3 Mayıs 2011 Salı

Pink Floyd sevdası...

Bilenler bilir, benim Pink Floyd sevgim hastalık düzeyindedir. "... bir yana diğerleri bir yana" cümlesinin boşluklarını dolduran grup Pink Floyd'dur benim için. Pink Floyd, Alperen'in deyimiyle "2+2=5" sinerjisinin belki de en güzel örneğini tüm dünyaya gösteren, hem sözel hem de müzikal anlamda derinliğe sahip bir müzikal kılavuzdur benim için. Müziğin hayatıma girmesi (2001 yazı) bir kırılma noktasıysa Pink Floyd'la tanışmam bu kırılmada bir dönüm noktasıdır. Pink Floyd benim müzik tutkumun başlangıcı, 27 Nisan 2003 ise bu miladın tarihidir.

Pink Floyd ile Ebru Çapa'nın bir haberi sayesinde tanıştım. 27 Nisan 2003 günü Hürriyet'in pazar ekinde "Ayın karanlık yüzü 30 yaşında" başlıklı tam sayfa bir haber yapmıştı. Yazıyı bitirdiğimde bu albümü muhakkak dinlemeliyim diye düşünüyordum. Sanıyorum o gün veya bir hafta sonra The Dark Side of The Moon'un kasetini aldım ve bütün bir yaz boyunca dinledim.

Kısa bir süre bir arada kalan 5'li Pink Floyd
Bir progressive rock grubunu ilk kez dinliyorsanız pek bir şey anlamaz; ancak tekrar tekrar o albümü dinlemek istersiniz. Albüm yavaş yavaş kendini açar ve hücrelerinize sinmeye başlar. Bu emeği göstermeyen bir kişinin sadık bir progressive rock dinleyicisi olması zordur. Dinleyiciden yoğun konsantrasyon bekleyen bu müzik görece daha düşük çaplı bir dinleyici kitlesine hitap etmiştir. The Dark Side of The Moon da bende bu etkiyi yaratmıştı. Sürekli albümü dinliyordum; ancak bir türlü albümün içine giremiyordum. Yine de bu albümü tekrar tekrar dinlemek isteği içimden gitmiyordu. 2003 yazında kasetin bantının sarmasıyla (90'lı yılları yaşayanlar bunu çokça deneyimlemişlerdir.) Pink Floyd'la olan ilişkim kısa bir süreliğine koptu.


Aynı yılın eylül ya da ekim ayında The Wall ile tekrar hayatıma girdi Pink Floyd. Her ne kadar The Dark Side of The Moon'la tanışmış olsak da The Wall ile ısındık birbirimize. Sonrasında bütün bir yılı Pink Floyd'un efsane 4 albümünü (The Dark Side of The Moon, Wish You Were Here, Animals, The Wall) ve birkaç Jethro Tull albümünü dinleyerek geçirdim dersem sanırım abartmış olmam. Bugün dinlediğim pekçok grupla da (YES, Deep Purple, Led Zeppelin, Dream Theater, ELOY, King Crimson, Genesis, Dire Straits, Rainbow, Queen, The Alan Parsons Project...) beni tanıştıran grup Pink Floyd'dur.

Son kez bir aradalar
Ben Pink Floyd'u grup üyelerinden bağımsız bir varlık olarak düşündüm hep. "Pink Floyd= David Gilmour + Roger Waters + Rick Wright + Nick Mason + Syd Barrett" değildir. Onlardan oluşan; ama onların toplam enerjilerinden daha fazla bir enerjiye, anlama sahip bir organizmadır Pink Floyd. Bunu Pink Floyd dışında başaran başka gruplar da vardır elbet; ancak Pink Floyd sadece müziğiyle değil, anlatmak istedikleriyle de başka bir yerdedir. Bugün hala albümlerde anlatmak istedikleriyle dinleyenlerine güç, müzisyenlere ilham vermektedir. Bir frontman üzerine kurulu olmayan belki de tek rock grubudur. Teknik olarak oldukça düşük elemanları (Ne üst düzey bir gitarist vardır ne basçı ne baterist ne de klavyeci. Vokal olarak dönemin rock gruplarıyla -Queen, YES, Deep Purple, Led Zeppelin- kıyaslanamayacak kadar kısıtlı ses aralığına sahiptirler) olmasına rağmen dünya çapında ses getirebilmiş birkaç gruptan biridir. Pink Floyd'un varlığı adete müziğin kolektif bir iş olduğunun kanıtıdır. Önemli olan bireylerin değil, bireylerin arasındaki uyumun çok iyi olmasıdır ve bu, teknikten tamamen bağımsızdır.  Bir benzetme yaparsak, Pink Floyd bir kimyasal bileşiktir: 4 element (Syd'siz dönemden bahsediyorum) bir araya gelmiş ve kendi yapılarından bambaşka bir yapı ortaya koymuşlardır. Bu yapı içerisinde Roger Waters'ın sesi görece gür çıkmaktadır; ancak yine de Floyd, frontman kavramını hemen hemen hiç göremediğimiz ender gruplardandır. Waters gruptan ayrıldıktan sonra başka albümler yapmışlar; ancak diğer elemanları birer Pink Floyd öğesi olarak görmemişlerdir. Onlar konuk müzisyenler gibidir. (Yine de benim düşünceme, bunların Pink Floyd albümü olarak adlandırılması ve değerlendirilmesi yanlıştır. Evet, tad olarak çok benzer olabilirler; ama Pink Floyd'un tüm öğeleri yoktur bu albümlerde. Waters'ın da Pink Floyd'un kimliğini kendi üzerine -ki The Final Cut bunun bir göstergesidir- alma çabası aynı oranda yanlıştır. "İyi albüm" başka "Pink Floyd albümü" başkadır.)

The Wall
Bunlar Pink Floyd'la ilgili genel geçer söyleyebileceğimiz şeyler. Tüm bunların yanısıra, bunları bana fark ettirmesiyle, bana yepyeni müzikal dostluklar kazandırmasıyla, buhranlarla dolu ergenlik günlerimde bıkmadan bana destek olmasıyla, bakış açımı tamamen değiştirmesiyle de yeri çok ayrıdır Pink Floyd'un.

Belki de bu nedenle Pink Floyd, bir müzik grubundan öte bir aşktır bende.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder