9 Haziran 2019 Pazar

The Wall ve Derinleşen Merkez Üzerine Bir Deneme


Çizim: Ezgi Bilgin
Pink Floyd'un "The Wall" albümü ile lise yıllarımdayken tanıştım. O zamanlar ben de, ergenlik çağındaki pek çok genç gibi, uyumsuzun teki haline gelmiştim (en azından öyle olduğumu sanıyordum). Her sabah ait olmadığımı hissettiğim bir yere, adeta bir mahkum gibi gidiyor; kafkaesk bir günün sonunda yine evime dönüyordum. Tuhaf bir yalnızlık hissi ile yaşadığım bu kapalı devre dönemde The Wall'a bir can simidi gibi sarılmıştım. Takıntılı mizacım nedeniyle, lisenin ikinci sınıfı boyunca, yalnızca bu albümü dinledim diyebilirim. Güzelyalı-Bornova arasında aşağı yukarı 45 dakika süren servis yolculuklarım boyunca bıkmadan albümü dinliyor ve her dinleyişimde tuhaf yalnızlığımın bir nebze olsun azaldığını hissediyordum. Pink Floyd, en yakınımdan da yakındı sanki bana. Bitip tükenmeyen bir tutkuyla albümü dinliyor; gruba dair bulabildiğim her şeyi okumaya, dinlemeye gayret gösteriyordum. Pink Floyd'a getirilen herhangi bir olumsuz eleştiriyi, o yaşların da verdiği taşkınlıkla, bana yöneltilmiş kabul ediyor; kalp kırma ya da gülünç duruma düşme pahasına da olsa grubumu savunuyordum.

Aradan geçen yıllarda bu dalgalı deniz halim elbette duruldu ve Bülent Ortaçgil'in deyimiyle bir dengesizlik işi olan Pink Floyd aşkım, dengeli bir sevgiye dönüştü. Artık Pink Floyd'u sevmeme halini zevksizliğin alametifarikası kabul etmiyorum, albümlerini birilerine dinletmek için çabalamak da gülünç geliyor; ancak The Wall'u dinlerken duyduğum heyecan hâlâ taptaze. Oysa, ergenlik yıllarında bir bağ kurduğumuz eserlere, hayatımızın ilerleyen safhalarında, anılarımıza dalıp naftalin kokusunu içimize çekmek dışında pek dönüp bakmayız. Ergenlik dönemimizdeki duygularımıza eşlik eden bu ilkgençlik yâverleri ile ilişkimiz, yıllar içerisinde gelişen damak tadımız sayesinde değil; öfkemizi, nefretimizi, sevgimizi, mutluluğumuzu... bizimle paylaştıkları ve onları bizden çok daha güzel veya zekice ifade ettikleri için başlar. Bu duygular hayat gailesi içinde eriyip gittiğinde de öküz ölür ortaklık biter; herkes kendi yoluna gider. İlkgençlik yaverleri ile kalıcı ilişki nadiren kurulur; ancak bu ilişki bir kez kurulursa, artık bir kutup yıldızımız var demektir. Artık onlar, diğer eserlerle tanışmada bir yol gösterici haline dönüşürler. Biz, kaybolduğumuzu hissettiğimizde onlara döner ve nereye gitmemiz gerektiğini sorarız. Peki, bazı ilkgençlik yaverlerimizi, kutup yıldızına çeviren şey nedir? Neden bazıları hayatımızdan elenip giderken, bazılarıyla böyle bir ilişki kurarız? 

