Geçtiğimiz hafta Vedat Milor'un çıkan nehir söyleşisi "Hesap Lütfen!"i okudum. Bu kitabın benim için şöyle güzel bir yanı var: Milor 05 Eylül 2019'da "Sizce Türkiye'nin en saygı duyulur yayınevleri hangileri?" sorusuna kendimce verdiğim yanıtta "İş Kültür nehir söyleşi serisini devam ettirse de sizin de bu kapsamda bir kitabınız olsa, keşke!" demiştim. Aradan neredeyse 1,5 yıl geçti ve beklediğim nehir söyleşi; İş Bankası Yayınları'ndan olmasa da Kronik Kitap'tan çıktı.
Vedat Milor'u ilk andan itibaren bir entelektüel olarak çok önemsedim; farklı alanlardan beslenen; gastronomiyi sosyolojik bir bakış açısı ile irdeleyen derinlikli yorumlarını büyük bir merakla takip ettim. Hatırlıyorum, Milor'un "CV'si", NTV'de "Tadı Damağımda"yı yapmaya başladığında, kendisine para ve/veya statü kazandıracak şeyler haricinde hiçbir şeye odaklanmayan; hiçbir konuda derinlik kazanmaya çalışmayan monolitik bir güruh tarafından fevkalade dikkat çekici bulunmuştu. Bizde maalesef böyledir; bir şey hayatta somut bir işe yaramıyorsa; hadi adını da koyalım, iş hayatında bizi yükseltmiyorsa veya cebimize mebzul miktarda para koymuyorsa behemehal boş iş yaftasını yer! Kimse kusura bakmasın; Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin üst basamaklarında yer alan nice insanın durumunun da farklı olduğunu düşünmüyorum.
Birkaç sene önce sosyo-ekonomik açıdan üst basamaklarda yer alan bir çiftle oynadığımız basit bir genel kültür oyununda "Ben Sana Mecburum Bilemezsin... dizelerinin sahibi ünlü şairimiz kimdir?" sorusu karşısında, ikisinin de ışık görmüş tavşan gibi kaldığını hatırlıyorum. Yaşadığımız pek çok problemin maddi kaygılardan değil kültürümüzden kaynaklandığını o gün çok sarih görmüştüm: Evet, çiftin yabancı dilleri müthişti, parlak bir kariyer onları bekliyordu; yurt dışında gezmedikleri yer kalmamıştı, yurt dışı yüksek lisansları ile şanlı eğitim hayatları taçlandırılmıştı. Ne var ki, ileride toplumun sosyo-ekonomik açıdan üst basamaklarında yer alacak bu çift, artık handiyse slogan kıvamına gelmiş bu dizelerin sahibi sorulduğunda boş gözlerle bakıyorlardı.
Bu anı ne zaman zihnime düşse, müthiş bir öfkeye kapılıyorum. Sebebi üzerine çok düşündüm, kendimce pek çok yanıt buldum; ancak en yalın cevap, sanırım yukarıda verdiğim: Bizim insanımız, kendisine somut olarak fayda sağlamayan bir şeyle ilgilenmiyor, ilgilenme gereği duymuyor. İlber Ortaylı'nın müthiş bir entelektüel tanımı vardır: Entelektüel, üzerine vazife olmayan işlerde derinleşen insandır. Hafızalarının derinliklerinden Attila İlhan adını çıkartmayı beceremeyen bu çifti düşündüğüm zaman, onların galibiyetlerle dolu geçmişlerinin aslında sadece para odaklı bir yaklaşımın sonucu olduğunu, üzerine vazife olmayan konularla ilgili bir sorumluluk almadıklarını; dahası, böyle bir algılarının dahi olmadığını öfkeyle fark ediyorum. Kimse kusura bakmasın; biz kültüre değil, statüye yatırım yapıyoruz: İngilizce "iş hayatında öne çıkmak" için öğreniliyor; "yeter seviyeye" gelen kimse Charles Dickens'ı, Virginia Woolf'u, John Fowles'u, George Orwell'ı (liste uzar gider) asıllarından okumak gibi bir algıya sahip değil. Yurt dışı gezileri/ öğrenimleri farklı kültürlerle konuşmak veya entelektüel meraklar ile değil; bir hava atma gayesiyle yapılıyor. Bir şekilde yurt dışına yerleşenlerin veya sıklıkla yurt dışına gidebilenlerin tavırlarına behemehal bir görgüsüzlük yerleşiyor. Tüm bunların yarattığı tatminsizlik, kişiler farkına bile varmadan dillerine de yansıyor. "Attila İlhan özürlü" çiftin "Para yetmiyor." dedikleri sene içerisinde kerelerce yurt dışına tatile gittiklerini hatırlarım. Parası olana da para yetmiyor; çünkü neye para harcanarak tatmin sağlanacağı bilinmiyor; zira rafine bir hayat yaşamayı mümkün kılacak entelektüel donanım, maalesef parayla satın alınamıyor.
Kitabı büyük bir keyifle; "Keşke Vedat Milor arkadaşım olsaydı!" çocukluğu ile okudum. Yaşamaktan keyif alan; hayatını rafine zevkleriyle zenginleştiren ve derinleştiren bu adamla ne çok şey paylaşabilirdik diye aklımdan geçirdim. Ortaylı'nın dediği gibi, üzerine vazife olmayan işlerle ciddiyetle ilgilenen; tutkuyla bağlı olduğu konularda derinleşmek için kendine yatırım yapmaktan imtina etmeyen bir adamın konuşmaları arasında dolanıyor; kitabı okudukça, bu rafine zevklerin nasıl yıllara yayılarak, referans noktaları oluşturarak, defalarca üzerine düşünülerek edinildiğini görüyorsunuz. Nurhak Kaya, nefis sorularla Milor'un düşüncelerini açmış ve gastronomi dışındaki alanlarda onu daha iyi tanımamıza fırsat tanımış. Milor, kitap boyunca, çilesini çektiğimiz pek çok sorunun kaynağında kişilerin kültüre yatırım yapmamalarının olduğunu farklı şekillerde anlatıyor: "Ülkemiz damak zevkinin arzulanan düzeye ulaşmadığı bir ülke. Gelir ile damak zevki arasında bir ilişki yok. Damak zevki olan insanların genellikle zevksizler kadar rahat yaşayabilecekleri ekonomik imkânları yok. Zevk sahibi insanlar görgüsüzlere kıyasla kendilerini dışarı çıkıp gösteremiyorlar; çünkü aslında böyle dertleri de olmuyor. (...) Çünkü ülkemiz çoğu zaman emek vermeden, uzmanlaşmadan, kök salmadan, dönemsel olarak zenginleşenlerin ülkesi." Bahsettiğim çiftten yola çıkarak, ben de benzer düşünceleri paylaştığımı söyleyebilirim. Bu yalnızca gastronomi alanında değil, maalesef her alanda böyle; zira, belirttiğim üzere, bizde kültüre değil statüye yatırım yapılıyor. Para, parası olanlar için bile çoğu kez bir araç haline gelemiyor; zira kişiler, o araçla ne yapacaklarını bilemiyorlar.
"Hesap Lütfen!", rafineleşmek ve üzerine vazife olmayan işlerde derinleşmek isteyenleri cesaretlendirecek güzel bir başlangıç noktası. Dilerim Vedat Milor, farklı alanlardaki derinliğini (bilhassa sinema) paylaştığı başkaca kitaplarla da karşımıza çıkmaya devam eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder