Mor ve Ötesi'nin benim için tam bir ilkgençlik yâveri olan "Dünya Yalan Söylüyor" albümünü geçenlerde tekrar dinledim. Hatırlıyorum, albüm 2004 yılının nisanında çıkmıştı; ben de çıktıktan çok kısa bir süre sonra -ilk ya da ikinci hafta- albümü almış olmalıyım, zira elimde albümü gören arkadaşlarımın hiçbir parçayı bilmediklerini, hatta Mor ve Ötesi'nin o dönemde görece küçük bir dinleyici kitlesi dışında çok tanınmadığını anımsıyorum. "Dünya Yalan Söylüyor" çıkışını müteakiben hızlı bir şekilde kulaktan kulağa yayılmış ve yalnızca birkaç hafta içerisinde "Bir Derdim Var"ın, "Yardım Et"in, "Cambaz"ın melodileri hemen herkesin diline pelesenk olmuştu. Dar bir çevre tarafından bilinen "Mor ve Ötesi" artık üniversite şenliklerinin vazgeçilmezi, amatör rock gruplarının yeni gözdesi, Türkçe rock müziğin zirvesiydi. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, tüm bunların üzerinden 15 yıl geçmiş. Bu 15 yıl içerisinde bu denli sükse yapan ve yaratıcılarının bilinirliğini bu denli arttıran başka bir albüm çıktığını hatırlamıyorum. Dahası, bundan sonra da olacağını sanmıyorum. 80'li yılların sonlarında doğmuş nesil olarak biz, milyonlar satan albümleri gören, walkmanimizin pili bitmesin diye kasetleri kalemlerimizle başa saran, discman sahibi olmayı fiyaka sayan, harçlıklarımızdan biriktirdiklerimizle albümler satın alan, onların kartonetlerine heyecanla bakan; ezcümle albüm dinleyen muhtemelen son nesiliz. Değişen müzik dinleme alışkanlıklarımız artık bir albümün parlamasına pek müsaade etmiyor; zira albüm değil, parça dinliyoruz. Dört bir yandan fışkıran müzik hercümerci içerisinden birkaç parça kimi zaman aradan sıyrılabiliyor belki; ama onlar da çoğu kez, avucumuzdan denize dökülen su damlaları misali hızlıca kitlenin parçası oluyorlar tekrar. Bu anlamda "Dünya Yalan Söylüyor" için bir devri kapatan albüm diyebilir miyiz? Bu biraz iddialı bir söylem olur; sanırım şu cümle, durumu daha iyi anlatıyor: "Dünya Yalan Söylüyor" bir devrin kapanışına yetişmiş güzel bir albüm.
Peki, bu devir açma/kapatma teranesini bir kenara koyalım; zira esas meselem bu değil. Asıl derdim, The Wall ve Derinleşen Merkez Üzerine Bir Deneme'de değindiğim bir kavramı biraz daha açmak: İlkgençlik yâverleri. Her ne kadar o yıl çokça dinlesem de albüm bir yıl sonra bile artık benim için çok da anlam ifade etmemeye başlamıştı. Biraz ergenliğin dalgalı deniz hali, biraz da çok popüler olandan uzaklaşma isteği nedeniyle "Dünya Yalan Söylüyor"u kısa bir süre içerisinde rafa kaldırmıştım. Açıkçası, aradan geçen yıllarda da açıp dinlemek pek gelmedi içimden. "Dünya Yalan Söylüyor"u yıllar sonra dinlememin esas sebebi de, yine o yazımda belirttiğim naftalin kokusunu içime çekmek; o yıllardaki mutlulukları, üzüntüleri ve bitmek bilmez sebepsiz öfkeleri yâd etmekti.
Bir ilkgençlik yâverine geri döndüğümüzde, zaman-mekan ilişkisi aniden bozulur ve hızla anılarımıza doğru bir yolculuk başlar. Zaman tünelindeki bu geriye doğru yolculukta kendimizi bir koruma kalkanıyla çevrelenmiş halde anılarımızın içinde bulur; bir hayalet misali anıların, olayların arasında fark edilmeden gezeriz. Yıllar önceki halimizi gördüğümüzde onun öfkesini, nefretini, sevincini veya üzüntüsünü hissetmeyiz belki; ama onları anlarız. Biz artık o kişi değilizdir; ama O'na büsbütün yabancı da değilizdir. Yıllar sonra tekrar bir şans verdiğimiz bir ilkgençlik yâverinin bize hediyesi budur: Geçmişte korunaklı bir gezinti. Biz, o öfkeyi, nefreti, sevinci, üzüntüyü hissetmeyiz; ama bir şekilde hepsinin orada olduğunu da biliriz.
İlkgençlik yâverlerine yıllar sonra naftalin kokusunu içimize çekmek için tekrar döndüğümüzde hissettiğimiz duygu çoğu kez sevinç, mutluluk veya üzüntü değil; hüzündür. Yıllar önce bizim hissettiklerimizi bizden çok daha tatlı dile getirdikleri için arkadaş kabul ettiğimiz bu eserler, yıllar sonra içimizde yalnızca hüzün uyandırırlar. Peki neden üzüntü değil de hüzün? Burada ister istemez kelimelere yüklediğimiz anlamlar üzerine düşünmemiz gerekiyor. Elbette bu sorunun yanıtını bir sözlüğü açıp pekala hızlıca bulabiliriz; peki, kelimelere bizler de anlamlar yüklemez miyiz? Söz gelimi dost ile arkadaş aynı şey midir? Sözlüğü açıp baksak, birbirine oldukça yakın anlamlara sahip olduklarını görürüz; ancak, içimizde bir yan dost ile arkadaşın aynı şeyi karşılamadığını söyler. Bu, tamamen bizim kelimelere yüklediğimiz anlamlar nedeniyle oluşan bir ayrımdır: Yıllar içerisinde çevremizdekilerle kurduğumuz ilişkiler, ister istemez bir hiyerarşi oluşmasına neden olur: Bazı kişiler sevdiğimiz arkadaşlarımızdır; ancak, "bazıları" tam anlamıyla kötü gün "dostudur." Hele seçilmiş küçük bir azınlık bizim için, "dosttan da öte" kardeş gibidir. Çevremizdekileri hiyerarşik bir sınıflandırmaya tabi tutarken kullandığımız bu kelimeler, asıl anlamlarından farklı anlamlar taşımaya başlarlar. Dil, onu kullanan insanların yaşadıklarını ona mal etmesiyle genişler, zenginleşir ve biz, yaşadıklarımızdan yola çıkarak dili kendimizce tekrar kurarız. Kelimeler, onlara bizim yüklediğimiz anlamlarla başka başka şeyler de ifade etmeye başlarlar.
Peki, o halde yukarıdaki ayrıma geri dönelim: Hüzün ile üzüntü arasında ne fark vardır? Hüzün, üzüntüyü de içeren bir duygu değil midir? Elbette bu soruya farklı cevaplar vermek mümkün; ancak bence üzüntü ile hüzün arasındaki en temel fark, kabullenmişliktir. Bizde hüzün uyandıran şeyler, burnumuzun direğini sızlatsalar da bize arabesk bir acı vermezler. Onlarla ilişkimizde artık bir tevekkül söz konusudur. Evet, hüzün duyduğumuz anlarda içimizde bir yer cız eder, gözlerimiz nemlenir; ama aynı anda, tuhaftır, yüzümüzde de bir tebessüm belirir: Vaktiyle aynı masada rakı içtiğimiz; akıp giden hayatın bir noktasında bir sessiz geminin yolcusu olarak uğurladığımız yakınımızın anısına, başka bir zamanda kadeh kaldırırken dolan gözlerimizi çeken kamera, yüzümüzü göstermeye başladığında, titreyen; ama hafif de olsa tebessüm eden dudaklar görür. Hüzün dediğimiz duygu tam da budur: Evet, gidişi kabullenmişizdir ve artık canımızdan can gitmez. Hatta mütebessim ifademiz, o kişiyi anmanın bizi mutlu ettiğini, şerefine kadeh kaldırmaktan keyif aldığımızı gösterir; ancak titreyen dudaklarımız, içimizde cız eden o telin tezahürüdür: O kişinin çok seneler geçse de seferinden dönmeyecek olması burnumuzun direğini sızlatmaya devam eder; fakat artık, derinlerde bir yerde kabullenmişlik de vardır. Öte yandan, çok mutlu olduğumuz bir ana döndüğümüzde de yine hüzün duyarız: Evet, mutluyuzdur; ancak artık o güzel günler o güzel atlara binip gitmiştir. Bizi mutlu eden bir günün anısı elbette bizi üzmez; ama yıllar geçip de geride kaldıkça, az da olsa yüreğimizi burkar: Bu kez onların geçmişte kaldıklarını kabulleniriz.
