Blogda, birkaç yazı istisna olmak kaydıyla, daha ziyade üzerine epeyce düşündüğüm ve kendimce ölçüp tarttığım filmlerle ilgili yazmayı yeğledim. Kendimi hiçbir zaman bir film eleştirmeni veya sinefil olarak görmediğim için güncelin nabzını tutmak gibi bir ödevim olduğunu düşünmedim. Bununla birlikte, sıcağı sıcağına yaptığım değerlendirmelerde yanılma ihtimalimin her zaman daha yüksek olduğu kanaatinde olduğumdan, behemehal bir şeyler yazmaktan imtinâ ettim. Elbette burada yanılma kelimesini de öznel bir bakış açısıyla kullanıyorum. Kişisel deneyimlerim, bazen filmin/ kitabın/ müziğin içeride yolcuğuna devam ettiğini ve yolculuk tamamlanmadan yaptığım yorumların havada kaldığını gösterdi. Kimi zaman, iyi bir zeytinyağlı yemekte olduğu gibi, eserin tadına varabilmek için soğumasını beklemek; hem ona, hem kendine vakit tanımak gerekir. Ezcümle, bazen yemeğin dinlenmesi iyidir.
Nadine Labaki'nin Capharnaüm'ü (Kefernahum) ise aksine, kafa karışıklığımı ortaya koymak için bir yazı yazmak hissini uyandırdı bende (Diğer bir deyişle: Dikkat! Bu yazı, çelişki barındırabilir). Daha önce 5 Kırılma Noktası başlıklı yazımda George Orwell'dan bahsederken değindiğim bir noktaya geldim: Bu filmi sinema estetiğini/ sinematik değerini takdir ettiğim için mi; yoksa, ahlaki bakış açısına katıldığım için mi beğendim? Bu soruya verilecek yanıt, ilk bakışta önemsiz görünse de, kişisel nirengi noktalarını açığa çıkartması açısından önem taşıyor.
Film, en yalın haliyle, kendisini dünyaya getirdikleri için ebeveynlerini dava eden Zain'in hikâyesini anlatıyor; ancak kısa bir süre içerisinde davanın "Rızam olmaksızın, yalnızca ebeveynlerim istediği için dünyaya geldim." sorunu üzerine bina edilmediğini anlıyor ve geriye dönüşlerle, Zain'i bu davayı açmaya iten sebepleri görüyoruz. Film, bu dava gerekçesinden yola çıkarak yoksulluğun insanı nasıl öldürdüğünü, adeta bir canlı yayın habercisi estetiği ile gösteriyor. Labaki'nin kamerası, Dardennelere benzer şekilde, iyi kadrajlar yakalamak derdine düşmeden, Zain'in dramını bütün çirkinliğiyle anlatıyor. Zain'in yakasına yapışan ve onu bir an olsun yalnız bırakmayan kamera, sefâleti tüm çıplaklığıyla, caka satma kaygısına düşmeden; adeta bir ödev gibi gösteriyor.
Şimdi burada küçük bir sıçrama yapalım ve "Canım Oğlum... Canım Babacığım..."ın satırları arasında dolaşalım. Ali Nesin- Aziz Nesin Mektuplaşmaları'nın ilk cildinde, Aziz Nesin'in sanat anlayışını ortaya koyan bir kısım vardır: "Sartre'ın bir sözü çok tartışılmıştı. Sartre, gerikalmış ülke yazarları için şöyle diyordu aşağı yukarı: Ülkenin insanları yalınayaksa, yazarın görevi yazı yazmak değil, ayakkabı yapmaktır." Nesin, kendi sanat anlayışının da bu yönde olduğunu ve eserlerini de bu minvalde kaleme aldığını söylüyor; yine aynı mektupta bunun bir has yazar için ne denli büyük bir özveri olduğunu, öte yandan bunu gösteriş için değil, başka türlüsünü yapamadığı için yaptığını belirtiyordu. Terazinin bir kefesine, Nesin'in bu görüşlerini koyalım ve Kefernahum'u bu açıdan düşünelim. Labaki'nin kamerası turunu bitirdiğinde, bizi bir ahlak problemiyle baş başa bırakır: Bütün bu çaresizliğin ve çirkinliğin altında yatan yoksulluğun insanlığı (insanoğlunu değil) öldürmesine izin mi vereceksin? Labaki, burada öyle bir ok saplar ki, onun acısı filmin sinema değerini ölçmeyi ikinci plana atar.
Terazinin diğer kefesine ise, Orhan Pamuk'un Bir Yudum İnsan'da dile getirdiği bir görüşünü koyalım: "Ben, benden önceki kuşağın beni çok etkilemiş bu iki yazarına (Çetin Altan ve Yaşar Kemal) bakarsanız; yetişme, doğup büyüme, sınıfsal çevre, ilgi alanları olarak onlardan o kadar değişiğim ki... Onlar kendilerine yazı yazmanın nedeni olarak topluma hizmet, toplumculuk diye bir kelime vardı, öyle gören; bana göre daha kısıtlı, yoksul çevrelerden gelen, mücadeleci, bir topluluk ruhu içerisinde yetişmiş; kuvvetli siyasi ve sorumluluk ahlakları olan, topluluklarına bağlı insanlardı. Beni şöyle gördüklerini düşünür, haklı da bulurdum onları: Daha burjuva, edebiyatı edebiyat için yapan; hafif şımarık; Türkiye'nin sorunlarından ziyade yazdığı edebiyatın güzelliğini önemseyen (...) önyargıları veya haklı yargıları olabileceğini düşünerek bir huzursuz olurdum. (...) Ben şimdi öyle düşünüyorum ki böyle olmam gerekirdi. Bence edebiyat bu çeşit politikaya, ahlaka, edebiyatı makul bir sebeple bir mazeret bulmaya gerektiren bir şey değildir. Edebiyat kendisi için yapılır. Bir roman, okuma zevki için yazılır ve onda politik, ahlaki, dini, vatandaşa hizmet gibi bir sebep aranmaz." Labaki'nin bizi soktuğu ahlaki çıkmazı bir kenara koyalım (en azından koymaya çalışalım) ve filmi sinema estetiği açısından değerlendirelim. Yukarıda da belirttiğim gibi, içerik-biçim uyumlu bir film var elimizde: Çirkinlik ve kasten çirkin yapılan kadrajlar. Öte yandan, neredeyse bir Kemalettin Tuğcu romanı okuduğumuzu hissettiren, baştan ayağa acılarla yoğrulmuş bir film izliyoruz. İyi de, tüm bu yaşanan acılar, bir yandan da gerçek değil mi? Peki, her şeyin sonunda attığı bu ipleri düğümlemeyi başarıyor mu Labaki? Evet, üstüne üstlük bunu, kolaylıkla ucuz bir melodrama dönebilecek, Yeşilçam'da ibadullah muadilini gördüğümüz kaygan zemin bir senaryoda başarıyor.
Tüm bunlara karşın beni bu yazıyı yazmaya iten sebep, mideme yumruk yemiş hissiyle filmden çıkmamam oldu, sanırım. Labaki'nin filmini, gerek kamera kullanımı gerekse odağına taşıdığı dünya nedeniyle, ister istemez Dardenne Kardeşlerin sinemasıyla kıyasladım ve sonra, bu iki sinema arasındaki farkın sebebini bulmaya çalıştım. Galiba en temel fark, seyircinin özdeşleşebilme seviyesi. Anlaşılır olması için bu kavramı biraz açmam gerekiyor: Dardennelerin sinemasında gördüğümüz de sosyo-ekonomik açıdan orta-alt/alt sınıfın sorunlarıdır, aynı Labaki'nin filminde olduğu gibi; ama orada, tüm hikâyeyi alt/orta/ (nadiren) orta-üst sınıftan birinin vicdanından izleriz. Dardennler gerçekten yola çıkar; ama en nihayetinde perdede gördüğümüz bizzat bizim vicdanımızdır. Labaki ise bizi sert gerçeklikle yüzleştirir; öte yandan vicdanımızı göstermez; vicdanımıza seslenir. Bu, elbette sadece benim yorumum; ancak yaşadığım eksiklik hissinin kaynağı da, sanıyorum ki bu. Diğer bir deyişle, benim filmi beğenmemde merkezdeki ahlaki problemde Labaki'nin yanında yer almam, biraz daha baskın çıkıyor.
Labaki'nin filmi, ülkemizde çok az filme nasip olan bir seyirci kitlesine hitap etme şansına erişti. Gerek merkezine taşıdığı ahlaki problem gerekse her şeye karşın akıcı bir anlatım diline sahip olması sayesinde, normalde teveccüh göstermeyecek izleyiciler de salonları doldurdu. Elbette bunda, melodrama olan düşkünlüğümüzün de payı var (Ne de olsa hemen hepimiz Yeşilçam'la büyüdük); ama Labaki'nin Kefernahum'unu, "Sizi salya sümük ağlatacağım!" ucuzluğuna düşmeden de izleyiciye ulaşılabileceğinin ve Sartrevari bir farkındalık yaratılabileceğinin kaliteli örneklerinden biri olarak tanımlarsam, sanırım yanlış olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder