15 Ocak 2017 Pazar

Stefan Zweig Üzerine


Liste yapma konusunda ne denli beceriksiz olduğuma iki sene önce yazdığım bir yazıda değinmiştim. "5 Kırılma Noktasıbaşlıklı yazımda, edebiyat algımda kırılmaya yol açan 5 yazardan müteşekkil bir liste yapmış ve neden bu 5 yazarı seçtiğimi açıklamıştım. O zamandan bu yana, o listeye Stefan Zweig'ı almamış olmak bende hep bir huzursuzluk yarattı; oysa 2012 yılında Montaigne denemesi ile hayatıma giren, Distopik Roman ve Felaket Tellalı George Orwell Üzerine Bir Deneme'nin ilhamını veren; yalnızca novellaları ve hikayeleri ile değil, yazdığı biyografiler ve otobiyografisi ile de beni çok etkileyen, okuduğum her kitabından farklı bir tat aldığım, her kitabından Avrupa kültürünün fışkırdığı Zweig'ın üzerimdeki tezahürü, o listedeki 5 yazardan aşağı değildi. 2012'den bu yana, aralıklarla pek çok randevum oldu Zweig'la: Montaigne, Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Gömülü Şamdan, Dünün Dünyası, Balzac, Satranç... Bazı yazarların tek bir kitabını okuduğunuzda dahi "Bu yazarın tüm külliyatını okumalıyım." dersiniz; Stefan Zweig, benim için tam da böyle bir yazar oldu ve geniş külliyatından seçtiğim hiçbir kitap bu kanımı haksız çıkarmadı; her bir kitabından insan psikolojisinin ve engin Avrupa kültürünün fırladığı Zweig, çok sevdiğim dostlarımdan biri oldu. Türkiye'de hak ettiği okuyucu kitlesine ulaştığına inanmadığım yazarlardan biri olduğu için de ne zaman bir kitap hediye edecek olsam veya benden bir kitap tavsiyesi istense, her seferinde "Okumadığım kitaplarına dahi kefil olurum!" gibi beylik bir sözle öncelikle Zweig'tan bir kitap önerdim. Zaman geçtikçe, Stefan Zweig'ın üzerimde ne denli büyük bir etkisi olduğunu daha da iyi fark ettim; tam da bu nedenle onun, mini listemde yer almaması beni daha çok rahatsız etti. Kendini Avrupa kültürüyle yoğurarak var etmiş ve o kültürün çöküşünü görme bahtsızlığını yaşamış; Avrupa'nın 20. yüzyıldaki kasvetli havasının bir daha değişmeyeceğini düşüncesinin yarattığı bedbinliğe dayanamayarak intihar etmeyi yeğlemiş bu yazarı bir yazımın ana konusu yapmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum.

Doğrusu, Stefan Zweig'la tanışmamı sağlayan Montaigne denemesini, Zweig'ın yazı dünyasını tanımak için değil, meşhur Denemeler'ini (daha doğrusu, Sabahattin Eyuboğlu'nun Montaigne'nin 4 cilde yayılan Denemeler'inden seçip çevirdiği kitabı) okuyup durduğum, kendisine öykünerek denemeler yazdığım Montaigne'i biraz daha yakından tanımak için almıştım; lâkin bir biyografi yazarı olarak Zweig'ın Montaigne'e yaklaşımı o derece ilgimi çekti ki kitabı bitirdiğimde Montaigne'i daha iyi tanımış olmanın keyfinin yanı sıra, yeni bir dost edinmiş olmanın mutluluğunu duyuyordum. Okuduğum lalettayin bir biyografi değildi: Stefan Zweig, Montaigne'de Avrupa tarihine damga vurmuş bir yazarı, onu oluşturan ve yıllar sonra gömülü sandıklardan çıkmasına neden olan sosyolojik olaylar çerçevesinde ele alıyordu. Yazarın ilgisini çeken, yalnızca Montaigne'in yaşamı değildi; Montaigne'i oluşturan etmenleri, tarihi ve sosyolojik açıdan ortaya koyuyor, bir müddet unutulan bu adamı 20. yüzyıl başında neden tekrar hatırladığımızı yine aynı şekilde, tarihi bir gerçeklik üzerine oturtarak açıklıyor; bir düşünürün hayatını ve eserlerini, onları oluşturan ortamı, ötesi ve berisi ile birlikte değerlendiriyordu. Bu düşünce beni o denli heyecanlandırdı ki, aynı mantıkla George Orwell üzerinden distopik roman kavramını incelemeye karar vermiş ve Distopik Roman ve Felaket Tellalı George Orwell Üzerine Bir Deneme'yi yazmıştım.


Ali Nesin'in yanlış hatırlamıyorsam 09.04.2014 tarihinde katıldığı Genç Bakış programında dile getirdiği ve çok hoşuma giden bir tespiti vardı (Kelimesi kelimesine aklımda olmadığı için mealen alıntılıyorum): Ressamsan bir şeye baktığın zaman resim göreceksin! Bu iddialı lafın üzerine düşündükçe Nesin'in ne kadar haklı olduğunu fark ettim. Burada kast edilenin anlık ilhamlar, nereden geldiği belli olmayan parıltılar, dâhiyâne bir yetenek değil; adanmışlık, hayatı öyle görme olduğunu anladıkça sözü daha da sevdim, benimsedim. Aslında Ali Nesin'in söylediği, benim bükülmüş gerçeklik düşüncemle dile getirmek istediğime de benziyordu biraz: Oscar Wilde'ın dediği gibi, doğa sanatı taklit eder! Gerçek bir sanatçı, gerçekliği kendince büker (bir diğer deyişle, baktığı yerde kendi sanatını görür) ve onu yeniden yorumlar. Picasso'nun "O balık değil, resim." sözü de bir nevi bunun tezahürüdür: Gerçeklik değişir, bükülür ve Picasso tarafından tekrar yorumlanır. Başka bir yazımda da belirttiğim gibi: Bazılarımızın hayatları ne kadar kafkaesktir. Hele bazı olaylar vardır ki tam aziznesinliktir. Bu büyük yazarlar, gerçekliği o denli bükmüşlerdir ki biz, hayatı o gözle görmeye, onların anlattıkları şekliyle hayatı algılamaya başlarız: Doğa sanatı taklit eder.


Stefan Zweig'ın tüm metinlerinde, baktığı yerde derin bir Avrupa kültürü ve insan psikolojisi gören bir yazar görüyorum. Avrupalı olmak, Zweig için o kadar belirleyicidir ki hayatını şekillendirir, biyografisinin alt başlığına dönüşür (Dünün Dünyası: Bir Avrupalının Anıları) ve nihayetinde, hayatından vazgeçmesinin müsebbibi olur. Onun yazdığı herhangi bir biyografiyi okurken, yalnızca biyografiye konu kişinin hayatına tanık olmayız; onun psikolojisinin derinliklerine iner ve onu meydana getiren kültürle tanışırız. Montaigne'ni okurken yıllar evvel Avrupa'da esen hümanizm ve Rönesans rücgarlarından ya da Balzac'ı okurken Napoleon Bonaparte'ın fetihleriyle Fransa'daki bir nesli nasıl coşturduğundan bahsedilmesi bizi şaşırtmaz; zira tüm bunlar, kitabın ana konusu olan kişiyi oluşturan yapı taşlarıdır. 19. yüzyılın sonlarında doğan, Avrupa kültürünün gürül gürül çağladığı Viyana sokaklarında Mahler'i görerek büyüyen, Nietzche-Kierkegaard tartışmalarının sürüp gittiği, herkesin edebiyat dergilerini karıştırarak en yeni, en tuhaf, en inanılmaz olanı bulmak için yarıştığı bir arkadaş çevresinde yetişen, Rainer Maria Rilke ile vakit geçiren; hülasa Avrupa kültürünün zirvesine bizzat tanıklık eden ve o kültürle yoğrularak kendini var eden Zweig, baktığı her yerde bu derin kültürü görür, her şeyi bu büyüteçle yorumlar; tüm bunları Freud'un teorisine ve insan psikolojisine olan derin merakı ile birleştirip okura sunar. Bu müthiş entelektüel birikim, Stefan Zweig'ın yazdığı her şeye nüfuz eder; zira Zweig için olması gereken budur. Hiçbiri, metinlere suni bir şekilde enjekte edilmiş şeyler değildir; Zweig tüm bunları ruhunda öyle bir birleştirmişti ki, bu artık onun doğal bakışı olmuştur. Objektifine aldığı tutkulu insanların tamamını kültürel ve psikolojik bir derinlik içerisinde okuyucusuna aktarmaktadır; çünkü onun hayatı algılama şekli böyledir. Stefan Zweig'ta beni etkileyen işte bu enfes ve benzersiz karışımdır. Zweig, her kitabının odak noktası olan tutkulu insanları insan psikolojisi ve derin bir Avrupa kültürü ile ele alır: Romanlarının merkezi, bir şekilde bu iki anayola bağlanır.


Bu bakış açısı Zweig'ın ruhuna o denli işlemiştir ki, onun sonunu getiren de yine bu olur: Hitler'in, Avrupa kültürüne vurduğu darbenin, yarattığı kaosun karamsarlığı bu Avrupalı'yı o kadar derinden etkiler ki, bunun hiçbir zaman düzelmeyeceğini düşünerek derin bir umutsuzluk içinde, 2. Dünya Savaşı'nın ortasında intihar eder.

Stefan Zweig'ın değerinin pek bilinmediğinden bahsetmiştim, bu düşünce ilk başta tuhaf gelebilir: Bugün, herhangi bir kitapçıda pek çok çevirisini gördüğümüz, İş Bankası Kültür Yayınları'nın "Modern Klasikler" dizisi içerisinde hemen tüm kitaplarının yeni basımlarını okuyucuyla buluşturduğu bir dönemde bir yazarının değerinin bilinmediğinden bahsetmek biraz ilk bakışta abes görünüyor. Yine de ben, bu mükemmel yazarın Satranç kitabı haricinde pek de hak ettiği şekilde değerlendirilmediği kanaatindeyim. Dilerim tüm novellaları ve başta Montaigne ve Balzac olmak üzere bu yazarın elinden çıkmış tüm biyografiler çok daha büyük okur kitleleri ile buluşur.