Şimdi, geri dönmek üzere başka bir yere sıçrayalım. 2005 yılında Ferhan Şensoy'un denemelerden müteşekkil "Eşeğin Fikri" isminde bir kitabı yayımlanmıştı. Kitapta yer alan "Amcalardanlaşmakta mıyım?" denemesinin o yıllarda dahi beni çok etkilediğini hatırlıyorum. "O yıllarda dahi" diyorum; zira denemeyi okuduğumda 18 ya da 19 yaşındaydım; bir diğer deyişle daha amcalaşmama çok uzun zaman vardı; bilakis, amcaların sevmeyeceği biri olmak, o yaşların en fiyakalı işiydi! Deneme, Şensoy'un bir barda ya da kafede yanında oturan 20'li yaşlarında iki gencin kulak misafiri olması üzerineydi:
"... ister istemez delikanlıların muhabbetinin içindeyim. Biri uzun saçlı ve küpeli, öbürü dazlak tıraşlı.
- 1980 sonrası şeyler böyle oldu!
türünden son yıllarda çok kullanılan bir söylemdeler. Sanki o yılları yaşamış gibi yorumlar yapıyorlar. Kendilerini gereğinden genç bularak daha büyükmüş gibi yapmaya mı uğraşıyorlar? Bilmediklerini gizlemenin koşar adım bilgiçliği içindeler belki de."
İlkgençlik, tuhaf bir dönemdir; artık çocuk değilizdir, öte yandan büsbütün kendi ayakları üzerinde duran, yaptıklarının sorumluluklarını üstlenen biri olmamıza da daha zaman vardır. Arşivimiz geniş değildir; dolayısıyla yapacaklarımızın sonuçlarının ne olduğunu bilmeyi geçtim, çoğu kez adam akıllı kestiremeyiz bile! Öte yandan bu duygu, tuhaf bir özgürlük ve tehlikeli bir özgüven de verir; yıllar sonra o dönemde yaptığımız ya da söylediğimiz bazı şeylere baktığımızda ister istemez valla iyi cesaretmiş dememizin sebebi de budur. Çocuk külliyatından sıyrılıp yavaş yavaş diğer kitapları okumaya başladığımız bir dönemdir. Borges'in sözünü hatırlayalım: "Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi Dostoyevski'yi keşfetmek de insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilkgençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz." Yaptığımız bu keşifler ufkumuzun behemehal genişlemesini sağlar; bir anda, sanki daha önce hiç kimsenin gezmediği kıtaları keşfetmişiz gibi bir mağrurluk konuşlanır içimize. Bu mağrurluk, aynı zamanda bilmediklerimiz de dahil olmak üzere hemen her konuda konuşma, hadi diyelim ahkâm kesme ve hatta hayatımızdakileri içten içe küçümseme duygusu da uyandırır bizde.
"Uzun saçlı ve küpeli olan, 1980 öncesi üstüne de ahkâm kesmeye başlayınca, dayanamayarak karıştım muhabbete:
- Kaç yaşındasınız siz?
-Yirmi beş!
dedi dazlak. Uzun saçlı ve küpeli olan da aynı yaşta olduğunu açıkladı
-1980'de sıfır buçuk yaşındaydınız yani. 80 öncesi annenizin karnındaydınız, o dönemi nerden biliyorsunuz? Doğar doğmaz ebeniz kulağınıza özet bilgi mi verdi?"
Elbette gençler, Şensoy'un da denemenin devamında dediği gibi, kendilerine anlatılanlardan bilmektedir o dönemi; ancak bu denli rahat ahkâm kesmelerinin müsebbibi Şensoy'un deyimiyle kulaktan zeytinyağlı dolma bilgiler değildir yalnızca; aynı zamanda ilkgençliğin verdiği sonsuz özgüvendir. Düşünceler oldukça sert ve köşelidir; hayat doğru ve yanlışlardan ibarettir. O yaşlarda, farkında bile olmadan, pozitivist bir düşünceyle, yeterince okursak, nihai gerçeğe ulaşabileceğimizi düşünürüz; oysa bu büyük bir yanılsamadır: İnsanın bilgisi arttıkça, bilgisizliği de artar. İnsanlık, zaman çizgisinde her daim ileriye doğru yürümez: Her şeyi kronolojik bir sıralamada değerlendirip en yeni olanı en iyi kabul edemeyiz: Newton, Archimedes'ten iyi; Einstein Newton'dan da iyi; hatta Hawking en iyisi! Bilgimizle birlikte artan bilgisizliğimiz, bizi yeni sorular sormaya iter; o sorulara verdiğimiz cevaplarla bambaşka sorulara yol alırız. Ezcümle bilgi arayışı, güvenli bir limana yanaşmak amacıyla seyrüsefer ettiğimiz bir yolculuk değildir; bilakis, bizzat yolculuğun kendisi değerlidir.
Peki, şimdi geriye dönelim: Hüzün, bir kabulleniştir. Tam da bu nedenle, çocukluğumuzda ve ilkgençliğimizde bu duyguyu hemen hemen hiç hissetmeyiz (kimi zaman hüzünlenir gibi olsak da, bu duyguyu tam tanımlayamayız, sadece içimiz bir tuhaf olur); zira, bilhassa ilkgençlikte, kabullenmek bir güçsüzlük göstergesidir. Etrafımızdaki amcalar, teyzeler o kabullenmişlikleri sebebiyle bize güçsüz, hatta kimi zaman itici gelirler. O yaşlara geldiğimizde asla öyle olmayacağımızı, bambaşka serüvenler yaşayacağımızı; hiçbir şekilde sıradanlaşmayacağımızı düşünürüz. Önümüzde dolu dizgin akacak bir hayat vardır ve ona dokunmak için zamanın geçmesini beklemekten başka yapacağımız bir şey yoktur.
"Gençlere gıcık olan bir yaşlı adama mı dönüştüm ben? Giderek yalnız hissediyorum kendimi. Gençliğimde gıcık olduğum amcalardanlaşmakta mıyım?"
Peki, bu devir açma/kapatma teranesini bir kenara koyalım; zira esas meselem bu değil. Asıl derdim, The Wall ve Derinleşen Merkez Üzerine Bir Deneme'de değindiğim bir kavramı biraz daha açmak: İlkgençlik yâverleri. Her ne kadar o yıl çokça dinlesem de albüm bir yıl sonra bile artık benim için çok da anlam ifade etmemeye başlamıştı. Biraz ergenliğin dalgalı deniz hali, biraz da çok popüler olandan uzaklaşma isteği nedeniyle "Dünya Yalan Söylüyor"u kısa bir süre içerisinde rafa kaldırmıştım. Açıkçası, aradan geçen yıllarda da açıp dinlemek pek gelmedi içimden. "Dünya Yalan Söylüyor"u yıllar sonra dinlememin esas sebebi de, yine o yazımda belirttiğim naftalin kokusunu içime çekmek; o yıllardaki mutlulukları, üzüntüleri ve bitmek bilmez sebepsiz öfkeleri yâd etmekti.
Bir ilkgençlik yâverine geri döndüğümüzde, zaman-mekan ilişkisi aniden bozulur ve hızla anılarımıza doğru bir yolculuk başlar. Zaman tünelindeki bu geriye doğru yolculukta kendimizi bir koruma kalkanıyla çevrelenmiş halde anılarımızın içinde bulur; bir hayalet misali anıların, olayların arasında fark edilmeden gezeriz. Yıllar önceki halimizi gördüğümüzde onun öfkesini, nefretini, sevincini veya üzüntüsünü hissetmeyiz belki; ama onları anlarız. Biz artık o kişi değilizdir; ama O'na büsbütün yabancı da değilizdir. Yıllar sonra tekrar bir şans verdiğimiz bir ilkgençlik yâverinin bize hediyesi budur: Geçmişte korunaklı bir gezinti. Biz, o öfkeyi, nefreti, sevinci, üzüntüyü hissetmeyiz; ama bir şekilde hepsinin orada olduğunu da biliriz.
İlkgençlik yâverlerine yıllar sonra naftalin kokusunu içimize çekmek için tekrar döndüğümüzde hissettiğimiz duygu çoğu kez sevinç, mutluluk veya üzüntü değil; hüzündür. Yıllar önce bizim hissettiklerimizi bizden çok daha tatlı dile getirdikleri için arkadaş kabul ettiğimiz bu eserler, yıllar sonra içimizde yalnızca hüzün uyandırırlar. Peki neden üzüntü değil de hüzün? Burada ister istemez kelimelere yüklediğimiz anlamlar üzerine düşünmemiz gerekiyor. Elbette bu sorunun yanıtını bir sözlüğü açıp pekala hızlıca bulabiliriz; peki, kelimelere bizler de anlamlar yüklemez miyiz? Söz gelimi dost ile arkadaş aynı şey midir? Sözlüğü açıp baksak, birbirine oldukça yakın anlamlara sahip olduklarını görürüz; ancak, içimizde bir yan dost ile arkadaşın aynı şeyi karşılamadığını söyler. Bu, tamamen bizim kelimelere yüklediğimiz anlamlar nedeniyle oluşan bir ayrımdır: Yıllar içerisinde çevremizdekilerle kurduğumuz ilişkiler, ister istemez bir hiyerarşi oluşmasına neden olur: Bazı kişiler sevdiğimiz arkadaşlarımızdır; ancak, "bazıları" tam anlamıyla kötü gün "dostudur." Hele seçilmiş küçük bir azınlık bizim için, "dosttan da öte" kardeş gibidir. Çevremizdekileri hiyerarşik bir sınıflandırmaya tabi tutarken kullandığımız bu kelimeler, asıl anlamlarından farklı anlamlar taşımaya başlarlar. Dil, onu kullanan insanların yaşadıklarını ona mal etmesiyle genişler, zenginleşir ve biz, yaşadıklarımızdan yola çıkarak dili kendimizce tekrar kurarız. Kelimeler, onlara bizim yüklediğimiz anlamlarla başka başka şeyler de ifade etmeye başlarlar.
Peki, o halde yukarıdaki ayrıma geri dönelim: Hüzün ile üzüntü arasında ne fark vardır? Hüzün, üzüntüyü de içeren bir duygu değil midir? Elbette bu soruya farklı cevaplar vermek mümkün; ancak bence üzüntü ile hüzün arasındaki en temel fark, kabullenmişliktir. Bizde hüzün uyandıran şeyler, burnumuzun direğini sızlatsalar da bize arabesk bir acı vermezler. Onlarla ilişkimizde artık bir tevekkül söz konusudur. Evet, hüzün duyduğumuz anlarda içimizde bir yer cız eder, gözlerimiz nemlenir; ama aynı anda, tuhaftır, yüzümüzde de bir tebessüm belirir: Vaktiyle aynı masada rakı içtiğimiz; akıp giden hayatın bir noktasında bir sessiz geminin yolcusu olarak uğurladığımız yakınımızın anısına, başka bir zamanda kadeh kaldırırken dolan gözlerimizi çeken kamera, yüzümüzü göstermeye başladığında, titreyen; ama hafif de olsa tebessüm eden dudaklar görür. Hüzün dediğimiz duygu tam da budur: Evet, gidişi kabullenmişizdir ve artık canımızdan can gitmez. Hatta mütebessim ifademiz, o kişiyi anmanın bizi mutlu ettiğini, şerefine kadeh kaldırmaktan keyif aldığımızı gösterir; ancak titreyen dudaklarımız, içimizde cız eden o telin tezahürüdür: O kişinin çok seneler geçse de seferinden dönmeyecek olması burnumuzun direğini sızlatmaya devam eder; fakat artık, derinlerde bir yerde kabullenmişlik de vardır. Öte yandan, çok mutlu olduğumuz bir ana döndüğümüzde de yine hüzün duyarız: Evet, mutluyuzdur; ancak artık o güzel günler o güzel atlara binip gitmiştir. Bizi mutlu eden bir günün anısı elbette bizi üzmez; ama yıllar geçip de geride kaldıkça, az da olsa yüreğimizi burkar: Bu kez onların geçmişte kaldıklarını kabulleniriz.
Şimdi, geri dönmek üzere başka bir yere sıçrayalım. 2005 yılında Ferhan Şensoy'un denemelerden müteşekkil "Eşeğin Fikri" isminde bir kitabı yayımlanmıştı. Kitapta yer alan "Amcalardanlaşmakta mıyım?" denemesinin o yıllarda dahi beni çok etkilediğini hatırlıyorum. "O yıllarda dahi" diyorum; zira denemeyi okuduğumda 18 ya da 19 yaşındaydım; bir diğer deyişle daha amcalaşmama çok uzun zaman vardı; bilakis, amcaların sevmeyeceği biri olmak, o yaşların en fiyakalı işiydi! Deneme, Şensoy'un bir barda ya da kafede yanında oturan 20'li yaşlarında iki gencin kulak misafiri olması üzerineydi:
"... ister istemez delikanlıların muhabbetinin içindeyim. Biri uzun saçlı ve küpeli, öbürü dazlak tıraşlı.
- 1980 sonrası şeyler böyle oldu!
türünden son yıllarda çok kullanılan bir söylemdeler. Sanki o yılları yaşamış gibi yorumlar yapıyorlar. Kendilerini gereğinden genç bularak daha büyükmüş gibi yapmaya mı uğraşıyorlar? Bilmediklerini gizlemenin koşar adım bilgiçliği içindeler belki de."
İlkgençlik, tuhaf bir dönemdir; artık çocuk değilizdir, öte yandan büsbütün kendi ayakları üzerinde duran, yaptıklarının sorumluluklarını üstlenen biri olmamıza da daha zaman vardır. Arşivimiz geniş değildir; dolayısıyla yapacaklarımızın sonuçlarının ne olduğunu bilmeyi geçtim, çoğu kez adam akıllı kestiremeyiz bile! Öte yandan bu duygu, tuhaf bir özgürlük ve tehlikeli bir özgüven de verir; yıllar sonra o dönemde yaptığımız ya da söylediğimiz bazı şeylere baktığımızda ister istemez valla iyi cesaretmiş dememizin sebebi de budur. Çocuk külliyatından sıyrılıp yavaş yavaş diğer kitapları okumaya başladığımız bir dönemdir. Borges'in sözünü hatırlayalım: "Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi Dostoyevski'yi keşfetmek de insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilkgençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz." Yaptığımız bu keşifler ufkumuzun behemehal genişlemesini sağlar; bir anda, sanki daha önce hiç kimsenin gezmediği kıtaları keşfetmişiz gibi bir mağrurluk konuşlanır içimize. Bu mağrurluk, aynı zamanda bilmediklerimiz de dahil olmak üzere hemen her konuda konuşma, hadi diyelim ahkâm kesme ve hatta hayatımızdakileri içten içe küçümseme duygusu da uyandırır bizde.
"Uzun saçlı ve küpeli olan, 1980 öncesi üstüne de ahkâm kesmeye başlayınca, dayanamayarak karıştım muhabbete:
- Kaç yaşındasınız siz?
-Yirmi beş!
dedi dazlak. Uzun saçlı ve küpeli olan da aynı yaşta olduğunu açıkladı
-1980'de sıfır buçuk yaşındaydınız yani. 80 öncesi annenizin karnındaydınız, o dönemi nerden biliyorsunuz? Doğar doğmaz ebeniz kulağınıza özet bilgi mi verdi?"
Elbette gençler, Şensoy'un da denemenin devamında dediği gibi, kendilerine anlatılanlardan bilmektedir o dönemi; ancak bu denli rahat ahkâm kesmelerinin müsebbibi Şensoy'un deyimiyle kulaktan zeytinyağlı dolma bilgiler değildir yalnızca; aynı zamanda ilkgençliğin verdiği sonsuz özgüvendir. Düşünceler oldukça sert ve köşelidir; hayat doğru ve yanlışlardan ibarettir. O yaşlarda, farkında bile olmadan, pozitivist bir düşünceyle, yeterince okursak, nihai gerçeğe ulaşabileceğimizi düşünürüz; oysa bu büyük bir yanılsamadır: İnsanın bilgisi arttıkça, bilgisizliği de artar. İnsanlık, zaman çizgisinde her daim ileriye doğru yürümez: Her şeyi kronolojik bir sıralamada değerlendirip en yeni olanı en iyi kabul edemeyiz: Newton, Archimedes'ten iyi; Einstein Newton'dan da iyi; hatta Hawking en iyisi! Bilgimizle birlikte artan bilgisizliğimiz, bizi yeni sorular sormaya iter; o sorulara verdiğimiz cevaplarla bambaşka sorulara yol alırız. Ezcümle bilgi arayışı, güvenli bir limana yanaşmak amacıyla seyrüsefer ettiğimiz bir yolculuk değildir; bilakis, bizzat yolculuğun kendisi değerlidir.
Peki, şimdi geriye dönelim: Hüzün, bir kabulleniştir. Tam da bu nedenle, çocukluğumuzda ve ilkgençliğimizde bu duyguyu hemen hemen hiç hissetmeyiz (kimi zaman hüzünlenir gibi olsak da, bu duyguyu tam tanımlayamayız, sadece içimiz bir tuhaf olur); zira, bilhassa ilkgençlikte, kabullenmek bir güçsüzlük göstergesidir. Etrafımızdaki amcalar, teyzeler o kabullenmişlikleri sebebiyle bize güçsüz, hatta kimi zaman itici gelirler. O yaşlara geldiğimizde asla öyle olmayacağımızı, bambaşka serüvenler yaşayacağımızı; hiçbir şekilde sıradanlaşmayacağımızı düşünürüz. Önümüzde dolu dizgin akacak bir hayat vardır ve ona dokunmak için zamanın geçmesini beklemekten başka yapacağımız bir şey yoktur.
"Gençlere gıcık olan bir yaşlı adama mı dönüştüm ben? Giderek yalnız hissediyorum kendimi. Gençliğimde gıcık olduğum amcalardanlaşmakta mıyım?"
Öte yandan, Bukowski'nin dediği gibi günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali hızla geçip gittikçe, biz de bir anlamda amcalaşırız. Geçen zamanla birlikte giderek daha fazla hüzün duyarız; kabullenişimizin kapsadığı şeylerin sayısı giderek artar: Kabullenmenin bir güçsüzlük değil, uzlaşı olduğunu da anlarız ve hayat, çoğu kez uzlaşılardan oluşur. İlkgençlik yâverlerine dönmek bize hüzün verir; o kendinden emin, hayatı doğrular ve yanlışlardan ibaret gören halimiz bize artık gülünç gelir, "Önümde beni bekleyen dolu dizgin bir hayat var!" düşüncesinden uzaklaşır, bu hissin geride kaldığını; hayatın bizi beklemeyip tepelerden aşağı vahşi bir at gibi koştuğunu kabulleniriz. Yıllar sonra bir ilkgençlik yâveri ile tekrar yolculuğa çıktığımızda, o dolu dizginliği, dalgalı deniz hali, öfkeyi, mutluluğu bu kez korunaklı bir yerden izleriz. Burnumuza çarpan naftalin kokusu bizi hüzünlendirir.
"Dünya Yalan Söylüyor"u tekrar dinlerken ben de ilkgençliğime döndüm ve tepelerden aşağı vahşi atlar misali koşan günlerle ne kadar fazla şey kabullendiğimi hayretle fark ettim. Belki de bir sonraki adımım, "Dünya gerçekten yalan söylüyormuş." diyerek amcalaşma sürecinin benim için de başladığını kabullenmek olmalı, kim bilir...