gözükür; ama aslında o da ayak altında dolanan biridir. Taşrayı, çıktığı kasabayı unutmaya çalışmaktadır; ama içten içe çok da uzakta olmadığını bilir. Annesi, Yusuf, ona hep güç bela kurtulduğu kasabayı hatırlatır; bu nedenle onlardan uzak durmaya çalışır. O burada yalnız ve kırık dökük de olsa bir yaşantı kurmuştur; annesinden gelen bir telefon ya da Yusuf'un burada yaptığı konaklama bu kapalı hayata çomak sokmakta ve kurtulmak için uğraştığı; ama hala derinlerde bir yerde yaşattığı taşra yaşantısını hatırlatmaktadır.
Film ilerledikçe Mahmut'un hayatına dair bir şey daha öğreniriz: Bitmiş bir evliliği vardır ve sanki derinlerde bir yerde Mahmut bu evliliğin bitişiyle ilgili kendini suçlamaktadır. Dahası 3 aylıkken alınmış bir çocuk vardır ve bu Mahmut'un eski eşini, bir daha çocuğu olamayacağı gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Mahmut durumu boşanmak üzereydik, ondan istemedim diye açıklamaya çalışsa da bu konu bir yerde onun da canını yakar. Kısacası bu kırık dökük yaşantı başkalarının hayatını da mahvetmiştir... Mahmut sadece ailesinden, memleketinden, Yusuf'tan değil, her şeyden uzak, sorumsuz ve sorunlu bir anti-kahramandır. Bu kapalı ve yalnız yaşantıyı bir zırh gibi üzerine geçirmiş, tüm sorumluluklarından kurtulmaya çalışmaktadır. Nitekim annesinin hastalığı sırasında da İstanbul'da değildir. Ablasının ısrarlı telefonları sonucu bir gece refakatçi kalmak dışında pek bir şey yapmaz. Bu işin tek olumsuz yanı, yalnızlığı ve sorumsuzluğu bir zırh gibi üzerine geçiren Mahmut, bir de ablasına ve yeğenine açmak zorunda kalmıştır evini, bir süre için.
Filmdeki bir diğer kırılma noktasıysa Mahmut'un, filmin başında gördüğümüz kadınla birlikte olmak için Yusuf'tan eve 22.00'ye kadar gelmemesini rica etmesidir. Yusuf bütün bir gün İstanbul'da dolaşır, geri döndüğündeyse Mahmut'u oldukça sinirli bulur: Yaşadığı cinsel bunalım, suçluluk duygusu, Yusuf'un ne zaman gideceğinin belirsiz olmasının yarattığı sinirlilik bu bölümde gün yüzüne çıkar. Yalnız yaşantısına çomak sokan, ona kasabayı, arada kalmışlığı, çok da uzağında olmayan kişiliğini hatırlatan bu adama duyduğu öfke bir anda patlar: Peki oğlum bu durumda ne yapacaksın, bana onu söyle! Bunun üzerine Yusuf, Mahmut'un fotoğraf işlerini yaptığı seramik firmasında kendisine bir yer ayarlayıp ayarlayamayacağını sorar. Mahmut'un yanıtı serttir; çünkü Yusuf'un böyle bir iş bulması demek aynı zamanda Mahmut'un başına tebelleş olması demektir. Senin ne vasfın var ki işe alsınlar, diyerek onu ezer; ama içten içe biliriz ki Yusuf'un bir vasfı olsa da Mahmut onu istememektedir. Kavga sırasında Yusuf da Mahmut'tan yakınır: Burası çok değiştirmiş sizi! Aslında burası değiştirmemiştir Mahmut'u; arada bırakmıştır.
Kaybolan gümüş saat hikayesiyse son nokta olur. Kavga sonrasında Mahmut haldır haldır bir şeyler aramaya başlar evin içinde, bir süre sonra Yusuf ne aradığını sorar. Gümüş, köstekli bir saattir Mahmut'un aradığı. Yusuf görmediğini söyler. Emin misin diyerek üsteler Mahmut. Görmedim, görmüş olsam söylerim, niye söylemeyeyim ki? Mahmut biraz durur, sonra odadan çıkar ve saati aramaya devam eder; nitekim bir sürü ıvır zıvırın bulunduğu bir kutunun içerisinde bulur saati; ama Yusuf'a söylemez. Böyle bir suçlamanın Yusuf'un canını acıtacağını bilmesine rağmen susar. Nitekim bu olaydan sonra film hızlı bir çözüme doğru yol alır. Yusuf düşünceli bir şekilde sigara içer akşam ve bir karar verir. Biz bu kararın ne olduğunu ertesi gün öğreniriz: Pılını pırtını toplayıp evden gider. Gitmeden önce balkonda son sigarasını içerken boğazdan geçen tankerlere bakar. Nereye gider Yusuf? Kafasına koyduğu gibi gemilerde bir iş mi bulur? Yoksa Gidersem bir daha hayatta çıkamam dediği kasabaya mı döner? Bunu bilemeyiz. Mahmut'sa, yeni eşiyle birlikte Kanada'ya giden eski eşini izler gizlice havaalanında. Eski eşi, Mahmut'un bencilliği nedeniyle belki bir ömür boyu çocuk sahibi olamayacaktır; ancak kızgın ya da kırgın değildir. Yeni bir hayat kurmuştur kendine ve bir şekilde mutludur. Bu, Mahmut'un içindeki vicdan azabını ve suçluluk duygusunu arttırır. Eve döndüğünde portmantoda, filmin başında Yusuf'a verdiği anahtarlığın asılı olduğunu görür. Yusuf'un odasını kontrol eder ve onun gittiğini anlar. Mahmut'u Boğaz'a nazır bir bankta düşünceli bir şekilde sigara içerken görürüz; oysa bir gün önceki kavgada Yusuf'a sigarayı bıraktığını söylemiştir. Mahmut'u düşünceli bir şekilde boğaza bakar halde bırakır ve filmi bitiririz.
Yazımın başında filmi Mahmut karakteri üzerinden okumanın daha doğru olduğunu söylemiştim. Öyle düşünüyorum; çünkü Yusuf'un gelmesiyle bütün düzeni alt üst olan ve uzakta kalmayı tercih ettiği yaşantısıyla yüzleşmek zorunda kalan Mahmut'tur. Yusuf, Mahmut'u sıktığının farkında bile değildir. Elbette bir saf ve temiz çocuk da değildir; ama bozuk şivesinin, antrede bıraktığı kokmuş ayakkabıların, Mahmut Abisi yokken salonda sigara içmenin, o televizyon seyrederken başında durup ekrana bakmanın Mahmut'un sinirini bozduğunu bilmez. Aynı nedenle, seramik firmasında iş istediğinde Mahmut'un kızmasına da anlam veremez. Filmin alt katmanında yer alan rahatsızlık, vicdan azabı, mutsuzluk, arada kalmışlık, hayatı ıskalamışlık duygularını hep Mahmut'ta görürüz.
Aslında bu yazı yerine Ceylan'ın son filmi olan ve 2,5 saat boyunca hayranlıkla izlediğim Bir Zamanlar Anadolu'da yı yazmalıydım; ancak bu denli detaylı bir yazıyı filmi bir kez daha izlemeden yazabilmem zor. Nuri Bilge Ceylan'ı gerçek anlamda dünyaya tanıtan ve Cannes'dan 2 ödülle dönen bu filmle ilgili geç de olsa bir şeyler karalamak istedim. Sürç-i lisan ettikse affola!..