Burada bir sıçrama yapalım ve müzik kadar eski bir sanata; edebiyata başvuralım. Umberto Eco, 2011 yılında yayımladığı "Genç Bir Romancının İtirafları"nda bir edebiyat metnini şöyle tanımlar: "Metin, okurlarından kendi işinin bir kısmını üstlenmelerini isteyen tembel bir makinedir; yani yorum sağlamak üzere tasarlanmış bir araçtır." Kurmaca bir metnin yolculuğu, yazarı tarafından yayımcıya teslim edilmesini müteakiben bitmez; aksine, bu bir başlangıçtır. Raflarda yerini alan bir kitap, yolculuğa çıkmaya hazır bir gemidir ve her okunuşunda başka bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta yazar kaptan konumunda değildir; okurun kaptanlık ettiği gemideki önemli yolculardan biridir artık. Farklı bir kaptan, gemiyi farklı bir yere çıkartabilir veya aynı kaptan farklı zamanlarda farklı rotaları takip ederek farklı bir limana çıkabilir. Bir metni bizim için heyecan verici kılan temel unsur da aslında bu duygudur. Benzer şekilde, bir metnin aynı kişiye farklı zamanlarda farklı rotalar sunabilmesi ya da farklı okurların benzersiz seyir defterleri tutabilmeleri, metnin derinliğine bir işarettir. "Yorumlanabilme yeteneği" olarak adlandırabileceğimiz bu durumun yalnızca edebi metinler için değil; belirli bir derinliğe sahip tüm eserler için geçerli olduğunu söylemem, sanırım yanlış olmayacaktır.

Yorumlanabilme yeteneğini bir esere kazandıran temel kavram ise merkezdir ve Tarkovski'nin de dediği gibi "Bir sanat eserinin düzeyi, ifade ettiği fikir ne kadar derinlere gömülmüşse ve ne kadar iyi saklanmışsa o kadar iyidir." Merkez kavramı açıklamak için, Orhan Pamuk'un "Saf ve Düşünceli Romancı"sına gidelim: "... Edebi roman okuru, manzaradaki her ağacın, hikâye boyunca karşılaştığı her kişinin, eşyanın, olayın, hikâyeciğin, hatıraların ve arada bir okuduğumuz tasvirlerin arkalardaki o derin anlamı, "gizli merkezi" ima etmek için konulduğunu bilir. Romancı, bazı maceraları, bazı ayrıntıları kitabına onları yaşamış olduğu; onlarla hayatta karşılaşıp anlatmanın çekimine kapıldığı için ya da hayal gücünün ürünlerinin güzelliği için koymuş olabilir. Ama edebi okur, güzelliği, yaşanmışlığı kendisini etkileyen bütün bu parçaların gizli bir merkezi işaret ettiği için romanda yer alması gerektiğini bilir, romanı da bu merkezi arayarak okur." Merkez, adeta yazar ve okur arasında bir gizli sözleşme gibidir: Okur bu merkezi arar; yazar da okurun bu merkezi arayacağını bilerek yoluna devam eder. Roman, bütün sayfaları boyunca bahsettiği karakterlerin, olayların, eşyaların, diyalogların üstünde, daha büyük bir şeyi ifade eder.

Derine gömülmüş merkez düşüncesi eseri bizim için daha da ilgi çekici hale getirmekle kalmaz; aynı zamanda onun nefes alıp vermesini, diğer bir deyişle yaşamasını sağlar. Metne canlılık veren merkez, ona aynı zamanda hayatla birlikte değişebilme kabiliyeti de verir. Bununla ne anlattığımı biraz açmam gerekiyor: George Orwell'ın "Hayvan Çifltiği"ni düşünelim. Orwell, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanmış meşhur Stalin-Troçki kavgasını romanının merkezine taşır; ancak biz Hayvan Çiftliği'ni bugün, artık külleri havaya karışmış bir siyasi kavganın alegorisi olduğu için değil; gücün dönüştürücülüğünü gösterdiği için okumaya devam ederiz. Orwell'ın kitabı, akan zamanla birlikte değişir, derinleşir ve insanlığa dair çok daha temel başka bir konuyu işaret etmeye başlar. Evet, romanın bir katmanı hâlâ o kavganın alegorik anlatımını gösteren bir kameradır; öte yandan, geçen yılların damıttıklarıyla beslenen bizler, artık kameranın gösterdiklerine farklı anlamlar da yüklemeye başlamışızdır. Bizim yorumlarımızla, Orwell'ın kaleminden süzülen metnin kökleri daha da derine gider, bir anlamda değişir ve bize yeni şeyler söylemeye başlar. 

Peki, artık konumuza dönelim: 1979 yılında, kanımca 20. yüzyılın en büyük şarkı yazarlarından biri olan Roger Waters'ın kaleminden fırlayan, Pink Floyd'un beyaz tuğlalardan müteşekkil "The Wall" albümü ne anlatır? Bu soruyu yanıtlamadan önce şu soruyu sormak gerekir: "1979 yılına göre mi yanıtlamamı istersiniz, yoksa bugüne göre mi?" Kronolojik bir sıralama ile ilerleyelim ve ilk yanıtı, albümün dinleyici ile buluştuğu yıla göre verelim.

The Wall, en yalın haliyle babasını kaybettikten sonra annesinin boğucu ve aşırı korumacı sevgisiyle büyüyen, bu nedenle kadınlarla çarpık bir ilişkisi olan; çevresiyle iletişim kurmakta zorlanan, insanlardan hem nefret eden, hem de düştüğü durumdan onu kurtarmaları için onlara yalvaran bir hayali kahramanı anlatır. II. Dünya Savaşı'nda babasını kaybeden Roger Waters'ın bolca otobiyografik öğeye yer verdiği albümdeki şarkılarda hayali kahramanımız Pink, aile albümünde bir fotoğraf bırakarak okyanusun öte tarafına giden babasına seslenir. Bu bir kırılma noktasıdır ve Pink'in kendini korumak amacıyla inşa ettiği duvarın da ilk tuğlasıdır. Albüm boyunca Pink eğitim sisteminden yakınır, annesinin boğuculuğunu dile getirir, sevgilisinin etlerini lime lime etmek ister ve giderek akli dengesini yitirerek, bir şekilde farklı olan herkesi öldürmeye heves eder; ancak bir noktada, vicdanı konuşmaya başlar ve onu bir tür mahkemeye çıkartır. Duruşmanın sonunda hâkim ki biz buna Pink'in vicdanı demeye devam edelim, onu etrafına ördüğü duvarı yıkmaya mahkum eder. Waters bu bedbin albümü, çok sevdiği şarkı yazarı John Lennon'un "All you need is love." mottosuna katıldığını belirterek bitirir. Kısaca The Wall, Roger Waters'ın kişisel sorunlarından damıttığı bir albümdür. Waters, olağanüstü şarkı yazarlığı yeteneğini kullanarak bu materyalden sınırları aşan zamansız bir albüm yaratmayı ve popüler kültür öğelerini kullanarak kalıcı bir esere imza atmayı başarır. Albüm, o zamanki imkansızlıklar nedeniyle çok kısa bir turnede çalınabilir ve turnenin bitimini müteakiben de Pink Floyd dağılır ve The Wall bir müddet sessizliğe gömülür.

Bu noktada zaman çizgisinde geriye doğru bir atlama yapalım ve II. Dünya Savaşı'nın bittiği yıllara dönelim. Savaş, Stefan Zweig'ın "Dünün Dünyası" isimli otobiyografisinde belirttiği gibi yıllarca sürmüş ve insanların hayatlarından yeri asla doldurulamayacak şeyleri alıp götürmüştür. Dahası, Hitler rejimi, dünya genelinde öyle bir korku ve öfke yaratmıştır ki, cihanşümul felâketin tekerrürünü engellemek için Almanya'ya haddinin bildirilmesi ve burada yeni bir totaliter rejimin kurulmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu gayeyle, ülke işgal edilir ve Berlin 4 bölgeye ayrılır. Zaman içerisinde Batı bölümü kendi içerisinde birleşir; ancak Sovyet işgali altındaki Doğu giderek içine kapanır. 1949 yılında, iki yeni Alman Devleti kurulur: Batıda Federal Alman Cumhuriyeti, Doğuda ise Alman Demokratik Cumhuriyeti. Bu iki devletin arasındaki gözle görülmemesi olanaksız sınır, yıllar boyunca soğuk savaşın sembolü olur.

Sovyet Abi'nin vesayetindeki Doğu içine kapanır; ancak bu, yalnızca siyasi bir kapanmadır; zira halkın büyük bir kesimi, yığınlar halinde Batı'ya göç etmekte ya da göç yollarını aramakta; Doğu tarafının nüfusu, günde yaklaşık 3.000 kişinin göçüyle istikrarlı bir şekilde azalmaktadır. Doğu tarafı çareyi bir duvar örmekte görür. 1961 yılında başlayan ve Berlin'i ortadan ikiye ayıran duvarın inşaası tamamlandığında Almanya'nın bir kesimi, artık büyük bir açık cezaevinde mahpustur. Halkları birbirinden ayıran ve 30 yıl kadar Berlin'i ikiye bölen duvarın görevini yerine getirmesi için her türlü önlem alınır: Duvar sürekli genişletilir, devriye güzergâhı kurulur, 12.000 kadar asker kontrol noktalarına konur, sinyalli çitler çekilir, sınır bölgesi geceleyin de gündüzmüşçesine aydınlatılır, askerlere ateş açma yetkisi verilir, metal dikenli çelik halılar serilir, kaçakların iz bırakması için zemin sürekli düzleştirilir... Ezcümle, bir şekilde karşıya geçmeye çalışmak ölüm anlamına gelir. Waters'ın babasını ve milyonlarca kişiyi okyanusun ötesine uçuran; insanlığın gördüğü belki de en büyük trajedi olan II. Dünya Savaşı, hâlâ milyonlarca kişinin hayatını berbat etmektedir: İnsanlığın modern yüzkarası olan duvarı aşmak isteyen 5.000 civarında kişi Doğu Alman hükümeti tarafından tutuklanmış, 191 kadarı kaçış esnasında öldürülmüştür. Duvar, sınırları belli etmenin ötesinde, insanları dünyanın geri kalanından izole eden bir yapıya dönüşür.

1989 yılında, yani The Wall'un dinleyici ile buluşmasından 10 yıl sonra fire vermeye başlayan bu somut Duvar, geçen zaman içerisinde tüm dinleyicilerin gözünde Pink'in kafasında yer alan zahiri duvarın yerini almaya başlar. Evet, Waters'ın yola çıktığı nokta kendi kişisel bunalımlarıdır; ancak, dinleyicilerinin yorumlaması ve değişen dünyanın onu tekrar yoğurmasıyla albümün merkezi kaymaya, değişmeye ve derinleşmeye başlar. Roger Waters'ın 1991 yılında, Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından Postdamer Meydanı'nda pek çok sanatçıyla birlikte verdiği ve The Wall'u yıllar sonra yeniden ayağa kaldıran konseri izleyenler için önlerine tuğla tuğla inşaa edilen ve konserin sonunda yıkılan duvarın artık bambaşka bir anlamı vardır: Beyaz tuğlalardan müteşekkil duvarın yıkılması, sadece Roger Waters'ın kişisel problemlerini temsil etmez; insanlığı bir şekilde baskılayan her şeye karşı başkaldıran bir kalabalığın sesi olur. Aynı Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde olduğu gibi, nefes alıp vermeye devem eden albümün kökleri toprağın derinliklerine doğru ilerler.

Dinleyici ile buluşmasının üzerinden neredeyse 40 yıl geçen The Wall, elbette bugün de bir erkeğin problemlerini merkezine taşıyan bir albüm olarak dinlenebilir; öte yandan, hayatın ve dinleyenlerinin onu yeniden yoğurması sonucunda geçirdiği değişim onu zamansız bir albüme çevirir. The Wall artık, tüm olumsuzluklara rağmen birbirlerine sarılarak yaşamaya devam edenlerin sesidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder