Benim neslim bilir; Muzaffer İzgü ve Gülten Dayıoğlu, sıklıkla okulları gezer ve çocuklarla hem söyleşi yapar, hem de sonrasında kitaplarını imzalarlardı. Neden bilinmez; ama edebiyatla hiç ilgisi olmayan arkadaşlarım dahi bu organizasyonlarda bir heyecanlandırlardı. Sanırım bunun esas kaynağı "meşhur olduğu söylenen" birini tanımanın o tuhaf tadıydı. Aklımda kaldığı kadarıyla Muzaffer İzgü okula geldiğinde, Andımız töreninden önce bir konuşma yapmış ve mini hikâye anlatmıştı. Ne anlattığı aklımda kalmamış; fakat sonrasında şöyle bir şey demişti: "Bu hikâyedeki kızı kiminiz uzun, kiminiz kısa, kiminiz siyah, kiminiz sarı saçlı hayal etmiştir." Kelimesi kelimesine aklımda değil; ama buna benzer, edebiyatın tahayyül gücüne müspet etkisini vurgulayan; sanırım hayal gücümüz gelişsin diye edebiyata meyletmemizi söyleyen bir konuşmaydı. Edebiyatımızda bir dönem sert rüzgârlar estirmiş; "Edebiyat, toplumsal sorunlara parmak basmak ve toplumu bir adım ileri götürmek için yapılan bir uğraştır." düşüncesini merkez alan bir yerden bakıyordu, en azından zihnimde öyle kalmış. Biz de edebiyatı, zevk almaktan öte, daha ileri gitmek için okumalıydık.
20'li yaşlarımın başlarında, Suç ve Ceza'yı okurken, kimi zaman durur ve satırların kafamda canlandırdığı imge üzerine düşünürdüm. Hayretle fark ederdim ki, olayların çoğu küçüklüğümde cici anne bildiğim Saadet Teyze'nin evinde geçerdi. Neden bilmiyorum; ama kendimi satırlar arasında kaybedip zihnimde bir şeyler canlanmaya başladığında ne zaman durup zihnimin fotoğrafına baksam aynı evi görüyordum. Benzer şekilde, Raskolnikov'un hasta bir şekilde yattığı odası, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, en son 6-7 yıl önce gördüğüm bir arkadaşımın evi olarak zihnimde tezahür ediyordu. Şimdi Middlesex'i okurken de, zihnimdeki fotoğrafa baktığım zaman, geçmişimden kopup gelmiş türlü mekânlar görüyorum. Bazıları o kadar kuytu köşelerde kalmış ki, zihnimde canlanan resimdeki mekânın nereye ait olduğunu hatırlamak için hafızamı deşmem; biraz naftalin kokusunu içime çekmem gerekiyor. Bazıları ise çok tanıdık; ama bir o kadar da alakasız: "Neden zihnim bu kısımda, böyle bir mekânı seçti ki?" diyorum.
Edebiyatın bu derinleştirici etkisine bugün de hayranım; belki de roman sanatının en güçlü olan yanı bu: Benim geçmişimi, benim mekanlarımı; bambaşka olaylarla, anılarla, kişilerle dolduruyor ve derinleştiriyor. İşin benim için en heyecan verici kısmı, farklı kişilerin zihninde tezahür ederken aynı romanın aynı insanlar ve aynı olaylar ile farklı mekânları derinleştirmesi.
Bu hayranlık, edebiyat beni daha ileri götürdüğü için değil; bilâkis, geçmişimi derinleştirdiği için vücut buluyor. Sanırım ben bu konuda Orhan Pamuk gibi düşünüyorum: "Bir kitap, her şeyden önce kitap okuma zevki için yazılır." Hadi ukalaca bir ekleme yapayım: "Ve bir okur romanları, kendi mekânlarını; bambaşka olaylarla, kişilerle, anılarla doldurup derinleştirerek geçmişini bir cümbüş haline getirmenin keyfi için okur."