Bugün, sevgili Gizem sayesinde iki harika film izledim. Bir tanesini, Parşömen Fanzin'de başlattığımız Rastgele Kadraj sohbetlerine konu etmeyi planladığımız için adına şimdilik yer vermiyorum; diğeri Anthony Hopkins'in başrolünde oynadığı ve bir demans hastasını canlandırdığı The Father.
Filmi hayranlıkla izledim. Yönetmen koltuğunda Florian Zeller oturuyor. Doğrusu adını daha önce duymamıştım. IMDB'den araştırdığım kadarıyla bugüne kadar 8 filmin senaryosunda imzası var. The Father, Zeller'in sinemadaki ilk yönetmenliği; hakkını verdiğini de söylemek lâzım. Peki hakkını vermek ile neyi kastediyorum?
Öncelikle şunu belirteyim: Herkesin bir kumaşı vardır. Ben de, ne üzerine yazarsam yazayım bir edebiyatçının bakış açısıyla yaklaşıyorum metnimin konusuna. Dolayısıyla sinema üzerine konuşurken bile bir sinemacı gibi değil, edebiyatçı gibi konuştuğumu belirtmekte fayda var. Yaptığım değerlendirmeleri de bu şekilde değerlendirmek gerekiyor; dolayısıyla az sonra söyleyeceklerim yönetmenliğin değil de senaristliğin hakkını verdiği şeklinde de yorumlanabilir.
Gerek anneannem, gerekse baba tarafından dedem demans hastasıydı. Özellikle dedemin kafasının içinde nasıl bir dünya olduğunu hep merak etmişimdir; yıllarca yalnız yaşamanın paranoya ve demans ile birleştiğinde nasıl sonuçlar doğurduğuna yakından şahit oldum; ancak çoğu zaman, onun ağzından çıkan şeyleri ya mütebessim karşıladım ya da aynı şeyleri kerelerce dinlemenin öfkesini hissettim. Filmin ustalığının da burada yattığını düşünüyorum; zira bu kez, bir demans hastasının hayatına şahitlik etmiyoruz; aksine, bizzat onun zihninin kıvrımları içerisinde dolanıyoruz. Gerçek ile hayalin birbirine dolaştığı; neyin hakikat neyin düş olduğunun anlaşılamadığı bir dünyaya bizzat tanıklık ediyoruz. Bu dünya, bizi o denli içine alıyor ki; Anthony'nin yaşadıklarını bizzat deneyimliyoruz: Sahi, hangisi gerçek? Fransa'ya gidişi gerçek mi? Peki ya o tokatlar? Atıldı mı sahiden; yoksa tamamen bir düş müydü? Bu açıdan film, oldukça ilginç bir deneyim sunuyor seyircisine: Her zaman dışarıdan tanık olduğumuz bir hastalığı, güvenli koltuklarımızda bizzat yaşadığımızı hissediyoruz. İlk defa bir demans hastasının neler yaşadığını gördüm ve onun tekinsiz dünyasının insanı nasıl paramparça ettiğini deneyimledim. Öte yandan, bir demans hastasının yakını olmayı bizzat bildiğim için filmi izleyen pek çoklarınca kalpsizlikle suçlanabilecek Anne'ın neler hissettiğini de anlıyorum; en azından anladığımı zannediyorum.
Beni esas etkileyen de buydu sanırım: İyi filmler, bizi güvenli koltuklarımızdan mutlu mesut kaldırmazlar. Bitirdiğimizde tüy gibi hafiflemiş hissetmeyiz; bilakis, bizi yorar, belki canımızı sıkar; çelişkiye düşürürler. Kimisi bunu seyircisini zorlayan bir estetik dili tercih ederek yapar; kimi ise The Father'da olduğu gibi, insanın boğazında yumru bırakan akıcı bir hikâye ile...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder